Figen Batur

20 yıl sonra aynı grup aynı masanın başında Hep bir ağızdan gelen yılın hepimize aşk, o da yetmez tutku getirmesini dilerdik

26 Ocak 2008
Boşandı boşanacak gökyüzü gibi. Patladı patlayacak okyanus gibi. Şarkıdaki nakarat gibi: Gri. Paris gri. Fırtınalı pis bir hava. İnsanın yüzünü kesen bir ayaz. Havaalanından çıkar çıkmaz ilk uçakla geri mi dönsem acaba diye düşünüyorum. Böyle havalarda taksiciler de evlerinden çıkmıyor olsalar ki, duraktaki kuyruk insanın gözünü korkutuyor. Bir yandan bavulumu çekip bir yandan otobüs biletlerinin satıldığı gişeye ulaşmaya çalışıyorum. Gişelerin önü kalabalık. Önümde gelen gideni ittiren saygısız bir kadın. Takınabildiğim en kötü ifademi takınıp kadına bakıyorum ama görmezden geliyor. Kimi niye ittirdiğini anlasam belki bu kadar sinirlenmeyeceğim ama o bu dünyaya belli ki önündeki ardındakileri ittirmek, yaptığı saygısızlığı da hüner sanmak için gelmiş. Varsın sinirim taksi kuyruğunda bozulsun diyor titreşerek bekleşenlerin ardına ilişiyorum. İstanbul’dan öğle saatlerinde kalkan uçakların iyi yanı, kargalar kahvaltılarını etmeden uyanma zorunluluğu olmaması ve sabah trafiğine takılmadan Yeşilköy’e gidebilmek. Ama o uçak Paris’e yazık ki akşam trafiğinin yoğun olduğu saatlerde varıyor. Fransızların dediği gibi: Ya veba ya kolera. Kaçış yok. Ufukta taksi görünmüyor. Sinir kadın gitmiştir, acaba yine otobüsü mü denesem dememe kalmıyor otobüs hareket ediyor. Claudine’i arıyorum. Onun telsiz taksilere ulaşabildiği bir abonmanlığı var. Geldim ama gelemiyorum diyorum. Bekle biraz diyor, diğer hattan telsizcilerle konuştuğunu duyuyorum. Orly yakınlarında boş taksi var mı diye soran sesini uzun bir sessizlik izliyor. Bekliyorum.Titriyorum. Yetmezmiş gibi yağmur da başladı. Dokunsalar ağlayacağım. Neyse ki Claudine tamam diyor, on dakika içinde gelecek taksinin plakasını veriyor. Kuyruktan çıkıp saçak altına giriyorum.

LEZZET TELEFONUN UCUNDA

Hava bir şehri bu kadar mı değiştirir? En son Küba yolculuğu ertesi geldiğimde soğuk ama berrak bir Paris’le karşılaşmış içimden kuşlar havalandırmıştım.

Bu şehir güzeldi. Bu şehir büyüleyiciydi.

Bu şehir gençliğimdi. Bu şehir benimdi.

Ya şimdi? Kalsın. Kim isterse o alsın.

Neredeyse yolculuk süresi kadar bekledikten ve taksiye uçak biletinin parasına yakın bir tutar ödedikten sonra eve gelebildim.

Clau sofrayı kurmuş bile.

Birkaç kişi daha gelecek.

Turuncu laleler, mumlar, saksıdaki yeşilliğe asılı birkaç Noel süsü, odam hazır, hayatımın uzun yıllarına tanıklık eden ev her zamanki gibi sımsıcak, her zamanki gibi sarıp sarmalayıcı.

Salonun penceresinden Eyfel göz kırpıyor.

Hoş geldin! Fırtına, yağmur, geveze şoför, ittirici kadın, sinir, hepsi geçti.

Dolu dolu hoşbulduk, diyorum.

Masadaki büyük tepsiye en sevdiğim peynirler dizilmiş: Keçi, brie, brie’den daha güçlü ve daha akıcı bir başkası, müthiş bir füme daha.

İstediğiniz kadar Fransız mutfağına aşina olun buradaki peynirlerin tümüne vakıf olmanız neredeyse imkansız. İyi bir peynirciniz varsa haftanın her günü mevsimine göre farklı bir yöreden gelen mükemmel bir ürün denemeniz mümkün. Bu ülkede üç yüz altmış çeşit peynir olduğu söyleniyor.

Şarap da öyle. Eğer uzmanlık alanınız değilse bu ülkedeki şarap çeşitlerinin tümünü bilmeniz için bu işe ömrünüzü yatırmanız gerek.

Bu akşam için 2003 Arbois alınmış. Tadıyorum. Hafif, kısa bir kırmızı. Bayılıyorum.

Hoş öyle bir haldeyim ki zehir içsem bayılabilirim.

Daha saçım kurumadan diğerleri de geldiler.

Clement yeni bir çeviriye başlamış, yarın Philippe’in yaş günü, ışığın güzelliğini anlatmaya doyamadığı Güney Fransa’dan bu yüzden kalkıp gelmiş, Olivier’nin iki gün sonra fotoğraf sergisi açılıyormuş heyecandan yerinde duramaması bundan, Vero sırtına saplanan ağrıdan şikayetçi gidip göründüğü doktorların hiç biri derdine derman olamamış, kalk Türkiye’ye gel diyorum, tıp söz konusu olduğunda buraya beş basarız biliyorum, biliyorlar.

Claudine mutfaktan sesleniyor.

Masaya geçiyor 2008’in hepimize sağlık getirmesini diliyoruz. Çok değil bundan yirmi yıl önce aynı grup aynı masanın başında toplanır ve hep bir ağızdan gelen yılın hepimize aşk, o da yetmez tutku getirmesini dilerdik.

Kocadık diyorum. Tek itiraz aramızdaki en yaşlıdan geliyor. Philippe ne kocaması diyor, belli lafına siz daha gençsiniz diye devam edecek, sözünü balla kesiyor sana göre öyle diyerek bitmeyecek bir sohbetin kapısını aralıyoruz.

Claudine başlangıç olarak cevizli hindiba salatası yapmış. Geri kalanı ısmarlama. Ördek uzun süredir yediğim en iyi ördek. Zeytinli, patatesli. Onu izleyen kahveli dondurma müthiş lezzetli. Bir de Maison du Chocolat’dan gelen çeşit çeşit macaronlar var ki sormayın gitsin.

Burada damak tadına düşkün insanlara sunulan öyle bir hizmet var ki kıskanmadan edemiyorum. Tek başına çift başına ya da çok başına davet vermek istediğinizde elinizin altında öyle çok seçenek var ki, say say bitmiyor.

Hepsi telefonun ucunda. Aklınıza estiğinde hiç düşünmeden on yedi kişiyi hadi bize gidelim diye eve çağırabilir ve yolda ettiğiniz bir telefonla herkesi mükemmel ağırlayabilirsiniz.

İşin en hoş yanı da bunun için ödeyeceğiniz paranın, bu yemekleri bizzat hazırlasınız ödeyecek olduğunuzdan daha az olması. Zamanınızın size kalması da cabası.

Laf lafı açtı. Beşinci kadehlerden sonra biri Jean Marie Gourio’nun kitabından söz etmeye başladı, kısa tezgah öyküleri diye çevirebilecek Breves de Comptoire’a dayandı.

Jean-Marie Paris tezgahlarına dadandığı yıllarda aynı tezgahı paylaştığı serhoş müdavimlerden bir demet derlemiş. Özlü sözler.

Biri kitabı açtı, okumaya başladı. Katıldık.

Diğeri devam etti... Katıldık.

Gözümüzden yaşlar geldi...

Ama kim...

Entel dediğinin de kakası gelir. Bizden tek farkları yaparken okumaları... Diyen bar feylesoflarını okurken katılmaz ki?
Yazının Devamını Oku

Herkesin konuştuğu lokantaya gitmek farz oldu, gittim

19 Ocak 2008
Gusto dergisinin ocak sayısında kısa süre önce Gümüşsuyu’nda açılan ve şimdiden İstanbul’un afili lokantalarından biri haline gelen Topaz ile ilgili yazıyı okuduğumda uzun sürecek Güney Amerika yolculuğuna çıkmadan Topaz’a gitmenin şart olduğunu düşündüm. Şarttı çünkü kiminle karşılaşsam Topaz’a gidip gitmediğimi, gittiysem nasıl bulduğumu soruyor, henüz gitmediğimi söylediğimde de hele bir git de öyle konuşalım dercesine başını sallıyordu.

Kimine göre mekan müthiş, yemekler vasattı.

Kimine göre yemekler müthiş, mekan vasat.

Kimi her ay değişen yabancı şeflerin kuş kondurmadığını söylüyordu.

Kimi bu fırsatı bulunmaz nimet belliyordu.

Mekan Kaya’nın mekanıydı.

Yani Nişantaşı ve Reina içinde yer alan Niş’lerin sahibinin.

Kaya’yı tanırım. Bir işe soyunduysa mükemmel bir iş yapmak adına soyunduğunu bilirim.

