Yalnızca şu iki hadise bile, millete ne denli gına geldiğinin çok açık delilidir. 2002 seçimleri yapılıyor, bir önceki seçimde en yüksek oyu alan ve iktidar olan partinin (DSP yüzde 21) oyu yüzde 1’e düşüyor. Yanlış okumadınız, yüzde bir!
Kurucu genel başkanı (Erdoğan) siyasi yasaklı olmasına karşın, yeni kurulan (bir yaşında) AK Parti, oyların yüzde 35’ini alarak tek başına iktidara geliyor.
Birileri, “Sayın Erdoğan siyasette varsa bunu Sayın Baykal’a borçludur” diyor. Doğrudur lakin Sayın Baykal, Sayın Erdoğan’ın siyasi yasağını babasının hayrına kaldırmadı. Zira demokrasilerde siyasi yasaklarla bir yere varılamayacağını çok iyi biliyordu.
Nitekim merhum Erbakan’ı onca kez yasaklamalarına rağmen, en çok oy alan siyasi partinin genel başkanı ve başbakan olmasını engelleyemediler.
Sayın Erdoğan’ın ve AK Parti iktidarlarının en büyük şansızlığı, kendisinden onlarca yıl önce, ABD’nin içimize yerleştirdiği FETÖ’nün Truva atı şeklindeki yapılanmasıydı. Bir diğer deyişle, ABD’nin, 40 yıl sonrası Türkiye’sinin asker ve sivil kadrolarını yetiştirerek gelecek iktidarlara eleman hazırlamasıydı.
Malum, FETÖ, dini referans alan bir cemaat görünümündeydi. Onun, uluslararası bir istihbarat ağı olduğunu hiç kimse bilmiyordu. Çünkü bu durumu bildirmesi gereken, devletin tüm istihbarat birimleri (asker-sivil) FETÖ’cülerin elindeydi.
Sayın Erdoğan, 20 yıllık iktidarının yarısında (10 yıl) bunlara birlikte yol yürüdü. Bunlarla askeri vesayeti bitirdi. Lakin bunların hesabı, Erdoğan’ı da tasfiye edip kendi vesayetlerini kurmaktı.
Ülkenin asker ve sivil bürokrasisini, büyük ölçekte de ekonomisini ele geçiren FETÖ, çeşitli darbe girişimleriyle iktidarı da alaşağı edip tek başına muktedir olmak istedi.
Bütün bu şer odaklarının yaptığı, tek kelime ile Türkiye düşmanlığıdır. Eh, tüm bu hezeyanları, onların görevleridir deyip bir dereceye kadar anlamak mümkündür.
Peki, tüm bu düşmanlarla ortak hareket edip aynı dili kullanan, kendi ülkelerini karalayan ve düşmanca tavır sergileyen ana muhalefet partisine ve onun genel başkanına ne demeli?
Belli ki onca seçimlerde, kendisini hezimete uğratan Erdoğan ve AK Parti düşmanlığı, bunların akıllarını başlarından almış; Erdoğan’ı suçlamak isterken Türkiye’yi suçlu gösteriyorlar, Erdoğan’ı karalamak isterken Türkiye’yi karalıyorlar, Erdoğan’a iftira atmak isterken Türkiye’ye bühtanda bulunuyorlar.
Normal şartlarda, aklı başında hiçbir insan bu denli alçaklıklara imza atmaz, atamaz. Bundan dolayıdır ki, insan, ister istemez soruyor; icra edilen tüm bu çukur siyaset, kendilerini o makamlara getirenlere bir bedel ödemesi midir?
Zira dün de, bu rezillerle aynı pespaye iddialarda bulunmuş ve Türkiye’nin, yabancı terör örgütlerini silah temin ettiğini ileri sürmüştü.
Hemen ertesinde de, Almanya’ya gidip: ‘Türkiye’de can güvenliği yok, turist olarak bile sakın oraya gitmeyin!’ demişti.
Bugün de İngiltere’ye gidip “Turist olarak bile gitmeyin” dediği ülkesine, yabancı yatırımcıları davet ediyor! Kafaya bakar mısınız, Can güvenliğinin olmadığını söylediği yerde, mal güvenliği vaat ediyor.
Bu nasıl bir muhalefet ağzıdır ki sürekli olarak yalan söyleyerek iftiralar atmakta ve üstelik seçimler yaklaştıkça, bu denli alçakça söylemlerin dozu arttırılmaktadır.
Neden sonra, birkaç İHA’yı bize teslim etti ama yazılımları ve yönlendirilmeleri kendilerine aitti.
ABD, bizi teröristlerle adeta köşe kapmaca oynatıyor ve sonuç aldırtmıyordu. Arızalanan İHA’larımızı İsrail’e gönderiyor, orada da vaktinde tamir edilip geri gönderilmiyorlardı.
Aynı ABD, bizi, ortağı olduğumuz F-35 projesinden çıkardığı gibi, paramızla satın almış olduğumuz iki adet F-35 uçağımıza da el koydu.
Yerli ve milli tank üretimine giriştik; ortak motor üretimi için Almanya ile anlaşma yaptık.
