Malum o mukaddes Peygamber ocağı hakikatini yitirince, meydan yeri şehir eşkıyasına kalmıştı.
Kanun, nizam ve asayiş (güvenlik) sağlaması gereken ordunun kendisi, her türlü kanunsuzluğu icra eden ve her daim ayaklanma çıkaran başıbozuklar güruhu halini almıştı.
Sultan 2. Mahmud, yeni bir ordu kurarak, tefessüh etmiş olan Yeniçeri Ocağı’nı lağvetti. (Vaka-i Hayriye -1826)
Toplumumuzun bugünkü ibretlik haline bakınca; aşk ve saffetini kaybeden, hakikatini yitirenin yalnızca Yeniçeri Ocağı olmadığını görüyoruz. Zira ‘Söyletmen vurun!’ ilkelliğini toplumca yaşar hale geldik.
Günlerdir, en aşağılık ve en iğrenç bir olayı, ‘Vurun Kahpeye!’ zihniyetiyle tartışıp duruyoruz. Hedefteki kişi, bir tarikat mensubu olunca da at kaçtı torba düştü!
Artık ne haberin kutsallığı kaldı ne de haberin olmazsa olmazı 5N 1K çerçevesi.
Mahut iddialar, dinleyeni de okuyanı da kusturacak cinsten; çocuk istismarı...
İstisnasız milletimizin tüm bireylerinin ortak hissiyatını, her kesimden birçok kişi gibi, Sayın
CHP, mahut muhalefeti (yalan, iftira, karalama, ülkeyi kötüleme, yabancılara jurnalleme, ülkenin en saygın kurum ve kuruluşlarını istiskal etme, itibarsızlaştırma, yok etme, itibar suikastı yapma vb.) İttihat ve Terakki’den tevarüs etmiştir.
Zira o dönemdeki muhalefet anlayışı; “Edirne’yi Enver (Paşa) alacağına Bulgar alsın!” zihniyetidir.
Demokrasilerde muhalefetin de en az iktidar partileri kadar sorumluluğu vardır; hele de iktidara aday olan ana muhalefet partisinin sorumluluğu hepsinin fevkindedir.
Ana muhalefet partisi Genel Başkanı’nın dilinin kemiği yok; Cumhurbaşkanı’na yaptığı iftiralar yüzünden çarptırıldığı para cezalarını şahsi servetinden karşılayamadığı için, milletvekili arkadaşlarına bölüştürüyor.
Balık baştan kokar misali; Başkan Vekili olan kişi de “İktidar partisi dünyanın en düzgün, en güzel işini yapmış olsa da bizim ona güzel diyecek halimiz yok!” diyerek, yalan, iftira ve karalama politikalarını perçinleyip resmileştirdi.
Kılıçdaroğlu, önceleri resmi kurumları hedef aldı; izinsiz ve randevusuz kapılarına gitti, içeri alınmayınca da provokatif açıklamalar yaparak ortalığı velveleye verdi.
Yabancı ülkeye gitti; “Türkiye’ye gitmeyin! Türkiye’de can ve mal güvenliği yok, yatırımcı da turist de gelmesin!” ve “Yabancı ülkeler, Türkiye deyince sırtını dönüyorlar!” diyerek; Türkiye düşmanlarının bile yapmadığı iftirayı kendi ülkesine attı.
Tüm bu hezeyanlar ve tıpkı bunlar gibi daha nice herzeleri yetmezmiş gibi, Türkiye’yi uyuşturucu ticareti yapmakla ve bu gayri meşru parayla cari açığı kapatmaya çalışmakla suçladı.
Daha açık ifadesiyle, bu durumu yine kendileri dillendirmişti: “Türkiye’de asker, liderlik rolünü üstlenmedi!” (ABD askerlerinin Türkiye’de konuşlanmasına imkân veren tezkerenin TBMM’deki reddi ve buna askerin sessiz kalması üzerine söylenen söz.)
Yani Türk askerinin, ABD’nin gözündeki konumu ve işlevi, hükümetlerin ve TBMM’nin üzerindedir. Peki, bu yaklaşım tarzı demokratik midir? Bu yaklaşım tarzının sergilendiği ülkede, gerçek demokrasi vardır diyebilir miyiz?
1980’de ‘Bizim çocuklar başardı!’ diyen ABD, Kenan Evren yönetimindeki cuntayı işbaşına getirmişti. İşbaşına getirilen cunta yönetimine yaptırılan ilk icraat, hiçbir karşılık almadan Yunanistan’ın NATO’ya, yeniden alınmasına evet denilmesidir.
O gün bugündür, Yunanistan’ın, Türkiye için neler yaptığı ve yapmakta olduğu ortadadır.
ABD’nin, Türkiye sayesinde NATO üyesi olan Yunanistan’ı ne hale getirdiği de izahtan varestedir.
Bazı aklı evvellerin mevcut iktidarları karalarken, mevcut iktidarların eskiden kalma hangi pislikleri temizlemek için uğraştıklarını da görmeleri lazımdır.