Ama aynı adres için karşıma bunca farklı fikir çıkınca ne yalan, mükemmel bir yer açayım derken galiba ipin ucunu kaçırdı diye düşünmedim değil..

Millet konuştu ben dinledim, dinledikçe merak ettim ama son haftaların kargaşası ve onu izleyen hastalıklar silsilesi içinde vakit bulup Topaz’a gidemedim.

Sonra elime Gusto geçti.

Gusto dergisinin müdavimleri bilir: Her ay Ahmet Örs ve Esin Sungur yanlarında çoğu zaman Teoman Hünal, o buralarda değilse başka bir lezzet avcısı, İstanbul lokantalarından birine giderler. Her biri farklı bir yemek ve yemeğe eşlik edecek bir içki seçer. Sonra edindikleri izlenimleri başta yemek olmak üzere servisin kalitesinden ödedikleri hesaba varıncaya dek Gusto dergisi okurlarıyla paylaşırlar.

Üçünün kim olduğunu bilmeyen yoktur ama olur da tanımayan bir iki kişi kalmışsa diye söylemeden geçmeyeyim: Hepsi de ömürlerini ve gönüllerini bu işe yatırmış, bir yeri överken olsun yererken olsun neden övüp yerdiklerini dilleri bükülmeden söyleyen taam erbabıdırlar,

Bu ay Topaz’a gitmişler:

Ahmet Örs, İstanbul’un bu yeni lokantası için şöyle bir benzetme yapmış : Bazen bir konsere giderim, solist çıkar çalmaya başlar ve nerede yanlış notaya basacak kaygısıyla ellerim terler, strese girerim. Bazen de bir solist çıkar daha ilk notadan itibaren rahatlar gevşerim, kaptırır kendimi giderim. Yemek de öyledir, mekanla yemek arasında o uyum oluşursa, yemek de mükemmel geçer, ne gerilinir ne strese girilir.

Bu benzetmeden de anlaşılacağı üzere yemeklerini nerede yanlışlık olacak gerginliği eşliğinde yemişler.

Ama yazının bütünü okunduğunda da fazla da bir eleştirileri yok sanki.

Teoman barın yerinin şimdi olduğu gibi arkada değil muazzam manzaraya açılan camın önünde olması gerektiğini, grisini servisi yapıldığı halde masaya zeytinyağı gelmediğini, ev yapımı ekmeklerin parmak ısırttırmadığını üstelik ekmekler geldiğinde ortalarda gözükmeyen tereyağı gibi eksikliklerin canını sıktığını, böylesine iddialı mekanlarda buna benzer aksaklıkların olmaması gerektiğini söylüyor. Yerden göğe haklı.

Esin Hanım’ın itirazı daha çok puf böreğine. Lezzetli buluyor ama puf böreği diye gelen böreği bildiğimiz puf böreğinden çok kıymalı çöreğe benzetiyor.

Ahmet Örs’e gelince başlangıç olarak gelen kömür ateşinde patlıcana sarılı barbun terin’inden memnun kalmamış. İtirazı yediği yemeğin lezzetinden çok terin olarak sunulmasında. Çünkü terin bilindiği gibi uluslararası bir terim. Yapılan yemek çok lezzetli bile olsa bu teknikle pişirilmemişse -ki durum o- Ahmet Bey haklı olarak sinirlenmiş.

Ana yemek olarak gelen ördeği lezzetli, Esin Hanım’ın ana yemek olarak istediği ayvalı tavuğa eşlik eden falafeli ise kuru bulmuş.

Bir de iskorpit çorbasının fazla kaçan domates sosu var. Burada da hepsi hemfikir.

Bunun dışında fazla eleştirileri yok.

Üç kişilik gruptan Teoman Hünal ve Ahmet Örs’ü bizzat tanırım.

Her ikisinin de iş yeme içmeye geldiğinde kolay beğenmeyen, çıtalarını dünya ölçütleriyle belirleyen insanlar olduğunu bilirim. Onlar bile kusur olarak bunları buldularsa damak zevklerinden pek emin olmadığım başkalarının mekan güzel ancak yemekler vasat demelerini anlayabilmiş değilim.

Artık farz oldu: Gidip denemeliyim.

Annem kuzuya 9 kuşkonmaza 7 verdi babam ıstakozu tek geçti: 10

Annemin yaş günü.

Ne yapsak ne etsek nereye gitsek, içinden çıkamıyoruz.

Sarp’ın evine de bana da gelemezler çünkü babam merdiven çıkamıyor, gündüz için bir program yapsak herkesin işi var, akşam desek geç kalmadan dönmek gerek, ayrıca köprü çilesi çekmesinler diye sürekli karşı yakadaki adresleri düşünüyor ama orada da bizim garip isteklerimizi karşılayacak bir yer bulamıyoruz.

Nereye nereye derken aklıma cankurtaran simidi gibi Topaz düştü.

Tek dert köprü.

Yeni, bilmedikleri bir yer.

Serde bir taşla iki kuş vurmak da var.

Bundan iyisi düşünülebilir mi?

Hemen yer ayırttım.

Saat sekiz bardaydım.

Topaz yüz kişilik büyük bir lokanta.

Ön cephe yere kadar cam. O camların arkasında da canım İstanbul var.

Manzara o kadar güzel ki sanki onun önüne bir şey geçsin istenmemiş. O yüzden dekor hayli sade. Kolonlara ve duvarlara ahşap giydirilmiş. Tavandan sarkan aydınlatmalar bir Türk’ün tasarımı ama Danimarka’dan getirtilmiş. Ve o opalin aydınlatmalar mekanın özelliğini belirlemiş: Bar kısmı, tavan ortası tıpkı o lambalar gibi köşeli.

Masalarda beyaz örtüler...

Lokanta gibi bir lokanta yani.

Barda bir yandan annemleri bekliyor bir yandan içkilerimizi içiyoruz. Sarp’la ikimiz viski, Mus her zamanki gibi votka.

O an karar verdim.

Bıraksam Sarp dışında herkes bildiği bir yemeği seçecek ve mönünün iddialı yemekleri güme gidecek.

Kararım karar: Hepimiz tıpkı Gusto ekibinin yaptığı gibi farklı yemekler deneyecek ve yediklerimize not vereceğiz.

Masaya geçtik.

Annem iyi aşçıdır, başlangıç olarak kuşkonmaz, ardından kuzu istedi.

Babam dalgıç ve balıkçıdır. Denizden babam çıksa yerim cinsinden. Önünü arkasını bırak, iyi bir ıstakoz yeter dedi.

Mus klasikten şaşmaz ama verilen dersi de unutmaz: Çikolata soslu bıldırcın, ardından da mantarlı risotto söyledi.

Sarp her zaman uçarıdır, av eti denedi.

Bana gelince hepsinden tadacağım ya, ben şarabı seçtim: Chianti Classico Peppoli 2003.

Annem kuzuya 9, kuşkonmaza 7 verdi.

Babam ıstakozu tek geçti: 10

Bıldırcın filetonun kendi mükemmel, yanında gelen mercimek iyi; çikolata sos fanteziydi: 8

Risotto 4.5’tan 5’le sınıfı geçti.

Benim kara horozlu Chiantim ise gerçekten iyiydi. Topaz’a gelince...

Topaz, bizim de tattığımız yemeklerin yaratıcısı olan konuk aşçı Laura Sanchez’e rağmen bilinen anlamda bir şef lokantası değil. Yani önünüze gelen yemeklere yarı şaşkınlık bolca hayranlıkla baktığınız, arada yollanan atıştırmalıklara bayıldığınız, adı mutfakla özdeşleşen şeflerin yıldızlarını kaybetmektense intihar etmeyi seçtikleri lokantalardan değil.

Topaz, İstanbul Gümüşsuyu’nda iki ay önce açılmış, her ay değilse de her sezon yabancı diyarlardan gelen şefleri konuk eden, onların mönülerini kendi mönüsüne ekleyen, bizlere farklı tatlar sunmayı hedefleyen çok güzel bir lokanta.

Manzara olağanüstü.

Yemekler lezzetli.

Pahalı.

