Gerçek anlamıyla çift olabilmek için; aidiyet duygusunun keyfine varmak, hayata aynı pencereden bakmak, biraz da kendinden caymak gerekir denir.
Gencay Gürün kapıdan giren ikiliyi Zelfa ve Tarquin Olivier diye tanıştırdığında, birbirlerine gerçekten yakışan, adları da kendileri gibi ilginç olan ender çiftlerden biriyle karşı karşıyayım diye düşündüm.
Tarquin ve Zelfa Olivier.
Tarquin Olivier, Sir Lawrence Olivier'nin, yani bir efsanenin oğlu.
Babasını andıran yüz hatları, gümüşe kesmiş saçları, insanın konuşmaktansa dinlemeyi yeğlediği olağanüstü İngilizcesi ve bütün soylu İngilizlerde olduğu söylenen biraz kendiyle biraz dünyayla dalga geçen ölçülü mizahıyla; nüktedan, hazırcevap, ilginç biri.
Adı da öyle. Baba, oğluna Macbeth'teki Tarquinius karakterinin adını vermiş.
ATATÜRK BULUNMUŞ AMA SIR GİBİ SAKLIYOR
Konuşmalarından dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşadığını özellikle de uzun yıllar Afrika'da oturduğunu öğreniyorum.
Belli ki iyi bir tarih okuru.
Yanıbaşımızda yaşanan Irak savaşını ve bu savaşta İngiltere'nin tuttuğu yolu tarihe dayanan verilerle eleştiriyor.
Yakın geçmişimiz ise onun özel ilgi alanına giriyor. Zaten Türk kamuoyu da kendisini yaptığı diğer işlerden ya da ünü dünyayı tutmuş babasından ötürü değil, uzun yıllardır çekmeyi düşündüğü Atatürk filminden ve bu uğurda verdiği mücadeleden tanıyor.
Mücadele diyorum çünkü anlattıklarına bakılırsa gerçekten de öyle.
Bu serüven 15 yıl önce başlamış. Bir işin ucu geldiğinde diğerinin ucu kaçmış. Değişen hükümetler alınan izinlerin yenilenmesine, değişen yapımcılar senaryonun yeniden yazılmasına neden olmuş.
Atatürk rolü için düşünülen aktörlerse kimi zaman çalışma tarihleri çakıştığı , kimi zaman da aldıkları cılız tehditlerden ödleri patladığı için sorun çıkarmışlar.
Antonio Banderas'ın son dakikada oynamaktan vazgeçmesi üzerine yeni ve ünlü bir oyuncunun daha bulunduğunu ama nazar değmesin diye adını sır gibi sakladığını söylüyor. Bunu söylerken tahtaya üç kez vuruyor.
SURİYE'DE DOĞMUŞ İSTANBUL'DA YETİŞMİŞ
Eğer bir İngiliz tahtaya üç kez vurup bir de kulağını çekerse onun yanındaki kadına bakmak gerekir diyorum.
Ve bakar bakmaz soyları tükenen soylu kadınlardan birini görüyorum.
Zelfa Olivier, Türk.
Suriye'de doğmuş, İstanbul'da yetişmiş, Londra'ya yerleşmiş.
Adının anlamını soruyorum: Narin demekmiş.
A'sı uzun okunan Zelfa. Bu siyah saçlı, kırmızı dudaklı, derin bakışlı, ufak tefek kadın gerçekten de ismiyle müsemma.
Bir iki gün içinde İstanbul'a gidecek ve oradan Londra'ya döneceklermiş. The Marmara Oteli’nde kalıyorlar.
Ertesi gün The Marmara'nın Bodrum'u kuşbakışı gören nefis manzaralı terasında buluşuyoruz.
Bir soda, bir buzlu çay ısmarlayıp konuşmaya başlıyoruz.
Kimsiniz, diye soruyorum.
Londra'da yaşayan bir Türk'üm diyor.