Burnumuzun dibindeki Karaağaç dahil birçok adada ve Yunanistan’ın her tarafında ABD üsleri kuruldu, gayri askeri statüdeki Yunan adaları silahlandırıldı. Türkiye aleyhindeki tüm bu olumsuzlukların temelinde Kenan Evren ve ekibinin aymazlığı yatıyor.
Türkiye’mizde, ağır aksak da olsa bir asrı aşkın demokrasi tecrübesi var.
Haftalar öncesinden 3 Aralık tarihine vurgu üstüne vurgu yaptılar. Gelecek yüzyılın vizyon belgesini açıklayacaklarını duyurdular. Merak uyandırmakta başarısız oldukları söylenemez lakin başta CHP’liler olmak üzere hemen herkesin beklentilerini boşa çıkardılar.
Zira ortada vizyon diye bir şey yok; yalnızca bir ABD’li uzmanın dile getirdiği, küresel ölçekteki, iklim değişikliği ve çevre kirliliği ile ilgili tespitleri ve bunlara karşı alınması gereken bir dizi önlemler...
ABD’li uzman, ABD yöneticilerine ve Amerikalılara veya dünyanın diğer gelişmiş ülkelerine söyleyeceklerini yanlışlıkla Türkiye yöneticilerine ve Türk halkına söylüyor. Öyle ya; dünyayı kirleten ve yaşanamaz hale getiren ülkelerin başında ABD ve diğer sanayileşmiş ülkeler geliyor.
Bu hitabın, yanlış muhataplığını bile anlamaktan aciz Sayın Kılıçdaroğlu; küresel ölçekteki bu suçu Türkiye’nin işlediğini kabul edercesine sineye çekti ve kuzu kuzu dinledi.
Aynı Kılıçdaroğlu, menşeini açıklamadan 500 milyar dolar bulduğunu söylüyor. CHP iktidara gelince, o para Türkiye’ye akacakmış. Oysaki iktidarın, Katar’dan bulduğu 15 milyar dolar için, ülkenin satıldığını iddia ediyordu!
Bu kişi, daha para saymasını bilmeden nasıl hesap uzmanı yapılmış; anlamak mümkün değil!
‘Günümüzde, kimileri uzman olduklarını iddia ettikleri sahada, cehaletin zirvesindedir’ diye boşuna söylememişler!
Kendileri de, mahut uzmanlığını, genel müdürü olduğu SSK’yı batırarak göstermişti.
Dünyanın her tarafındaki anayasalar (yazılı olsun, olmasın) milletle devlet arasındaki bir sözleşmedir. Buna göre; devletin yönetim biçimi, erklerin nasıl kullanılacağı, vatandaşların hak, ödev ve hürriyetleri anayasal metinlerde yer alır.
Hazırlatılan bu sözde anayasa taslağı ise, kendileriyle Sayın Erdoğan arasındaki bir sözleşmeye ve daha açık ifadesiyle bir restleşmeye dönüşmüş.
Erdoğan düşmanlığı bunların akıllarını öylesine örtmüş ki, Sayın Erdoğan’a düşmanlık yapacağız derken, hazırlatılan metinde yer yer milletten, yer yer de devletten intikam alınmaktadır.
Bu taslağa göre; vatandaşların hak ve hürriyetleri var, ödevleri yok! Akılları sıra özgürlükçü geçinecekler ya... Sayın Erdoğan’a diktatör diyorlar; zira onun hazırlattığı anayasada vatandaşın görevleri de var: Askere gitmek, vergi vermek vb.
Bunların taslağında askere gitmek, keyfe keder bir iş; kişi, isterse gider istemezse gitmez. Kişinin bu hürriyeti sınırlanınca anayasal suç işlenmiş olur.
Bu kafa ‘eşek hürriyeti’ ile memleket idare edebileceğini zannediyor.
‘Tırtıkçı partiler’ sözünü bilerek kullandık. Zira bu denli küsurat partilerinin barajı aşma şansları yok. Bu yüzden, yüzde 1 oy alan partiye de Hazine yardımı öngörüyorlar.
Demek oluyor ki yüzde 1’lik küsurat partileri, masanın altındaki döküntü yemek ufaklarıyla yetinmeyip masanın üstündeki yemeklerden de pay istiyorlar.
Bu hayale göre; 2023 seçimleri sonucunda cumhurbaşkanını çıkardılar, bu yetmedi, TBMM’nin de 5’te üçünü yani 400 milletvekilini çıkararak Anayasa’yı değiştirecek çoğunluğu elde ettiler. Dereyi görmeden paçayı sıyırıp anayasa taslaklarını millete sundular.
Sözde yapmak istedikleri; dünyada eşi benzeri olmayan, kerametleri kendilerinden menkul olan ‘Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’ miş. O kadar çok ebenin olduğu yerde, çocuğun sakat doğacağı belliydi.
Doğrusu bu denli kötürüm olabileceğini biz bile düşünemezdik.