Nokta.
Yazının Devamını Oku

Küt parmaklı ya da ibik saçlı şefleri izlerim

11 Ocak 2008
Alice diye bir kanalın varlığını bundan sekiz yıl önce, bir ameliyat sonrası kırk beş gün kıpırdamadan yatmam gerektiğinde keşfetmiştim.  Canım o kadar sıkılıyordu ki, ne kitap okuyabiliyor ne de annemin yatağın karşısına yerleştirdiği ve neredeyse hiç kapatmadığım televizyonda dişe dokunur herhangi bir program izleyebiliyordum.Varsa yoksa Alice.Varsa yoksa bıyıklı ve küt parmaklı bir şefin hiç konuşmadan yaptığı yemekler.Adam hiç konuşmamasına rağmen, kaşından gözünden şıp diye anlaşılacağı üzere İtalyandı. Zaten Alice de başta İtalyan mutfağının farklı lezzetleri olmak üzere İtalyan yaşama kültürünü tanıtmaya yönelik bir İtalyan kanalı. Program her gün aynı saatte şefin tezgahın arkasına geçmesiyle başlıyor, bir dış ses günün yemeğini anons ediyor, kamera yakın plan çekimle tezgahın üzerinde duran malzemeleri gösteriyor, şef yemeği hazırlamaya başladığında aynı dış ses adamcağızın yaptıklarını tane tane anlatıyor, program malzemelerin dört ayrı dilde yazılmış listesinin ekranın sol üst köşesinde belirmesi ve bir elin o yemekle içilmesi önerilen şarap şişesinden kadehe döktüğü şarap görüntüsüyle bitiyordu. Daha doğrusu o görüntüye eşlik eden, afiyet olsun temmenisi ile...Kısa, basit, anlaşılır bir format.Bir süre sonra iyileşip ayağa kalktım ama programı izlemeyi bırakmadım.Gel zaman git zaman küt parmağın yerini telaşsız yemek hazırlayan zarif bir kadın aldı ama yemeklerin lezzeti hep aynı kaldı.Biliyorum, çünkü İtalyanca bilmememe rağmen kamera va malzeme listesi sayesinde hazırlamakta hiç zorluk çekmediğim birçok tarifi denedim. Ve ne yalan, hepsini çok sevdim.Sonra neden bilmem, Alice kanalı yok oldu, daha doğrusu Home TV adıyla yayın yapan bir Amerikan kanalının içinde küçük bir bölüm olarak gösterilmeye başladı ve işin tadı kaçtı.Neredeydi benim daha izlerken iştahımı kabartan sevgili Alice’m, neredeydi otuz dakikada üç kap yemek yapmayı marifet sayan, yaptıklarının bir matah olmadığı görür görmez anlaşılan Rachel Ray ya da zevzek bir kadının ona yemek yapmayı öğreten genç adama, eline aldığı mısır koçanına bakıp bu mısır mı türü sorular sorduğu programlarla dolu Home TV.Orta sınıf Amerikalıların göz ve damak zevki varsın kalsındı.Bana bugüne kadar öğrendiklerim yeter de artardı.İzlemeyi bıraktım.Bırakmasına bıraktım ama yemek kitaplarını roman okur gibi okuyan benim gibi biri, bir de iyi kotarılmış yemek programlarına alışmayagörsün, bu alışkanlığından kolay kolay vazgeçemiyor.JAMIE TUTKUNU OLDUMBir gün kanallar arasında hoplayıp zıplarken Jamie Oliver ile karşılaştım.Çıplak Şef adıyla yayınladığı yemek kitaplarından haberim vardı, Londra’da yaşayan sıra dışı bir şef olduğunu, lokantasının önünde kuyruklar oluştuğunu biliyordum ama o kadar.BBC’de karşıma çıkan bu ibik saçlı peltek İngiliz, bir yandan taş havanın içine doldurduğu baharatları deli gibi döverken bir yandan da işçi sınıfına özgü aksanıyla neler yapmamız gerektiğini anlatıyor, arada kahkaha atıyor, elini kesiyor, parmağını emiyor, hamuru, nereye koyduğunu unuttuğu merdanenin yerine yıkayıp temizlediği zeytinyağı şişesiyle açıyor, duman ve yanmış yağ kokusuyla boğuşmak istemiyorsak somon balığını ızgaraya asla yağlayarak koymamamız gerektiğini söylüyor, yemekleri müthiş bir hızla art arda hazırlarken pişirme tekniklerini gösteriyor ve çekinmeden onları özel kılan püf noktalarını veriyordu.Hızlıydı, sevimliydi, sahiciydi ve dünyaya dokunulmaz şef görüntüsünü yıkmak için gelmiş gibiydi.Biraz izledikten sonra aklıma yatan bir tarifini denemeye karar verdim: Pırasalı nohut çorbası. Hmm. İyi.Derken arkası geldi.Çok geçmeden Jamie Oliver tutkunu oldum çıktım.Digitürk, Show Plus adlı yeni bir kanalı yayına soktuğunda ve orada hafta içi her gün benim peltek İngiliz’in programı olacağını öğrendiğimde havalara uçtum. Jamie bu kez daracık bir merdivenle üst kata çıkılan evinde arkadaşlarını, sadece arkadaşlarını da değil karşı inşaata çalışan işçileri, el aldığı ustaları, lokantasında çalışanları, alışveriş ettiği esnafı, anneannesini, dadısını, birlikte futbol oynadığı arkadaşlarını, velhasıl bildiği tanıdığı herkesi ağırlıyor ve onların yemekten hoşlanacağı yemekler hazırlıyordu.Bu işi bir sezon yaptıktan sonra onu Londra’da açacağı yeni lokantada çalıştırmak için fakir bölgelerden gelen ve hiçbiri yemek yapmayı bilmeyen gençlere ders verirken bulduk.O da bittikten sonra aklını İngiliz çocukların okullardaki kötü beslenmesine taktı ve hükümetin desteklediği sağlıklı yemek kampanyasını başlattı.Hálá buna devam ediyor ve hamburger dışında bir şey sevmeyen, sebze dendi mi yüzlerini ekşiten bebelere farklı tatları sevdirmek, alışkanlıklarından kurtulmayı istemeyen okul aşçılarına da farklı yemekler pişirttirmek için mücadele veriyor.Ben kendisini hala büyük bir zevkle izlemeye devam ediyorum.Çünkü bizimkilere yemek programı denmezPeki izlediğim sadece küt parmaklı, ibik saçlı şefler mi?Ya Türkler?Ya bizim yemek programları?Türk kanallarındaki yemek programlarına da rastladıkça göz atıyorum ama ne yalan, hiçbirinin tutkunu olup çıkmadım.Nedenine gelince, hemen hepsinin şefler tarafından değil hamarat ev kadınları tarafından yapılan, neredeyse birbirinin tıpkı basımı programlar olması.Nasıl bir program derseniz, bir mutfak firmasının sponsor olduğu ve tercihen çekim gününe kadar programı yapanın bile görmediği, dolayısıyla ocağı yakabilmek için en az iki dakika düşündüğü allengirli büyük bir mutfak, raflarda allı güllü tencereler, gene allı güllü kullanılmayan çaydanlıkla demlik, tezgahın arkasında da elleri lastik eldivenli kadınlar.Bazen Emine Beder’in programında olduğu üzere iki, bazen Ece Erken’in programında olduğu üzere üç, bazen gelen konukla birlikte dört hatta beş kadının bir yandan yemek pişirirken bir yandan sohbet ettiği ve nedense hep aynı yemekleri pişirdikleri programlar.Biri dediğim gibi hamarat, yemekleri o yapıyor, biri ona kesmede biçmede doğramada yardımcı, bir üçüncü varsa eğer, onun görevi gelen konuklarla ya da yurdumun dört yanından telefona sarılıp arayan kadınlarla çene çalmak.Sohbet konusu ne?Hiç.Ayy yavrum ne şeker şeysin sen öyle, teşekkür ederim teyzecim, yalanım varsa çarpılayım ben seni zaten çok severim, teşekkür ederim teyzecim, dün sabaha karşı kalkıp gene seni izledim, teşekkür ederim teyzecim, kızım kılığını çok sevdi gönderir misin, teşekkür ederim teyzecim... Kah kah kih kih.Peki tarifi verilen yemekler hangisi?Her Türk’ün evinde bin yıldır yapılan kabak tatlısı ile gül böreği.Üstelik ekran başında bile tatlının şerbetinin az, yufkaların kalın olduğu görülüyor.Bir de elli kere tekrarlanan malzeme listesi yok mu?Elli kere tekrarlanan ve bazen de listede olduğu halde kullanılması unutulan.Emine Hanım bir seferinde altı yumurta kullanarak bir şey hazırlayacağını söyledi.Hazırladı da.Bitirdi, fırına attı.Malzeme listesini bir kez daha hatırlattı.Ama yumurtalar hálá orada, tezgahta.Olmaz mı olur, bazen unutulur, ama bir zahmet ertesi gün açıklama yapılır, özür dilenir.Diyeceğim o ki, yemek programları yeni bir şey öğrenmek için izlenir. Ya bir tarif, ya bir teknik.Gulriz Sururi’nin zamanında yaptığı gibi bir iki başarılı örnek dışında, bizde yapılanlara ise yemek programı değil, başka şey denir.Bir yemek defterinin kitaba dönüşme hikayesi Gamze Bursa, yıllarca anne usulü yemek defteri tuttu. Kesin bir rakam vermek gerekirse, tam 20 yıl. Güvenilir tariflerle doldu defter. Sonra bu 162 tarafi kitap haline getirmeye karar verdi. Geçen ay piyasaya çıkan Net 425 g. isimli yemek kitabı, yenilikçi tarifleri, farklı sunumlarla hazırlanmış görselleri ve modern yüzlü tasarımı ile yemek kitapları dünyasına farklı boyut kazandırmaya aday. Yazarın günlük yaşamında kullandığı çeşitli kaynaklardan derlenmiş veya eski lezzetlerin güncel malzemeler eklenerek farklılaştırılmış şekliyle yeniden hayata geçirilmiş, ama her biri defalarca denenmiş tariflerden oluşuyor. Anlatımı akıcı ve yalın. İçki ile birlikte servis yapılacak atıştırmalıklar, çorbalar, et, balık ve tavuk yemekleri, makarnalar, kişler, sufleler, ekmekler ve tatlılardan oluşan tarifler, fotoğraflarla birlikte veriliyor. Fotoğrafları Gökçe Erenmemişoğlu çekmiş. Kitabın grafik tasarımını Berna Korit
Yazının Devamını Oku

Alternatif kutlama yapmanın zamanı gelmedi mi?