Sonra tok sesiyle kelimelere basa basa anlatmaya başlıyor: Babası Cemalettin Salihoğlu 1898 'de Suriye'de doğmuş bir Osmanlı. Büyük bir toprak ağasının biricik oğlu. Önce Mekteb-i-Sultani'de, ardından Sorbonne’da okumuş.
Biraz Paris'te dolaşıp sonra memlekete dönüyor ama burada aradığı huzuru bulamıyor. Yüzyıl başında Dersaadet, saadet dışında her şeyi sunmakta, ülke için için yanmakta.
O günlerin Fransız kültürüne bulaşmış gençleri gibi yenilikçi hareketleri izlemek yerine gelenekçi çizgide durmayı seçiyor: Mustafa Kemal'le yolları örtüşmüyor. 150'liklerden. Sonra gel zaman git zaman genç Cumhuriyet'in Hariciye Bakanlığı’nda çalışmaya başlıyor. Sonra da istifa ediyor. Ama Hariciye'den ayrılıp ata topraklarına yerleşmesinin nedeni siyasi görüşlerinden ötürü değil. Áşık olduğu kadın yüzünden. Bu aşk o günlerin İstanbul'unda o kadar dilleniyor ki Cemalettin Bey çareyi gidip Halep'e yerleşmekte buluyor
Bu arada İstanbullu genç bir hanımla evlenmiş, geç yaşında iki kızı olmuştur: Hülya ile Zelfa.
Ölene kadar da orada, Halep'te yaşıyor.
İNGİLİZ GİZLİ SERVİSİ PEŞİNDE
Annesiyle babası boşandığında Zelfa ablasıyla birlikte İstanbul'a dönüyor. Önce Arnavutköy Kız Koleji’ni bitiriyor sonra da ver elini Londra. Londra'da Edebiyat ve Tiyatro eğitimi alıyor. 1970'li yıllarda biraz kanından gelen bir dürtüyle biraz da tanışlarının desteğiyle Londra'da yaşayan Araplara yönelik bir dergi yayımlamaya başlıyor.
Ortakları arasında Umman Dışişleri Bakanı, bir iki zengin Suud, bir iki Abu Dabili iş adamı vardır ve o yıllar İngiltere'de Arap dünyasının merak uyandırdığı yıllardır.
O döneme ait birbirinden komik anıları var: Umman o zamanlar kimselere vize vermeyen, kendi üstüne örtük, minicik, zengin bir ülke.
Londra'dan kalkan uçak Umman'a neredeyse üç-dört yolcu taşıyor. Bunlardan biri de Zelfa.
Ve Umman'a adım attığı gün Şeyh Kabus'tan sonra ülkenin en nüfuzlu adamının öz be öz Türk olduğunu öğreniyor: Said Tarık.
Ortağı olan Dışişleri Bakanı’nın aracılığıyla Said Tarık'la tanışıyor. İşte ondan sonra ne olursa oluyor ve İngiliz Gizli Servisi peşine takılıyor.
İngilizler, hálá Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma paranoyaları ile bu genç Türk kızının kendilerine ait olduğuna inandıkları bu gözden ırak ülkede bir işler çevirebileceğinden kuşkulanıyorlar. ‘‘Oysa 70'li yıllar’’ diyor Zelfa ‘‘Türkiye'nin kendi sınırları içinde bile düzen sağlayamadığı yıllardı. Nerede kalmış bu adını kimselerin hatırlamadığı uzak diyarda benim gibi hayat acemisi bir genç kız aracılığıyla emperyal düşlere dalmak?’’
Gel de onlara anlat.
Otel odasından aile fotoğrafları yok oluyor, sokağa adım attığı an arkasında gölgeler dolaşıyor.
Dergi dört yıl sonra kapanıyor.
Zelfa'nın bundan sonraki işi Körfez ülkelerinde yatırım yapmak isteyen İngilizlere danışmanlık yapmak.
