Zuhal, Greta Garbo'yu oynayacak Bir rol bu kadar mı cuk oturur?
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
Zuhal'i anlatmaya büyük oyuncudur diye başlasaydım en çok o kızardı. Ama biliyorum ki, iyi oyuncudur, dediğimde kıvanç duyar. Hüzünlü kadın yaftasının üstüne yapışmasından rahatsız olur, hüznünü derinde yaşar.
Önümüzdeki sezon Oyun Atölyesi iki yeni oyun başlatıyor. Birincisi Oğuz Atay'ın ‘‘Oyunlarla Yaşayanlar’’ı diğeri Işıl Kasapoğlu'nun yöneteceği, ‘Greta Garbo’. Film yıldızının kimsenin bilmediği gizli hayatı. Zuhal elbette Greta Garbo'yu oynayacak. Bu kadar mı olur? Bir oyuncuya bir rol bu kadar mı cuk oturur? Televizyon için de bir projesi var. Geçen yıl ayıla bayıla izlediğimiz Evli ve Çocuklu'nun Türk versiyonu üstüne çalışıyorlar.
Zuhal Olcay'ı I980'li yılların sonlarına doğru tanıdım.
Hani, Cemal Süreya'nın ‘‘Belirsizlik ağır oturdu hayatımıza. Bugün keskinliklerle tıka basa, ama yarınımız belirsiz’’ diye yazdığı yıllarda.
Hepimiz için geleceğin müşkül, müphem, meçhul olduğu yıllarda.
Kendimize biçtiğimiz kumaşın kimi zaman bol kimi zaman dar geldiği, düşlerimizin gündelik hayatın hoyratlığıyla savrulduğu yıllarda.
Sorular sorup yanıt bulamadığımız, incindiğimiz, örselendiğimiz ama inat bu ya bir gün olsun hayatın yakasını bırakmadığımız yıllarda.
Yorulmak nedir bilmediğimiz, her yere yetişip her şeye saldırdığımız arsız yıllarda.
Şimdiki gibi korunaklı hayatlar kurmadığımız,sırtımızı duvara dayamadan rüzgara açık yaşadığımız cesur yıllarda.
Kısaca gençliğimizin tadını hiçbir şeyin kaçıramadığı pervasız yıllarda.
Peki ilk kez nerede karşılaştık?
Ortak bir arkadaş evinde mi?
O zamanlar müdavimi olduğumuz bir yerde mi?
Şehir Tiyatroları’nın kulisinde mi?
Nerede kimbilir? Hepsi olabilir.
Nerede tanıştığımızı unuttum ama düşündükçe gözümün önüne farklı dönemlere, farklı serüvenlere ait yığınla Zuhal Olcay resmi geliyor.
Evita müzikalinin ortalığı kasıp kavurduğu, Açıkhava Tiyatrosu'nun tıklım tıkış dolduğu, hele hele onun oynadığı gecelere bilet bulmanın imkansız olduğu günler. Bir yolunu bulmuş gitmişim. Oyundan sonra kuliste konuşuyoruz. Daha sizli, bizli günlerimizdeyiz. Karşımda yorgun ama zor bir işin altından kalkan bütün insanlar gibi mutlu bir kadın var: Rekabeti seven ondan beslenen.
Sonra Kuzguncuk'taki evde bir akşam vakti. Vedat Sakman elinde gitarı usul usul beste yapıyor, Mehmet Teoman yazdığı sözleri en şeddeli haliyle okuyor, Zuhal'i tanımadığı bir dünyaya girmesi için yüreklendiriyor. Zuhal ise huzursuz. Oyunculuk yapmaktan başka bir şey istemeyen ama şarkı söylemeyi de seven, üstelik karşısındakilere güvenen insanların gel-gitli huzursuzluğu bu. Ufak ufak ‘‘Küçük bir öykü bu’’ diye mırıldanmaya başlıyor. Sonrası çorap söküğü.
Sıra ‘‘Yalnızlığım, Yaşamak Zorunda Olduğum Beraberliğimsin’’ şarkısına geldiğinde karşımda tedirginliğini atmış, yapacağı işe dört elle sarılmaya hazır bir Zuhal var. Gidip içki getirdiğimi hatırlıyorum: Erken emir kutlamıştık.
BİZE ÖDÜL VERİLDİĞİNİ DUYUNCA UTANMIŞTIK
Başka bir gece. Hem de yılbaşı gecesi. O sıralar sık görüştüğümüz arkadaşlarla birlikte Fulya'daki bir apartman dairesinde nedense yılbaşı partisi yapmaya karar vermişiz. Herkes iyi kötü bir şeyler hazırlamış, tanıdıklarını çağırmış. Gelen gelene. Ama olmuyor, teyel tutmuyor. Bir köşede çapkın ressam, karşısında kargışlı şair, biraz ileride dillere destan bir fettan, yanında süklüm püklüm bir oğlan herkes dakika sayıyor. Ğece yarısı olsa da herkes yoluna koyulsa. Bir ara Zuhal'le göz göze geliyoruz: O yılların ünlü arabesk şarkılarından birini ağzını açıp kapayarak söylüyor ve elindeki hayali jiletle göğsünü doğruyor. Onun her şekle giren, sorsalar pos bıyıklı olduğuna yemin edeceğim yüzü mü, ses çıkarmadan feryat eden sesi mi bilmem sinir tutuyor, gülmekten katılırken saat on ikiyi vuruyor.
Bir film seti. Onun da, başrol oyuncusu esas oğlanın da, kameramanından ışıkçısına bütün ekibin de mutsuz olduğu bir çalışma. Bir tek yönetmen mutlu. Ben de işin içindeyim.