5 Ocak 2008
Şifayı kapmışım.<br><br>Hem de fena halde. Aksırık, tıksırık, yüksek ateş.

Yılın bu aylarında sürekli hasta olmamın bir nedeni olmalı.

Adrenalinin boşalttığı yeri davetsiz bir mikrobun doldurmasının bir açıklaması.

Pervasız geçirilen bir yılbaşı düşünmeyin hemen.

Neredeyse kendimi bildim bileli yılbaşı gecelerini evde geçiririm ben. Ne sokağa çıkarım ne evde bir şey hazırlarım. Yılın son gecesi sıradan bir gece gibi gelir geçer. Ne yapıyorsam, ne yapacaksam o.

Bu yıl da hiçbir şey yapmadığım gibi tavuklar misali erken yatıp kargalar gibi gün ışımadan kalktım ama heyhat!

Gene olan olmuş: Zaten çatlak olan ses daha da çatlamış, vücut lime lime, sırtta anlamsız bir ürperme, boğaz batıyor, bir titreniyor bir terleniyor.

Hemen önlemimi aldım.

Limonlu ballı sıcak sular, soğuk algınlığı ilaçları, ağrıyan yerlere Çin yakısı.

Oysa biliyorum. İstediğim kadar yakı yakayım bu meret davetsiz misafir gibi gelecek, canımı sıkıyormuş, düzenimi bozuyormuş zerre aldırmadan dilediği kadar kalıp canı çektiğinde gidecek.

Tecrübe ile sabit.

Bu işte dediğim gibi yılbaşı gecesinin belki suçu yok ama adım gibi aralığın hele hele aralığın ikinci yarısının parmağı olduğunu biliyorum.

Şu son yıllarda kurumların, kuruluşların, arkadaşların, dostların yılbaşı kutlamalarını öne alıp hemen her gece davet vermelerinin yanı sıra bizim ailenin handiyse tüm fertlerinin doğum günlerinin de bu döneme denk gelmesinin hemen her yıl bana musallat olan bu merete zemin hazırladığı bir gerçek.

Oraya koş, buraya yetiş, kime ne alayım, kime ne yapayım diye düşün, elden geldiğince bir şeyler hazırla, onu çağır bunu çağırma, onu çağırıp bunu çağırmamanın hesabını ver, hoş olsun güzel olsun ilginç olsun diye didin, seninle birlikte başkalarını da didindir, cıva gibi ele gelmez adamları bir araya toplamaya uğraş, bir arada tutmaya çalış, arada koş git saçını boyat, dişçi randevunu unut, unuttuğun için kendine kız, baban hastalansın, babana yetiş, hastaneye gittiğin için katılacağını söylediğin halde katılamadığın davetlere neden katılamadığını bildireme, hayıflan, oradan oraya seğirtirken trafikte sıkış, fenalık geçir, yurtdışından senin için kalkıp gelen dostlarını ağırlamayı görev bil, böreğe bayılır aç, kahvesini şekerli içer hatırla, telefonlara yetiş, hal hatır sor, hal hatır soranlara halini anlat, her on dakikada hafızasının dolmak üzere olduğu sinyalleri gönderen cep telefonunu duvara fırlatmaktan son anda vazgeç, gelen mesajları oku, duygulan sakla, sinirlen sil, yazıya otur cümle kurama, kapı çalsın kurye gelsin, kapı çalsın sucu gelsin, kapı çalsın makbuz gelsin, kapı çalsın usta gelsin, kapı çalsın cinnet geçir, Tomris Uyar’ı hatırla, yatış, onu hatırlamışken gidenlere selam yolla, Berran de, Memet de, Yavuz de ağla, gözyaşın kurumadan hazırlanmaya başla, çık, git, dön, yeniden başla.

Bu tempoda geçen üç haftadan sonra gel de hastalanma!

Aslında hastalığımı yazmaya niyetli değildim ama insanın neresi ağrıyorsa canı orada denir ya yazmayı kurduğum şey de uçtu gitti.

Yazmak istediğim benim çıkmayıp da mışıl mışıl uyuduğum gecede milletin daha doğrusu çevremdekilerin neler yaptığını öğrenip onlardan bir demet (!) derlemekti.

Gene tecrübe ile sabit: Yılbaşı ertesi kime gecesinin nasıl geçtiğini sorsam bir sızlanma manzumesi ile karşılaşırım. Gencinin, yaşlısının gecesi berbat geçmiştir. Ama gene de uslanmaz yıl sonu yaklaşırken program yapmaya başlarlar. Bir tür kaşınma hali.

Oysa İstanbul yılbaşı gecelerinin kutlanabileceği bir kent değil artık.

Bir kere güvenli değil.

İşte gene Taksim’de iki turist taciz edilmiş, kızlar canlarını eczaneye atarak kurtarmış, peşlerindeki gözü dönmüşlerin sayısı elliden fazlaymış.

Ellerine geçirseler muhtemelen iş tacizden çıkıp linçe varacak.

Gene millet soyulmuş, tartaklanmış, kazıklanmış.

Gene millet trafikte sıkışıp kalmış, meşhur geri sayımı taksilerin arka koltuklarında yapmış: Ooon, dokuz, sekiz, yedi, altııı!

Hani bunun adı kutlamaydı?

Ama bu yıl beni en çok güldüren hikayeler dışarı çıkmayıp evlerinde kalmayı seçen, yeni yılı aileleri ya da birkaç arkadaşlarıyla kutlamayı seçenlerden geldi.

KOMŞUNUN TENTESİNDE PATLAYAN HAVAİ FİŞEK

Biri yeni taşındığı evine on-on beş kişi çağırmış. Hem yeni evi hem yeni yılı kutlayacaklar. Yemekler yapılmış, sofralar hazırlanmış, giyinilmiş süslenilmiş.Trafik hesaba katıldığından erken buluşulacak, yılbaşı gecesi gece değil akşamüstü başlayacak. Hesaba trafik katılmış ama meretin şişede durdurduğu gibi durmadığı erken başlanılan kutlamaların beraberinde yıkımları getirdiği katılmamış. Bir iki telef verdikten sonra gece yarısına doğru ayakta durmakta zorluk çekenlerden birinin aklına gelirken getirdiği havai fişekler gelmiş. Ondan sonrası şu. Balkona düzenek kurulmuş, geri sayım başladığında ilk fişek ateşlenmiş, meret iki fıslayıp tutuştuktan sonra havaya gideceğine yerçekimine boyun eğmiş, gide gide alt kattaki komşunun tentesine gitmiş, için için yanmaya devam etmiş, tente aleve kesmiş, bütün apartman ahalisi evlerindeyken alt komşu evinde değilmiş, millet pencerelere hücum etmiş, böyle tedbirsizlik yapılır mı diye azarlayanlar, polis çağıranlar, yangın var diye bağıranlar, kendilerini sokağa atanlar bu arada içeriden kova kova su taşıyan sarhoş arkadaşlar, tenteye dökeceğine suyu aşağıda toplaşanların üzerine boşaltanlar...

Sonunda söndürmüşler ve yaklaşık iki saat sonra gelen polise sabaha kadar ifade vermişler.

DEDE EVİNDEKİ KUTLAMA SONUNDA OLDU FİYASKO

İkincisi aile yemeği.

Anneanne ile dedenin evinde.

Her yıl yılbaşı gecesi anneanne müthiş yemekler döktürüyor ve aile uzun masanın etrafında bir araya geliyor: Kardeşler, kardeş eşleri, çocuklar.

Tam tamına on iki kişi.

Hindiye kadar her şey iyi.

Öpüşüp koklaşmalar, şerefeler, yeni yıl hepimize sağlık mutluluk getirsin dilekleri...

Ama sonrası salya sümük.

Dede günlük tüketimini birkaç kadeh aşıyor.

Anneanne yaklaşan felaketi önlemeye çalışıyor. Önleyemeyeceğini sezince o da içmeye başlıyor. İçtikten sonra aklına Avusturalya’da yaşadığı için orada olmayan kızı ve torunları düşüyor ve gece dedenin gay olduğunu hiç saklamamış 48 yaşındaki oğluna ne zaman evleneceğini sormasıyla bitiyor.

Kapıyı çarpıp gitmeler, Allahım ben bunu hak etmek için ne yaptım diye dövünmeler, yetti artık buraya eğlenmeye mi ağlamaya mı geldik şikayetleri, eve dönmek istiyorum sızlanmaları, gelecek yıl arkadaşlarımla çıkacağım tehditleri, soğuyan hindi ve televizyondan yükselen geri sayım sesleri: Dokuz, sekizzz, yediii.