Sisteme (gerçekte sistemsizliğe, kaosa) bakar mısınız; halkın oylarıyla seçilen cumhurbaşkanı sembolik yetki kullanabilecek. İnsanlık tarihi boyunca, böyle bir yönetim şekli görülmedi, görülmez de. Zira mevzubahis olan demokrasi ise, halkın doğrudan seçtiği cumhurbaşkanları sembolik yetki kullanamazlar.
Bu durum, her şeyden önce halka, halkın iradesine saygısızlıktır, hakarettir.
Bu millet, demokrasi tarihi boyunca ikili, üçlü koalisyonlardan neler çektiğini bilmiyor mu? Utanmadan kalkmış, altılı, yedili koalisyonları (kaosu-kargaşayı) millete dayatmaya çalışıyorlar.
‘Yedi başlı ejderha’nın olduğu yerde huzurdan, yönetimde istikrardan, kalkınmadan bahsedilebilir mi?
Kaotik malum masanın yaptığı anayasanın tipik özelliği, vesayeti yeniden hortlatacak maddeleri ihtiva etmesi ve halka ve halkın seçtiğine güvensizlik duyulmasıdır.
Dün olduğu gibi bugün de bu kafanın tipik özelliği, kendilerinin uydurdukları bir hastalığın sözde tedavisi için Batı’nın kapısına gidip yalvarmaları, Türkiye’yi onlara şikâyet etmeleri ve onlardan medet ummalarıdır.
Bu kafaya göre; Cumhuriyet kuruldu kurulalı bu ülkede irtica tehlikesi vardır. Buna da sebep, çeşitli zamanlarda iktidara gelen sağ tandanslı (eğilimli) partilerdir, onların kurdukları hükümetlerdir.
İçeride, demokratik yollarla yıkamadıkları bu hükümetleri, Batı’ya gidip oradaki ağababalarına şikâyet ederlerdi. Bu zillet halini hem muhalefet partileri ve hem de vesayetin emrinde olan üst düzey bürokratlar yaparlardı.
Aynı kafa, bugün de ufunetini kusmakta ve mensubu oldukları ülkelerini, dünya âleme rezil etmek için ellerinden gelen tüm melanetleri sergilemektedirler.
Ana muhalefet partisi genel başkanının şu herzesine bakar mısınız? Neymiş efendim; Türkiye, cari açığını ‘uyuşturucu parası’ ile kapatıyormuş. Bu iftirayı, yabancı bir ülkenin lideri yapsa, savaş sebebi bir suç işlemiş olur. O ülke ile var olan tüm köprüler atılır ve düşman ilan edilir.
Ama gelin ve görün ki bunu dış ülkeler değil, içimizden birileri yapıyor.
Sayın Erdoğan sayesinde devlet ikbaline kavuşan ve bu cümleden olarak, bakanlık, başbakanlık ve parti genel başkanlığı yapan Davutoğlu da aynı muhalefet çizgisinde hizalanarak içindeki kin ve nefreti pervasızca kusuyor. Başbakanlık yaptığı dönemde kendisinin de kullandığı Türkiye Cumhuriyeti’ne ait uçakla uyuşturucu taşındığını iddia ediyor ve ‘Eğer bu uçak bu şekilde yakalandıktan sonra, İçişleri Bakanı o koltukta oturuyorsa ve cumhurbaşkanının sesi çıkmıyorsa kimse milli haysiyetten bahsedemez’ diyerek siyaset yaptığını sanıyor.
Oysa malum uçak, Diyarbakırlı bir işadamına (
En gelişmiş ekonomiler bile bu denli olumsuzluklardan etkileniyor ve hemen bütün ülkelerin yöneticileri gerekli önlemleri alabilmek için akla karayı seçiyor.
Şayet Türkiye’nin arabuluculuğu ile tahıl koridoru açılmasaydı, bugün dünya halklarının yarısı açtı ve bir kısmında, açlıktan kitlesel ölümler söz konusu idi.
Bütün bu olumsuzlukların yanında, Türkiye’miz, kendine yeten bir tarım ülkesidir. Hal böyleyken Türk halkı da bir yıldan beri, anlaşılamaz ve anlatılamaz bir pahalılığın girdabındadır.
Öyle ki hangi işkolunda olursa olsun, sabah erken kalkan, sattığı mallara zam yapıyor. Bugün satın aldığınız bir ürünü, yarın aynı fiyattan alamıyorsunuz.
Asgari ücretin ve diğer ücretlerin şu veya bu kadar olmasının, hemen her gün artan zamlar karşısında hiçbir önemi yoktur. Tüm ücretlilerin ortak isteği; maaşlarımız artmasın, yeter ki ürünlere zam gelmesin.
Piyasalardaki bu anormallik, halkın mutfağına yansıyor; yani tencereye...
Tencerede dert kaynarsa, bu dertten mustarip insana hiçbir şey anlatamazsınız.
‘Ne yapalım; serbest piyasa ekonomisi’