Film bittiğinde derin bir nefes almış, nerdeyse zil takıp oynamış, bu çalışmadan ötürü bize ödül verildiğini duyduğumuzda da utançtan yerin dibine batmıştık.
Bu ve buna benzer yüzlerce resim.
Dile kolay: Söz ettiğim küsuratı bol tutulmuş bir on yıl.
Yollarımız kimi zaman çakıştı kimi zaman ayrıldı.
Ama ne zaman bir araya gelsek bıraktığımız yerden başladık, başlayabildik.
Yediği içtiği ayrı gitmeyen dostlar olmadıksa da iyi arkadaş olduk.
Aynı şeylere güldük aynı şeylere sinirlendik. Aynı kaygılarla boğuştuk benzer mutluluklar yaşadık.
HÜZÜNLÜ KADIN YAFTASINDAN RAHATSIZLIK DUYAR
Geçen gün, Moda'da, onun ve Haluk’un, kanıyla, canıyla, hiç yardım almaksızın, büyük borçlar altına girip kurdukları Oyun Atölyesi’nin terasında, pastırma yazının sıcak bir öğle sonrasında, bir yandan çay içip bir yandan söylediğimiz gibi: Çabuk geçti, zor geldi, deldi ama değdi.
Yazıya Cemal Süreya'nın bir cümlesiyle başladım. Onunla sürdüreyim: Süreya ‘‘Büyük sözcüğü sanatlar söz konusu olunca tehlikeli bir sözcüktür’’ diyor.
Zuhal'i anlatmaya ‘büyük oyuncudur’ diye başlasaydım en çok o kızardı. Eminim kızarırdı da.
Ama biliyorum ki, iyi oyuncudur, dediğimde kıvanç duyar.
Gerçekten de bu toprakların yetiştirdiği en iyi oyunculardandır.
Tiyatro oyunculuğu oyuncunun er meydanıdır diye düşünmez, sinemaya da tutkundur.
İçindeki ukde, yılda bir tane iyi olacağına inandığı film çevirememektir.
Arada sevdiği şarkıları söylemek ister: Duyan duyar.
Güvendiği insanlarla ortak çalışmalara imza atar: Gören görür.
Hüzünlü kadın yaftasının üstüne yapışmasından rahatsız olur, hüznünü derinde, iliklerinde yaşar.
Komiktir, neşelidir, bazen ağır, bazen hercaidir. Ve oynamanın ne olduğunu bilen her oyuncu gibi bir yanı gerçek, öbür yanı ‘mış’ gibidir.
O herkesin bildiği, az insanın tanıdığı özel biridir.
BU YIL İKİ OYUN PROJESİ VAR
Bu yazı Zuhal'le İstanbul'un en sevdiğim semtlerinden Moda'da üstelik onların ikinci evinde, Oyun Atölyesi’nin bahçesinde yediğimiz (daha doğrusu konuşmaktan yiyemediğimiz) öğle yemeği yazısı olmaktan çıktı.
Görüşemediğimiz günlerin acısını çıkarmak istermişcesine konuşmaktan yemek yemeye fırsat kalmadı.
Çay içtik. Üstüne kahve. Kesmedi bira. Yetmedi soda.
Bunca sıvıya, bir o kadar lafa, size anlatabileceğim ne var derseniz: Önümüzdeki sezon Oyun Atölyesi eski oyunlarının yanı sıra iki yeni oyun başlatıyor. Birincisi Oğuz Atay'ın ‘‘Oyunlarla Yaşayanlar’’ı diğeri Işıl Kasapoğlu'nun yöneteceği, ‘Greta Garbo’. Oyuncunun kimsenin bilmediği gizli hayatı. Şaka değil, Greta Garbo bu. Kendisi dışında yaşadıklarını bilen yok. Bilinen, şöhretin zirvesindeyken ondan vazgeçebilen, terk edilmektense terk etmeyi seçen, gelmiş geçmiş en anlamlı yüze sahip yıldızlardan biri olduğu.
Oyun Garbo'nun inzivaya çekildiği yıllarda başlıyormuş.
Bir gün kapı çalınıyor ve yirmi beş yaşlarında yönetmen olduğunu, İsveç'ten geldiğini söyleyen genç bir adam geliyormuş..
Garbo anadilini konuşabileceği varsayımıyla genç adamı kabul ediyormuş.
Sonrası ilmik ilmik örülen, belki de ilmik ilmik düğümlenen Garbo'nun hayatı.
Zuhal elbette Greta Garbo'yu oynayacak.
Bu kadar mı olur? Bir oyuncuya bir rol bu kadar mı cuk oturur?
EVLİ VE ÇOCUKLU'DA EGE AYDAN'LA OYNAYACAK
Televizyon için de bir projesi var. Geçen yıl ayıla bayıla izlediğimiz Evli ve Çocuklu'nun Türk versiyonu üstüne çalışıyorlar. Tefessüh etmiş bir Türk ailesi. Açıkcası malzeme bol. Ege Aydan'la oynayacaklar.
Kasımda da 4-5 günlük siyah/beyaz resitali .
Bir de ufukta Kutluğ Ataman'ın çekeceği bir film: Palto.
Oyun Atölyesi’nin terasındaki lokantadan da söz etmeliyim. Adına kahve mi dersiniz, lokanta mı yoksa huzurlu saatler vaat eden bir mekan mı bilemem ama orası Moda'nın göbeğinde saklı bir cennet.
İçeride uzun bir bar var.
Dışarıda sarmaşıkların ve şemsiyelerin altında masalar.