Abdi İpekçi’de sebilhane bardakları gibi yan yana dizilmek değil ama sizce de alternatif kutlama yapmanın zamanı gelmedi mi?
Yazının Devamını Oku

Çıt çıt gibi, boncuk gibi küçük şeyleri sevmek inanın çok önemli

29 Aralık 2007
Bayramda evde oturmaya karar vermişim.<br><br>İlk gün hava kötü, film seyredip dinleneceğim. İkinci gün köprü boş olur umuyorum, karşıya geçeceğim: Annem, babam, Selmuş.

Üçüncü gün gene ev, gene film.

Belki biraz da açılmayı bekleyen kitap karıştırabilirim.

Ama o kadar.
/images/100/0x0/55ea8084f018fbb8f88424d1
Kararlıyım, bu bayram böyle geçecek: Dinlenilecek, dinlenilecek, dinlenilecek.

Miskinlik edilecek.

İlk iki gün programa üç aşağı beş yukarı uydum.

Üçüncü gün hava açtı ya, tutabilene aşk olsun.



Çıt Çıt’ta Canan Göknil’in de ister ister istemez katılacağı bir aile yemeği var.

Canan da katılacak, çünkü aile yemeği onun anne tarafını bir araya getiren bir yemek.

Kaç zamandır Çıt Çıt üzerine bir şeyler karalamak istiyor, ama yazmadan Selmin Çapa ile Sedef Bozok’un yıllarca başka yerlerde, başkalarının adına çalıştıktan sonra açtıkları bu küçük mekana gidip bir şeyler yemek istiyorum.

Hep kapıdan geçerken uğramış, barda oyalanmış, karşılaştığım tanıdıklarla laflamış ama punduna getirip ne yenir ne içilir tadına bakmamışım.

Hazır böyle bir imkan var, hava da güzel, fırlayıp Çıt Çıt’a gitsem, uzun süredir görmediğim Canan’ı görsem, aile toplantısı için yapılan yemeklerden yesem, fena mı olur?

Fırladım.

Çıt Çıt, Fulya Polat Residence’ın altında adı gibi alçakgönüllü, mini minicik bir yer.

Burayı açmaya karar verip de ne ad koyacaklarını düşündüklerinde Sedef’in aklına gelmiş, Çıt Çıt adı.

Karşılığı olmazsa işe yaramayan, ancak ikisi bir arada olunca işlev kazanan, önemsiz bir ayrıntı gibi durmakla birlikte ihtiyaç durumlarında yerine başka şey konulamayan bir nesnedir ya Çıt Çıt ondan mülhem.

İki katlı.

Alt katta küçük bir bar, beş altı masa üst katta, açık mutfak ve bir o kadar daha masa var.

Kırk elli kişilik.

Pasajın içinde olduğundan gelen geçenin gözüne ilişebilecek bir yer değil. Zaten gelen geçen gelsin istenmemiş, bilenler gelsin yeter denmiş.

Üst katlarda oturanlar, yakın yerde çalışanlar, aynı semtte yaşayanlar için açılmış, biraz da mahallelinin toplanma yeri olarak düşünülmüş bir mekan.

Her gün on beş milyon liraya çıkardıkları dört kap öğle yemeği ve pazar günleri isteyenin yap boz oynadığı, isteyenin dergi karıştırdığı, tavlacıların mars naraları arasında sundukları zengin bir kahvaltı var. Bir de elbette akşam yemekleri ve bar sohbetleri.

Bugüne kadar özel doğum günü partileri de yapmışlar, yemek pişirmekten hazzetmeyen ev sahipleri için davet yemekleri de hazırlamışlar, şu ya da bu nedenle kutlama yapmak isteyenler için mekanı da kapatmışlar.

Cumartesi gittiğimde ailenin bütün üyeleri çoktan masalara geçmiş, küçük şişe şampanyalarını içmişlerdi.

Ben bara geçtim ve Selmin’in boşaldıkça doldurduğu şampanyamı yudumlamaya başladım.

Sonra önüme küçük bir sepet koydular: Nefis cızbız, patates kızartması, hardal.

Sonra salata geldi.

Sonra makarna.

Makarnanın son çatalında da Canan.

Özlemişim.

Lafımız bitecek gibi değil, akşam buluşmak üzere sözleştik, Selmin ve Sedef’i Çıt Çıt için kutladım, çıktım.

ANTİKACILAR HÁLÁ ORADA

AMA ÇUKURCUMA DEĞİŞMİŞ


İstikamet, Çukurcuma.

Bundan iki hafta önce tam da Galata Tasarım Haftası’nın olduğu günlerde (O da ayrı bir yazı konusu, gerçekten müthiş başarılı bir iş) yolum Çukurcuma’ya düşmüş, uzun süredir gitmediğim semtte açılan dükkanları ağız tadıyla gezemediğimden ilk avareliğimde yeniden gelmeye ahdetmiştim.

Çukurcuma benim bir zamanlar haftanın birkaç gününü geçirdiğim, dolayısıyla girdisini çıktısını iyi bildiğimi zannettiğim yerlerdendir.

Gel gör ki, şu son yıllarda değişmiş.

Bir zamanların antikacıları hálá oradalar ama onlara bir de genç tasarımcıların dükkanları, genç sanatçıların işlikleri, genç mimarların büroları eklenmiş.

Sokaklar gene bildiğimiz sokaklar... Karanlık, izbe.

Akşam olup da gün soldu mu hálá ürkerek yürünüyor, hangi sokağın hangi dönemecinde karşına hangi sürprizin çıkacağı kestirilemiyor, ama insan o dükkanlardan içeri adım attığı anda kendini şehrin dayattığı çirkinliklerden azade hissediyor.

Başka bir diyar, uğraşları farklı olsa da estetik kaygıları ortak insanlar.

A la Turca mesela: Erkal Aksoy’un yeri. Üç dört katlı bir bina. Sicimlerle paket misali bağlanmış birbirinden değerli kilimlerin eski bir kütüphane rafında sergilenmesi, zemin katın açıldığı gizli bahçenin güzelliği, çıtır çıtır yanan şömine, tanıdıklara sunulan ev yapımı vişne likörü, mahzendeki eski tahta masanın üzerine dizilmiş Tokatlar, Çanakkaleler, Maraşlar, orta sehpayı handiyse kaplayan dev kavanozlara doldurulmuş ayvalar, oradaki duvarda bir oryantalistin hüzünlü resmi, önünde kimbilir hangi yıllardan kalma eski bir tepsi... Ama belli... Hepsine değen Erkal’ın eli.

Mesela Öykü’nün Art i Choc’u.

Ne Japonya’da ne Fransa’da, el dokuması yapan sanatçıları olmasıyla övünen bu iki ülkede de böylesine güzel keçe işi görmedim ben.

Keçe dediğim de dede yadigarı keçe değil. Tüy organze ile kıl keçenin akıl almaz birlikteliğinden doğmuş her biri birbirinden güzel giysiler, çantalar, şallar, takılar...

Mesela Birsen Cambaz’ın Seramik Atölyesi.

Kulağına kurşunlar, Nike amblemli cam göbeği nalınlar, balıkçı tablasında zıplayacakmış gibi duran balıklar, Arnavut biberlerinden yapılma kırmızı elbise, hepsi seramik, hepsi zeki ve yetkin bir sanatçının elinden çıkma, hepsi komik.

Mesela Derya Mursaloğlu’nun D Art’daki kağıt işleri. Panolar, dev tabaklar, her biri üzerlerine nakşedilmiş dualarıyla göreni yüreğinden vuran iri yumurtalar, takılar...

DERİ PERDE BU KADAR MI

ÇARPICI OLUR?


Kağıt işi Japonlarla Finlilerin tekelinde denir ya, palavra.

Mesela Nahide’nin kendi gibi farklı dükkanı.

Deri perde bu kadar mı çarpıcı olur? Necef bu kadar modern? Sini çağa bu kadar mı ayak uydurur? Gündelik eşya özel?

Mesela Yeni Zellanda’dan kalkıp gelen, Çukurcuma’yı kendine mesken tutan Chris...

Ellili altmışlı yılların ruhunu mu özlediniz, dükkanını ziyaret edebilirsiniz.

Gene Aslı orada, Tombak orada, Pınar’la Hiko orada.

İki hafta önce Çukurcuma’ya gittiğimde de rehberim Pınar’dı.

Niyetim, bu sefer de iş yerinden çok, görmüş geçirmiş birinin evine gittiğim duygusu veren dükkanına uğramak, sade kahvemi içtikten sonra yapacağını söylediği halde bu güne kadar teslim etmediği boncuklarımın akıbetini sormak.

Arkeoloji mezunu, taş tutkunu, bildim bileli antika alıp satan Pınar, üç beş yıldır boncuğa gönül verdi.

Varsa yoksa boncuk.

Beykoz’da cam atölyesinde boncuk yapmayı öğrendiğinden beri dünyayı arşınlıyor.

O hocanın peşinde İsviçre dağ köylerinde, bu hocanın peşinde Amerika çöllerinde kazandığı her kuruşu boncuğa yatırıyor, yaptıklarını da e-bay’de satıyor. Ve Allah için müthiş boncuklar tasarlıyor.