Zaman geçiyor, devran dönüyor ve kendisini ünlü mü ünlü bir İngiliz şirketiyle Çırağan Sarayı’nın yenilenme işinde buluyor. Bir de Lübnanlı ortakları vardır. Kültür Bakanlığı’yla kumarhanenin işletmesi konusunda anlaşmazlıklar çıkıyor. İngilizler işten çekiliyor ve Zelfa inşaat başlayana kadar Lübnanlı şirkete danışmanlık yapmaya devam ediyor.
İlk tasarımdan uzaklaşılması, birlikte yola çıktıkları mimarların işten uzaklaştırılması, Lübnanlıların onun anlayışından ve Osmanlı zevkinden uzak cafcaflı bir tarzı benimsemeleri işi sonuna kadar götürmesini engelliyor. Çırağan Sarayı’nın bugünkü halinden şikayetçi. Bu çorbada benim tuzum yok diyor.
Bu, Zelfa'nın kısa özgeçmişi.
KÜÇÜK AYASOFYA'YI RESTORE EDECEKLER
Şimdi gene arkadaşlarının önayak olmasıyla yeni bir serüvene yelken açmış:
İstanbul Heritage Foundation adı altında bir vakıf kurmuş. Dünyanın önde gelen vakıflarından World Monuments Foundation'la birlikte, Yıldız Teknik Üniversitesi’nin önderliğinde İstanbul'un göçmeye yüz tutmuş tarihi binalarını, yapılarını onarmak için yola koyulmuş. Tıpkı Venedik için yapılan çalışmalar gibi dünyada İstanbul'u seven, göz göre göre bu kentteki değerli eserlerin göçmesine katlanamayan zenginlerden bağış toplayarak söz konusu yapıların onarılması için çalışıyorlar. Hangi yapının öncelikli olduğunu saptıyor, bunu dünyada kimlerin en iyi kotarabileceğini yetkili kurumlara sunuyorlar. Ellerinde kapsamlı bir yenileme projesi ile birlikte.
İlk durakları Küçük Ayasofya Camii.
Eğer olabilir de biz kendi işimizi kendimiz yaparız böbürlenmesini, dışarıdan gelen yardımları elinin tersiyle itmenin kahramanlık addedildiği bakış açısını ve aşılmaz bilinen Türk mevzuatını aşabilirlerse yapmak istedikleri bu.
İstanbul'un en önemli yapılarından biri olan Küçük Ayasofya Camii’ni yenilemek ve çevre düzenlemesini gerçekleştirmek.
Durmadan, üşenmeden buraya 'önemli' insanlar davet etmesinin, Mardin'den Diyarbakır'a, Edirne'den Rize'ye onlarla birlikte gezmesinin nedeni de bu.
Ne denir?
Allah sabır, bir o kadar da tuttuğunu kopartma azmi versin denir.
Zarımı doğru atmışım
P.S: Bu yazıları yazmaya başladığım gün karar verdim: Konuklarım beni nereye götürürse oraya gidecek ve karı koca konuk kabul etmeyecektim. Ne çağrıldığım yerlere gidip ister istemez övmek zorunda kalmak ne de kimi zaman da eşit olmayan kişilerden birini daha kalın kalem yazmak.
Bilirsiniz kimi zaman biri ağır basar diğeri mahzun bakar.
Ve gene bilirsiniz: Sahibini çok sevdiğiniz mekanın yemeklerini yiyemezsiniz.
Tarquin ve Zelfa ile karşılaştığımda zarımı hemen Zelfa'dan yana attım.
Durup düşündüğümde, ‘‘doğru yapmışım’’ diyorum.
Tarquin ilginç biri olmadığı için değil. Ama Zelfa bu satırlara sığmayacak özellikte bir kadın olduğu için.
Hani herkesin hayatı roman ya işte asıl onunki ırmak roman. Birbiri ardına gelen ciltler okunsa da ancak yarım yamalak anlaşılan. Marmara Oteli’ne gelince o da ayrı bir yazı konusu. Bu kadar güzel bir oteli evde kalmış kızlar gibi görmekse ayrı bir hicran durumu.