Milli muharip savaş uçağı yapmaya karar verdik; bunun da motoru için İngiltere ile anlaşma yaptık. Bu iki ülke de, ABD gibi anlaşmaları feshedip Türkiye’yi ortada bıraktılar.
İki seçenekle yüz yüze kalmıştık. Bunlardan birincisi, ya dost ve müttefikimiz olan bu ülkelere boyun eğecek ve onların her türlü taleplerine peki diyecektik ya da onlara hayır deyip kendi başımızın çaresine bakacaktık.
Birinci şıkkın olmayacağı, olamayacağı ortadaydı. Zira 70 seneyi aşkın bir zamandır, onlara peki deyip taleplerini karşılamamıza rağmen, bize yapmadıkları düşmanlık bırakmadılar.
Onlara göre, terörle mücadelede, bir 40 sene daha bu şekilde köşe kapmaca oynamalıyız.
Milletçe saf bir yanımız var; yüzümüze her gülene inanıyor, sırtımızı her sıvazlayana kanıyoruz. Bu durum, belli ki kendi mayamızın temizliğinden geliyor. Nitekim ne demişler, insan, karşısındakini kendisi gibi görür.
Ama zaman öyle bir zaman değil; bu zamanda malum birileri ve hatta birçokları şeytana bile pabucunu ters giydiriyor. Siz de, şeytani tıynetteki bu insanlarla birlikte yaşamak ve onlarla ittifak yapmak ve yol yürümek zorundasınız.
19.yüzyıldaki dünyanın ikinci parselasyonunda, pay edilenler arasında olup ABD’nin payına düşmüştük.
O vakitler ABD, bize, sözde dostluk ve yardım eli uzattı. O uzattığı meşum (uğursuz) elle ciğerlerimizi söktü, milletçe bizi nefessiz bıraktı. Tüm yatırımlarımızı durdurdu, özellikle savunma konusunda bizi, kendisine tam bağımlı yaptı.
Size ne lazımsa vereceğim deyip, bizdeki uçak, silah ve mühimmat fabrikalarımızı, bir daha açılmamak üzere kapattırdı.
Tehlike anında NATO bizi savunacaktı. Savunmak bir yana; en muhtaç olduğumuz anda karşımıza dikildi ve tabiri caizse bizi, kazma kürekle, sopayla, baltayla savaşmakla baş başa bıraktı.
Neden sonra uyandık, savunma sanayisini kurup gereken adımları atmak istedik, lakin sahip olduğumuz vesayet rejiminde, karar mekanizmalarımıza hükmettiklerinden, adım atmamıza müsaade etmediler.
Bu yolda adım atmak isteyen siyasetçilerimizi alaşağı ettiler, bu uğurda gayret gösteren bürokratlarımızı görevden uzaklaştırdılar, mühendislerimizi şehit ettiler.
Yitirdiğimiz Cihan imparatorluğumuzun külleri üzerinden, son bir çırpınışla (Milli Mücadele-Kurtuluş Savaşı) yeni devletimizi kurduk.
Yıkılışımız esnasında (Birinci Cihan Savaşı) ve hemen onun akabinde cereyan eden; dünyanın 2. kez taksiminde, kuvvet ve kudretten düştüğümüz için, galipler arasında yer alamadık.
Birinci paylaşımda, dağıtılan toprakların kahir ekseriyeti bizimdi. Osmanlının hüküm sürdüğü topraklar üzerinde, bugün 45 ayrı devlet var.
Anadolu ve doğu Trakya üzerinde kurduğumuz Milli devletimizi de rahat bırakmadılar; önce İngiltere, daha sonra ise ABD ülkemizi boyunduruğuna almak istedi.
Son yüzyılı da, dost ve müttefikimiz olduğunu iddia eden bu iki devletle; barış görünümü altında, şeytanın bile aklına gelmeyen envaiçeşit, örtülü savaşlarla geçirdik. (Darbeler, dayatma kanunları, ambargolar, yaptırımlar, terör örgütlerine destek vb.)
Şu kadarını söyleyebiliriz ki, son yüzyıllık sözde barış dönemimizde, dost ve müttefiklerimizden (!) çektiğimizi düşmanlarımızdan görmedik.
Özellikle de bize dayatılan ‘güdümlü’ demokrasi döneminde; iktidarlarımız asla muktedir kılınmadı; tek başına iktidarlarını bile Süleyman Demirel, ‘Selden kütük kapmak’ şeklinde tarif etmiştir. Darbe ve koalisyon dönemlerini varın siz hesap edin!
Devlet ve milletimiz, kendisine reva görülen tüm bu alçaklıkları; bir yandan, tarihi misyonu olan devlet vakarı ve milletinin, otuz iki dişini sıkmış, sabır, hınç ve inadıyla gözlemlerken diğer yandan da istiridyenin bağrında sakladığı inciler misali için için oluştu.
ABD’deki Evanjelistler ve başta İsrail’de olmak üzere dünyanın muhtelif yerlerindeki Siyonistler, akılları sıra Tanrı’yı kıyamete zorlamak (zorlamayla iş gören, artık, nasıl Tanrı oluyorsa!) için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar.