Boncuk deyip geçmeyin: O da çıt çıt gibi.

Mütevazi, küçük ama önemli.

Her şeyin, evin, servetin, kuvvetin, kudretin büyüğünün önemsendiği ülkemizde çıt çıt gibi, boncuk gibi küçük şeyleri sevmek inanın çok önemli.

Peki Çukurcuma’yı doya doya gezebildim mi?

Ne mümkün?

Ölü toprağı serpilmiş gibiydi.

Canan ile buluşmama da saatler var... Firuzağa Camii’nin altındaki kahveye oturdum.

Sırtımı ısıtmayan kış güneşine verip, kahvemi söyledim.

Bir bayram da böyle geçti işte...

Miskin.
Yazının Devamını Oku

Anneannem Ferduş

22 Aralık 2007
Aydın, sende anneanne hikayesi boldur, çıkart küfeden bir tanesini yaz dedi. Haftaya ne yazsam diye mızıldandığımı duyunca.

Oysa tezgahta Akın-Gülin Öngör-Selendi 2005- yazısı var ama yazıyı engelleyen bir de sorun var.

Sorun şu: Akın ve Gülin’le Sofa otelin loş lobisinde Küba yolculuğu arifesi ettiğimiz sohbeti, Türk basınının bütün kalemleri dinlemiş de ellerini benden önce tutup yazmışlar sanki. Hangi gazeteyi açsam Akın üzerine, Gülin Öngör Kız Meslek Lisesi üzerine,Türkiye’de ilk kez Şato mantığı ile üretilen ve toplanan üzümlerle yapılan Selendi üzerine, onun kısa tarihi üzerine, Akhisar’da eski bağların berisinde biraz daha yüksekçe bir tepede ekilen yeni bağlar üzerine yazılmış bir yazıyla karşılaşıyorum.
/images/100/0x0/55ea49b1f018fbb8f87629b0
Eh benim de yazacağım eninde sonunda bu.

Fazladan olsa olsa şunu ekleyebilirim.

Akın’ın erken emeklilik kararı ertesi bu işe soyunmasının, buralarda bağ olmaz diyenlere inat Akhisar’da katma değeri yüksek şarap üretimine başlamasının, hem beni hem şarap severleri hem de yöre halkını müthiş mutlu ettiğini söyleyebilirim.

Ben kendi adıma üretiminden etiketine kadar dostlarımın elinden çıkan Selendi’yi hem mis gibi içiyor hem gelen giden yabancı dostlarıma göğsüm kabararak sunuyorum. Çünkü Selendi 2005 iyi bir şarap. Sordum soruşturdum, şarap denince hele bir dur diyen kuşkucularla bile konuştum, onların da Selendi hakkında düşündükleri üç aşağı beş yukarı benim gibi. Yöre halkına gelince, orada yaşayan bir arkadaşımın anlattıklarından biliyorum: Onlar da mutluymuş. Zaten kim sunulan aşı, işi, eğitimi reddeder ki? Ama bu kadar.

Bayram yazısı için oflayıp poflamam da bu yüzden.

Bundan yedi bin beş yüz vuruşluk yazı çıkmaz.

Uzatılırsa da keçiboynuzu olur, tadı kalmaz.

Peki Aydın’ı dinleyip anneannemin incilerinden birini mi yazsam?

Anlatmasına anlatırım da onun hikayeleri zamanın ruhu ile örtüşmüyor gibi.

Peki bayramlarından dem vursam?

Bayramlarından, hayatından.

Ferduş eşiğe beyaz keten serecek kadar titiz, bu titizliğine karşın konuklarını rahat ettirme becerisine sahip ender kadınlardandı.

Bilenler bilir: Titizler, hele hele haddinden fazlaları, titizlikleriyle sadece kendilerini değil etraflarındakileri de hırpalarlar.

Onların evleri her köşeye gizledikleri bubi tuzaklarıyla doludur.

Banyolarında kullanılacak havlularla kullanılmayacak olanları ayırt edemeyip süs diye astıkları birine elini kurulaman, halıları basılacak nesneler sanıp atlanacak saçakları unutman, kapı kulplarını dirseğinle değil de ağzına kurabiye attığın için kirli farz ettikleri ellerinle açman, yardım olsun diye sofrayı toparlarken iki kirli tabağı iç içe koyman, buzdolabında kalan parmak izi, okuduğun gazetenin koltuğun kumaşına değmesi gibi ne zaman patlayacağını bilmediğin tuzaklar.

Böyle bir hataya mı düştün?

O evi bir daha rüyanda görürsün!

Oysa Ferduş konuklarını, hem sadece bayram seyranda gelenleri değil, kapısı yediden yetmişe herkese açık olduğundan çat kapı gelenleri bile büyük bir neşeyle karşılar, hiç yüksünmeden kahveyse kahve, çaysa çay, yemekse yemek hazırlar, ne nereye oturulduğuna bakar, ne kırılana aldırır, ne çocukların koşuşturmasına kızardı.

Densizlerin densizliklerini nükteyle örter, çakırkeyiflerin önüne ne zaman kotarıldığı bilinmeyen bir çorba sürer, kısaca gelen herkesi mükellef ağırlardı.

Mükellef ve eşit.

Salonunda da sofrasında da her yaştan her sınıftan insan olurdu.

Terzi, tütün eksperi, saray hanımefendisi, kurpiye, soprano, Mevlevi dervişi, Kadıköy-Pendik hattı minibüs şoförü, sanatoryum müdürü, liseli, Hececilerden şiir okuyan biri, onu dinlerken hafakanlar geçiren diğerleri, bakan eskileri, madamlar, geceleri bıyıklarına file takanlar, çivit topuzlar, kol düğmeleri, bağrı yanıklar velhasıl kadın erkek, yaşlı genç, yığınla insan.

Ancak onun sofrasında bir araya gelebilen, ancak onun evinden kavga dövüşsüz çıkabilen birileri.

Dostları, dostlarının dostları, arkadaşları, arkadaşlarının arkadaşları, tanışları ve ailesi.

Kapısı açık diyorsam, mecaz değil.

Kapısını sabah uyandığında açar, yatana dek kapatmazdı.

Çocukluğu Çamlıca’daki baba evinin dış kapı çıngırağı çalınca fırlayarak, evle kapı arasında koşuşturarak geçmiş.

Nefes nefese.

Gençliği Samatya’da kayınvalidesi ve görümceleriyle paylaştığı konakta.

Yalnız ve yeni gelin ya, bir tanıdık gelir umuduyla kulağı kapıda.

Kendine ait ilk evi Mısır Apartmanı’nda.

Ev yeni belki ama koca yaşlı, kıskanç ve eski.

Kapıyı çalansa yabancı değil, erkek kardeşleri..

Bahir ölüp Derviş de gidince tadını çıkaramadığı dulluğun son durağı Talimhane’den de taşınmak zorunda kalmış.

Ne de olsa ailenin tek kızı ve elden ayaktan düşen anasıyla beybasına bakmak onun görevi.

Çamlıca’ya çocukluğun soğuk gecelerine dönmemiş ama Nazikter Hanım ile Talat Bey rahat etsinler diye havası Çamlıca havasını aratmayan bahçesinde yüz yıllık çamlar bulunan Küçükyalı’daki eve geçmiş.

Geçiş o geçiş.

Annesi 93, Beybası 103 yaşına kadar yaşadığı için ömrünü orada tüketti diyebiliriz.

Yaşlı iki insanı evde yalnız bırakmak istemediğinden mi, gençliğini, sevdiklerini doğru dürüst ağırlayamadan geçirdiğinden mi, yoksa böylesi daha işine geldiğinden mi bilinmez Küçükyalı’daki ev bir süre sonra İstanbul’un dört bir yanından gelenlerle dolup taşmaya başladı.

Kapının aralık bırakılması o günlere rastlar.

Ev yılın her günü kalabalıktı ama bayramlarda kelimenin tam anlamıyla adam almaz hale gelirdi. Bir de o günlerde başka şehirlerden gelenlerin otel yerine akrabalarda konakladıklarını, İstanbul’un bir yakasından ötekine geçenlerin yatıya kaldıklarını düşünün.

Gün oldu, yemek odasındaki büyük masanın üzerinde de, banyodaki küvette de uyudum diye anlatırdı, gülerek.

Bayram sabahları erken kalkar, emprimelerini giyer, çiçekleri değiştirir, yastıkları düzeltir beklemeye başlardı.

Ev her zamanki gibi pırıl.

Yemekler zaten hazır, mutfak mutfak değil ordu doyuran.

Bilenler kapıyı iter girer, bilmeyenler zil çalıp beklerlerdi.

İçeriden ’Açıık! Açııık!’ sesleri.

Onu fazla tanımayanlar eşiğe serili kar beyaz ketenleri görünce ayakkabılarını çıkartmaya davranırlardı.

Hoop, demezdi ama öyle bakardı ki, eğilenler dikilir, ayaklarını silsinler mi silmesinler mi duraksarlardı.

Sevmezdi öyle terlik takunya.

Bahçesinde kurban kesilmesine de izin vermezdi.

Böylelerini konu komşuyu düşünmeyen gösteriş budalaları addederdi.

Onun için ibadet mahrem, temizlik elzem, bayram şenlik, hayat bayramdı.

Ölene kadar hiç yalnız kalmadı.

Ve nasıl yaptı, nasıl becerdi bilmem ama o eşik ketenleri bir gün olsun leke tutmadı.
Yazının Devamını Oku

Küba üzerine edilecek her söz yarım

8 Aralık 2007
Döndüğümden beri Küba’yı düşünüyorum. Beni bu denli etkileyen ne peki? Ondan daha yoksul ülkeler gördüm.

Geçmişi acıklı, şimdisi karanlık, geleceği muallak ülkeler..

Şişik bir egonun elinde hamur gibi yoğrulan, açlıkla umutsuzluğun kol kola girdiği yerler.

Hepsi içimde çivi, aklımda mıh. Ama bu kez farklı.

Bu kez yüreğim yavru kedinin eline düşmüş yün yumağı gibi: Kördüğüm.

Araya zaman girmeden, zaman içimi çözmeden Küba üzerine edilecek her söz yarım.

Eksik değil yarım.

Kim bilir belki ileride tamamlarım.

Önce masal gibi anlatayım /images/100/0x0/55eae89df018fbb8f89e6c98

Bizim gibi oraya hoplaya zıplaya gidip bir süre kaldıktan sonra müreffeh hayatlarına geri dönenlerin kestikleri iki ahkam var.

Aynı ülkeye dürbünün farklı uçlarıyla bakılıyor sanki.

Biri güzellikleri büyüten bir masal.

Masal gibi anlatalım o zaman.

Bir varmış bir yokmuş Karayiplerin bu en büyük adasında Batista adlı bir kukla kendi ipinin adanın hemen kuzeyinde yer alan güçlü devletin karanlık adamlarının ellerinde olduğunu görmez ülkesini yönettiğini sanırmış. O ve çevresindekiler saray benzeri evlerde yaşar, günlerini gün eder, gecelerini kumarhane ve kerhanelerde geçirirlerken halk açlık ve sefaletten kırılırmış.

Gel zaman git zaman Arjantinli burjuva bir ailenin tıp okuyan oğlunun aklına yaşadığı kıtayı tanımak düşmüş. Bir arkadaşının eski motosikletinin arkasına atladığı gibi yola koyulmuş. Geçtiği her yerde gezdiği her ülkede gördüğü sefalet ve bu sefaleti zerre kadar önemsemeyen sefih yöneticiler içini kemirmiş, aklını bilemiş. Günlerden bir gün yolu kendi gibi ateşli, bu gidişata dur demek gerektiğini düşünen genç bir avukatla kesişmiş.

Ve bu iki idealistin karşılaşması yirminci yüzyılın en şiirsel devriminin yolunu döşemiş.

Batista devrilmiş.

İkili, dünya aydınlarının gözbebeği haline gelmiş.

Solcularının, gençlerinin, sanatçılarının.

Aradan tam kırk dokuz yıl geçmiş.

Adaya gidenler bu efsanenin doğduğu yeri de görebilecek olmanın heyecanıyla gitmişler oraya.

Hakkında okuduklarına, anlatanlardan duyduklarını ekleyince içlerini sevinç kaplıyormuş.

Ada halkı güzel, güleç, nazik, neşeli, cıvıl cıvılmış.

Dans ediyor, şarkı söylüyor, dünyanın hiçbir yerinde benzeri bulunmayan nefis romları birbiri ardına deviriyor, dünyanın en iyi tütününden sardıkları purolarını tüttürüyor ve hiçbir suçluluk duymadan özgürce sevişiyorlarmış.

Adanın ve Karayiplerin en büyük şehri Havana ellili yıllardan kalma bir kartpostal gibiymiş.

Heyhüla Amerikan arabaları, eskiden Batista yandaşlarına ait olan şimdi her odası bir aile barındıran revnaklı malikaneler, hepsi birbirinden şahane Kolonyal evler, okyanus boyunca uzanan ve aşıklara yataklık eden geniş caddeler, daracık sokakların açıldığı geniş meydanlar, göz alıcı kubbeli binalarıyla elli yıl öncesinde donmuş kalmış bir şehir.

İnsan kendini film setinde gibi hissediyormuş.

Her şey ama her şey bir film karesi gibiymiş.

Güneş, altın sahiller, mavi deniz de cabası.

Tabii gözü hálá bu adada olan kuzeydeki devletin yıllardır uyguladığı amansız ambargo da varmış.

Tabii bu yüzden ülkede istenilen her şey bulunamıyormuş.

Tabii evler onarılamıyor, elektrik telleri, su boruları örümcek ağı gibi şehri sarıyor ama bütün bu yokluk adanın dik başlı ve mağrur halkını bezdirmediği gibi şehre pitoresk bir güzellik katıyormuş.

Herkesin evi varmış. Hastaneler herkese açıkmış, bütün çocuklar okula gidiyor, her genç üniversite bitiriyormuş.

Daha da yazılabilir ama anlatılan üç aşağı beş yukarı bu.

Doğru mu doğru.

Aslında yokluklar ve yasaklar ülkesi

Şimdi gelelim dürbünün öbür ucuna: Aslında gider gitmez Küba’nın bir yokluklar ve yasaklar ülkesi olduğunu /images/100/0x0/55eae89df018fbb8f89e6c9ahissediyorsunuz.

Size dolardan daha değerli bir para veriyorlar. Peso convertible.

Halkın elinde peso convertible’nin yirmi beşte bir değerinde olduğu söylenen başka bir para birimi var.

Zaten Küba’da her şey turistlere ve Kübalılara olmak üzere ikiye bölünmüş.

Sizin kaldığınız otellere, gittiğiniz lokantalara, kulüplere hatta o canım plajlara bile Kübalıların girmesi yasak. Otellerde izlenen yirmi kanallı televizyon evlerde devletin sesini duyuran tek kanaldan ibaret. Kitapçılarda okul kitapları Che posterleri ya da ulusal kahraman Jose Marti’nin şiir kitaplarından başka dişe dokunur bir kitap yok. İnsanların çoğunun işsiz olduğu gün ortasında boş boş yollarda dolanmalarından anlaşılıyor. Kadınlar o güzelim kadınlar bir iki dolara kendilerini satıyor. Küba’nın o ünlü sigarları fazladan birkaç kuruş kazanmak isteyenlerin kazanç kapısı olmuş. Yolda pışt diyerek size devlet dükkanlarında satılanın onda birine puro pazarlıyorlar. Ülkeden rom ve puro dışında alınabilecek hiçbir şey yok. Dilenci yok ama sürekli olarak çocukları için sabun isteyen kadınlarla, iştahla kolunuzdaki üç kuruşluk saate bakan gençlerle, karamela diye bağırıp kaçan bebelerle karşılaşıyorsunuz.

O güzelim evler pare pare dökülüyor.

Elli yıldır çivi çakan olmamış. Okyanus ve tuzun tahrip etme gücüne yoksulluk da eklenince ortaya savaş sonrası ayakta kalmaya çalışan bir şehir görüntüsü çıkmış.

Bir restorasyon çalışması olduğu söyleniyor ama bunun kaç senede bitirilebileceğini kimse kestiremiyor.

Turistlerin kaldığı yerler dışında gün boyu süren su kesintilerini şehri karanlığa boğan elektrik kesintileri izliyor.

Az da olsa petrol var ama sülfürlü, akaryakıt olarak kullanılamayan kalitesiz bir petrol bu.

O Bıyıklar, Osmobiller, Kadillaklar perişan haldeler. Yollar, yol ortasında belli ki zınk diye kalakalmış o arabaların altından çıkan sıska bacaklarla dolu.

Ülkenin bundan otuz yıl önce handiyse eşit olan renk dengesi İspanyol kökenlilerin ülkeyi ya terk etmeleri ya da sürülmelerinden ötürü melezler lehine değişmiş. Devletin üst kademelerinde, turizm sektöründe çalışanların çoğu beyaz, puro saranlar, şekerkamışı kesenler, kısaca işçiler ve ırgatların çoğu kara. Beyazların oturdukları mahallelerle karaların yaşadıkları yerlerin arasında dağlar kadar fark var.

Açlık yok ama yiyecek pek bir şey de yok. Olanın iyisi de turistlere ayrılıyor.

En vahimi de ülkedeki ilaç sıkıntısı.

Hadi bunları Amerikan ambargosuna bağladık diyelim.

Peki yasakları neye bağlayacağız? Bir yasaklar listesi ki say say bitmiyor.

Homoseksüellik yasak örneğin. Yurtdışına çıkmak yasak, rejim aleyhine konuşmak yasak, mahalleleri denetleyen milislerle dalaşmak yasak, bulunulmaması gereken yerde bulunmak yasak, yasak kitap okumak yasak, parayı yastık altında saklamak yasak, yok denilen AIDS’li sayısını açıklamak yasak...

Yasak oğlu yasak.

Daha da uzatılabilir ama üç aşağı beş yukarı bu.