Dolayısıyla da maddi ve manevi olarak kendilerini ve hatta tüm dünyayı bu savaşa hazırlıyor, bu hususta gereken ne varsa yapıyor ve yaptırmak için çırpınıyorlar.
Mahut zihniyet, önceleri terör örgütleri vasıtasıyla vekâlet savaşları yürütürken, daha sonraları bu savaşları devletlerarası boyuta taşıdı.
Bu arada harp silah ve vasıtaları öylesine baş döndürücü hızla gelişip değişti ki, ‘Ummadık taş, baş yarar’ oldu. Savaşların konsepti değişti, konvansiyonel silahlarla yapılan savaşlar, yerini dijital silahlara ve hatta biyolojik, kimyasal ve nükleer silahlara bıraktı, bırakıyor.
Bu durumun tipik örneğini Rusya-Ukrayna savaşında görmekteyiz. Batı, elindeki en sofistike silahları Ukrayna’ya yığınca Rusya gerilemek zorunda kaldı.
Aylar süren savaşın yıllara uzayacağı ve sonunda da bu savaşın galibi olmayacağı, olamayacağı ileri sürülüyor.
Batı (ABD), başlangıçta nasıl ki Rusya ile Ukrayna’yı savaşa zorladıysa, şimdi de savaşı uzatmaya ve hatta nükleer silah kullanmaya zorluyor.
Aynı ABD’nin, Türkiye’nin güneyinde bir terör devletçiği kurmak ve böylece İsrail’in
İnsanlık olarak, elde ettiğimizi sandığımız kazanımların ne denli tutarsız, sanal, sahte ve pamuk ipliğine bağlı olduklarını gördük.
Koronavirüs salgını ve ardından Rusya-Ukrayna savaşının gün yüzüne çıkardığı olumsuzluklar, tüm ülkelere takkelerini düşürtüp kellerini gösterdi.
İşin bundan da vahimi ise, gidişatın çok daha kötüye yelken açmış olmasıdır.
Türkiye’miz, bu denli kötü gidişatı dünden gördü ve Başkanlık Sistemi’ne geçerek önlemini aldı.
Zira parlamenter sistemle idare edilen Batılı en güçlü ülkelerin hali pür melalleri ortada. Daha dün (45 gün önce) İngiltere’de başbakan olan Liz Truss görevinden istifa etmek zorunda kaldı.
İngiliz Sterlini doların altına düştü. Aynı durum, AB ülkelerinin ortak parası olan Euro için de söz konusu.
İskandinav ülkeleri dahil, tüm Avrupa ülkelerinde aşırı sağ partilere yönelim var. İtalya’da Mussolini’nin devamı olan bir parti iktidara geldi.
Türkiye’miz ise, barışın ve siyasi istikrarın gözde ülkesi olarak bölgesinde nazım rol oynamaya devam ediyor.
“AK Parti, koparken açık ve net şekilde ‘Biz Milli Görüş gömleğini çıkardık’ dediler. Bu, bizatihi Sayın Erdoğan’ın ifadesi. Gömlek çıkarmak, bizim anladığımız manada bütün umdelerini, prensiplerini terk etmek manasına geliyor. Bizim tatbik etmeyeceğimiz politikaları uygulamaya koyuyorlar...”
Temel Karamollaoğlu’nun, Sayın Erdoğan’a yaklaşımı bu; peki Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı yaklaşımı, değerlendirmesi nasıl? Ona da bir bakalım: “Bana göre Kemal Bey’in türban çıkışı makul bir çıkıştı. Kılıçdaroğlu’nun son senelerdeki tutum değişikliğini şahsen önemsiyorum. Geldi, bizim Kudüs mitingine katıldı. Orada bir konuşma yaptı, herkesi memnun etti. Benim kanaatim bu çok önemli bir değişimdir...”
Milli Görüş gömleğini çıkarmayan insanların nasıl olduklarını doğrusu biz de merak ediyorduk. Demek ki 40 yıllık dava arkadaşını ötelemek, 40 yılık düşman bellediğini de yanına alıp onunla yürümekmiş.
Bu değerlendirmeye göre, Sayın Erdoğan mahut gömleği çıkararak kendini muhafazakârlıktan ve onun gereği olan tüm umdelerinden soyutlamış oldu.
Karamollaoğlu, yola çıktıklarıyla değil de yolda bulduklarıyla yürüyecekmiş. Bu yürüyüşün nereye kadar olacağını, tarihin ışığında, bariz bir örnekle açıklayalım mı?
1973 seçimlerinden sonra CHP-MSP Koalisyonu kurulmuştu. O vakit de Ecevit, tıpkı bugünkü Kılıçdaroğlu gibi bir politika izleyerek Erbakan’la ortak hükümet kurmuştu.
CHP-MSP Koalisyonu döneminde, Kıbrıs Barış Harekâtı gerçekleştirildi. Ecevit, bu durumu fırsat bildi ve elde edilen bu zaferi oya tahvil etmek istedi. Ecevit, MSP’den kurtulup tek başına iktidar olmak için hükümeti yıktı ve erken seçime gitti.
Kendini Kıbrıs kahramanı gören