Doğru mu doğru.

Bana gelince; dürbünün iki ucunun gösterdiğini görmekten değil içimdeki kördüğüm.

Neden bilmem kendimi fena halde aldatılmış hissediyorum.

Bir de o güzelim insanların çaresizliği yok mu?

Kahroldum.

Gidecekler için:

Gitmeden Çilek ve Çikolata filmini izlesinler, gittiklerinde de filmin çekildiği apartmanda açılan La Guardia adlı lokantaya gitsinler.

En iyi puro köşebaşlarında.

7 yıllık Havana Club gerçekten harika.
Yazının Devamını Oku

Küba’nın açık kapılı evleri

1 Aralık 2007
Ah ah, nasıl isterdim ben de birkaç kilo kalkan kapıp gitmeyi Karayipler’in bu cehennet adasına. Filetosunu da çıkartırdım üstelik.

Geçer karşılıklı yerdik Fidel’le.

Dönüşümde Havana’ya övgüler düzerdim: Ruh mu arıyordun alemin uzak kıtalarında al sana işte ruh derdim.

Ama olmadı./images/100/0x0/55eae3fcf018fbb8f89d4942

Bir kere mevsim kalkan mevsimi değil, ikincisi anlaşılan Fidel, değil kalkan, önüne gelen hiçbir şeyi yiyecek durumda değil.

Hasta diyorlar, öldü diyorlar, ölümle pençeleşiyorlar diyorlar.

Gerçek ne, bilen yok.

Kesin olan tek şey, yirminci yüzyılın hepimizi yüreğinden vuran devrimcisiyken hepimizin yüreğini burkan diktatörüne dönüşen bu iri kıyım adamın sağlığının iyi olmadığı. En son sekiz ay önce görülmüş, o konuşmalara doyamadığı televizyonlarda. Öldü dedikoduları öyle yayılmış ki, resmi ziyaret için Havana’ya gelen birini bahane edip, tutup televizyona çıkmış. Erimişmiş. Bir deri bir kemikmiş.

O günden sonrası derin bir sessizlik.

Kime sorsan geçiştiriyor.

Ağızlar mühürlü, bakışlar kaçak.

Küba’da kimse geleceğin ne getireceğini bilmiyor.

Küba daveti yaz ortasında geldi. Temmuz başında.

Banu Birkan ben sıcaktan yanıp kavrulurken aradı, tuttu kasım ortasında ne yapacağımı sordu.

Havana Club’ın beş günlük bir Küba daveti varmış, gider miymişim, gitmez miymişim?

Beni sinir eden kelimeler vardır: Ayol gibi, şekerim gibi.

Çiklet gibidirler. Kiminin ağzına yakışır kimininkinde çekilmezler ama bir yapışmaya görsün öldür Allah gitmezler.

Kullanmamaya özen gösteririm.

Böyle sorular hariç.

Ayol dedim, ben yarın ne yapacağımı biliyor muyum ki, kasım ortasında ne yapacağımı bileyim.

İnatçıdır, üsteledi, eş dost aman sakın kaçırma dedi ve ömrümde ilk kez altı ay sonra ne yapacağım altı ay öncesinden belirlendi.

Zaman bu. Göz açıp kapayıncaya kadar geçti.

Bavulları topladık, içine yazlıkları attık, Paris üzerinden on saat sürecek uzun bir yolculuğa hazırlandık.

Uçak Paris’e kadar boş, sonra tıklım tıkış.

Tatil değil, seyran değil, kim bu zemheride kalkıp Küba’ya gider ki?

Çoğu genç, üç yüz kişi.

Bizim grup Havana Club’ın Türkiye mümessili Selçuk Tümay ve Serpil Kılıçlı ile Türkiye’nin çeşitli şehirlerinden gelen altı barmen artı ben ve Mehmet Yalçın’dan oluşan on kişilik bir grup. Geri kalanlar ise dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen ve sayıları değişen barmenler güruhu.

Havana Club International, yani Küba’nın en iyi romunu üreten ve bir süre önce yüzde ellisi Fransız Ricard Pernaud şirketine satılan devlet işletmesi, aylar önce Türkiye dahil sözünü ettiğim bu ülkelere gidip rom ile neler yapılabileceği üzerine bir eğitim vermiş, eğitime katılan ve anlatılanları şıp diye kavrayan en iyi barmenleri de Havana’ya davet etmiş.

Amaç romu, Karayip’lerle hatta korsanlarla özdeşleşen bu sert içkiyi, barmenler aracılığıyla dünyaya tanıtmak, mojitosundan daiquirisine, romla yapılabilecek kokteylleri gösterip satışları arttırmak.

Uçak barmen dolu olursa ne olur?

Kahkaha, içki, şamata...

Havana’ya akşam saatlerinde indik.

Havaalanı soluk ampullerin altında insana olduğundan da kasvetli görünüyor.

Sağa sola sigara içmek yasak işaretleri yapıştırılmış ama polisler de dahil olmak üzere herkes fosur.

Gümrükte ağır aksak çalışan çoğu koyu tenli kadınlar, tuvaletlere girerken koparılıp verilen sert tuvalet kağıtları, akmayan sular, çalışmayan sifonlar, bekle bekle gelmez bavullar, ne yalan bize pek de yabancı olmayan yoksulluğun ilk işaretleri.

Anlaşılan az gittik uz gittik, ambargo altında yaşadığını bildiğimiz ama bu kadarını beklemediğimiz bir üçüncü dünya ülkesine geldik.

Zar zor bavullarımızı alıp çıkıyor ve bizi otelimize götürecek otobüslere yollanıyoruz.

DEMİRLER KASIRGAYA KARŞI

Şehir karanlık.

Önünden geçtiğimiz evlerin hepsinin kapıları ardına kadar açık.

Eşikler belli ki fanilalı adamlarla şişman kadınların oturup yarenlik ettikleri yerler. Açık kapıların ardında tavandan sarkan tek ampulün aydınlattığı loş odalar görülüyor. Tek koltuk, tek masa, tek vazo, vazoyu süsleyen plastik güller, bir de baş köşeye kurulmuş ellili yıllardan bir buzdolabı ile kimsenin seyretmediği açık televizyon hemen her evin belli başlı demirbaşı.

Arabası olanlar arabalarını yüksek demir parmaklıkların koruduğu küçük bahçelerine çekmiş. Sadece bahçeler değil, kapılar, pencereler de demir parmaklıklarla berkitilmiş. Önce bunun bir güvenlik önlemi olduğunu düşünüyor, ürperiyoruz. Çok geçmeden Havana’nın ürkütücü görünüşünün aksine güvenlikli bir şehir olduğunu görecek, parmaklıkların kasırga tehlikesine karşı yapıldığını öğreneceğiz.

Otelimiz Miramar Occidental, şehrin değilse bile o bölgenin tek ışıldayan yeri.

İçinde tropik ağaçların yükseldiği büyük bir bahçenin ortasında pırıl pırıl yayılıyor. Döner kapıdan girer girmez bizi orada kaldığımız beş gün boyunca kendileri değişse de repertuvarları asla değişmeyecek beş kişilik küçük bir orkestra ve sağa sola koşuşturan güleç insanlar karşılıyor.

Bir gitar, bir kontrbas, bir trompet, ince bir çubuğu üzerinde gezdirdikçe tıırt tıırt diye ses çıkaran su kabağı benzeri garip bir enstürüman çalan dört adam ve elindeki maracasları saçlarıyla uyumlu sallayarak şarkı söyleyen kadından oluşan orkestra, orada kaldığımız süre boyunca bize eşlik edip sonunda öldürecek raddeye getiren şarkılarına başlıyorlar: Guuanntannamera! Juahito Guaantannamera! Guuuuuuaaaaantaaaanaaaammeeeeeeeraaaaa.Juuuuaahhhiiiitoooo Guantanemara!

Yorgunuz, argınız ama ne gam.

İlk nota duyulur duyulmaz yerimizde sallanmaya, ileri geri küçük adımlar atmaya ve en fenası olmayan İspanyolcamızla sadece tek satırını bellediğimiz şarkıyı söylemeye başlıyoruz.

İkinci şarkı birinciden de fena çarpıyor.

Da di vamos a la plaja, falan filan, Commandante Che Guevera!

Ertesi gün Karayiplerin o ünlü güneşi doğup da şehir gün ışığıyla yıkanırken Havana sokaklarını kulağımızda aynı ezgi ve Commandante’nin her yere yayılan fotoğrafları eşliğinde gezmeye başlayacağız.

Fidel Castro’nun tek bir heykeline, afişine, büstüne, hatta adına rastlanmazken her adımda, her köşe başında karşımıza Che’nin çıkmasını neye yoracağımızı bilemeyeceğiz.

Fidel her heykelin eninde sonunda yıkılacağını önceden sezdi de, efsane ihtiyacını gidermek için mi öne Che’yi sürdü?

Yoksa çağımızda efsane olmak için yakışıklı, romantik ve ölü olmak gerektiğini mi gördü?

Küba bu kadarla bitmez gelecek hafta devam edeceğiz.
Yazının Devamını Oku