Bayramda evde oturmaya karar vermişim.<br><br>İlk gün hava kötü, film seyredip dinleneceğim. İkinci gün köprü boş olur umuyorum, karşıya geçeceğim: Annem, babam, Selmuş.
Üçüncü gün gene ev, gene film.
Belki biraz da açılmayı bekleyen kitap karıştırabilirim.
Ama o kadar.
Kararlıyım, bu bayram böyle geçecek: Dinlenilecek, dinlenilecek, dinlenilecek.
Miskinlik edilecek.
İlk iki gün programa üç aşağı beş yukarı uydum.
Üçüncü gün hava açtı ya, tutabilene aşk olsun.
Çıt Çıt’ta Canan Göknil’in de ister ister istemez katılacağı bir aile yemeği var.
Canan da katılacak, çünkü aile yemeği onun anne tarafını bir araya getiren bir yemek.
Kaç zamandır Çıt Çıt üzerine bir şeyler karalamak istiyor, ama yazmadan Selmin Çapa ile Sedef Bozok’un yıllarca başka yerlerde, başkalarının adına çalıştıktan sonra açtıkları bu küçük mekana gidip bir şeyler yemek istiyorum.
Hep kapıdan geçerken uğramış, barda oyalanmış, karşılaştığım tanıdıklarla laflamış ama punduna getirip ne yenir ne içilir tadına bakmamışım.
Hazır böyle bir imkan var, hava da güzel, fırlayıp Çıt Çıt’a gitsem, uzun süredir görmediğim Canan’ı görsem, aile toplantısı için yapılan yemeklerden yesem, fena mı olur?
Fırladım.
Çıt Çıt, Fulya Polat Residence’ın altında adı gibi alçakgönüllü, mini minicik bir yer.
Burayı açmaya karar verip de ne ad koyacaklarını düşündüklerinde Sedef’in aklına gelmiş, Çıt Çıt adı.
Karşılığı olmazsa işe yaramayan, ancak ikisi bir arada olunca işlev kazanan, önemsiz bir ayrıntı gibi durmakla birlikte ihtiyaç durumlarında yerine başka şey konulamayan bir nesnedir ya Çıt Çıt ondan mülhem.
İki katlı.
Alt katta küçük bir bar, beş altı masa üst katta, açık mutfak ve bir o kadar daha masa var.
Kırk elli kişilik.
Pasajın içinde olduğundan gelen geçenin gözüne ilişebilecek bir yer değil. Zaten gelen geçen gelsin istenmemiş, bilenler gelsin yeter denmiş.
Üst katlarda oturanlar, yakın yerde çalışanlar, aynı semtte yaşayanlar için açılmış, biraz da mahallelinin toplanma yeri olarak düşünülmüş bir mekan.
Her gün on beş milyon liraya çıkardıkları dört kap öğle yemeği ve pazar günleri isteyenin yap boz oynadığı, isteyenin dergi karıştırdığı, tavlacıların mars naraları arasında sundukları zengin bir kahvaltı var. Bir de elbette akşam yemekleri ve bar sohbetleri.
Bugüne kadar özel doğum günü partileri de yapmışlar, yemek pişirmekten hazzetmeyen ev sahipleri için davet yemekleri de hazırlamışlar, şu ya da bu nedenle kutlama yapmak isteyenler için mekanı da kapatmışlar.
Cumartesi gittiğimde ailenin bütün üyeleri çoktan masalara geçmiş, küçük şişe şampanyalarını içmişlerdi.
Ben bara geçtim ve Selmin’in boşaldıkça doldurduğu şampanyamı yudumlamaya başladım.
Sonra önüme küçük bir sepet koydular: Nefis cızbız, patates kızartması, hardal.
Sonra salata geldi.
Sonra makarna.
Makarnanın son çatalında da Canan.
Özlemişim.
Lafımız bitecek gibi değil, akşam buluşmak üzere sözleştik, Selmin ve Sedef’i Çıt Çıt için kutladım, çıktım.
ANTİKACILAR HÁLÁ ORADA
AMA ÇUKURCUMA DEĞİŞMİŞİstikamet, Çukurcuma.
Bundan iki hafta önce tam da Galata Tasarım Haftası’nın olduğu günlerde (O da ayrı bir yazı konusu, gerçekten müthiş başarılı bir iş) yolum Çukurcuma’ya düşmüş, uzun süredir gitmediğim semtte açılan dükkanları ağız tadıyla gezemediğimden ilk avareliğimde yeniden gelmeye ahdetmiştim.
Çukurcuma benim bir zamanlar haftanın birkaç gününü geçirdiğim, dolayısıyla girdisini çıktısını iyi bildiğimi zannettiğim yerlerdendir.
Gel gör ki, şu son yıllarda değişmiş.
Bir zamanların antikacıları hálá oradalar ama onlara bir de genç tasarımcıların dükkanları, genç sanatçıların işlikleri, genç mimarların büroları eklenmiş.
Sokaklar gene bildiğimiz sokaklar... Karanlık, izbe.
Akşam olup da gün soldu mu hálá ürkerek yürünüyor, hangi sokağın hangi dönemecinde karşına hangi sürprizin çıkacağı kestirilemiyor, ama insan o dükkanlardan içeri adım attığı anda kendini şehrin dayattığı çirkinliklerden azade hissediyor.
Başka bir diyar, uğraşları farklı olsa da estetik kaygıları ortak insanlar.
A la Turca mesela: Erkal Aksoy’un yeri. Üç dört katlı bir bina. Sicimlerle paket misali bağlanmış birbirinden değerli kilimlerin eski bir kütüphane rafında sergilenmesi, zemin katın açıldığı gizli bahçenin güzelliği, çıtır çıtır yanan şömine, tanıdıklara sunulan ev yapımı vişne likörü, mahzendeki eski tahta masanın üzerine dizilmiş Tokatlar, Çanakkaleler, Maraşlar, orta sehpayı handiyse kaplayan dev kavanozlara doldurulmuş ayvalar, oradaki duvarda bir oryantalistin hüzünlü resmi, önünde kimbilir hangi yıllardan kalma eski bir tepsi... Ama belli... Hepsine değen Erkal’ın eli.
Mesela Öykü’nün Art i Choc’u.
Ne Japonya’da ne Fransa’da, el dokuması yapan sanatçıları olmasıyla övünen bu iki ülkede de böylesine güzel keçe işi görmedim ben.
Keçe dediğim de dede yadigarı keçe değil. Tüy organze ile kıl keçenin akıl almaz birlikteliğinden doğmuş her biri birbirinden güzel giysiler, çantalar, şallar, takılar...
Mesela Birsen Cambaz’ın Seramik Atölyesi.
Kulağına kurşunlar, Nike amblemli cam göbeği nalınlar, balıkçı tablasında zıplayacakmış gibi duran balıklar, Arnavut biberlerinden yapılma kırmızı elbise, hepsi seramik, hepsi zeki ve yetkin bir sanatçının elinden çıkma, hepsi komik.
Mesela Derya Mursaloğlu’nun D Art’daki kağıt işleri. Panolar, dev tabaklar, her biri üzerlerine nakşedilmiş dualarıyla göreni yüreğinden vuran iri yumurtalar, takılar...
DERİ PERDE BU KADAR MI
ÇARPICI OLUR?Kağıt işi Japonlarla Finlilerin tekelinde denir ya, palavra.
Mesela Nahide’nin kendi gibi farklı dükkanı.
Deri perde bu kadar mı çarpıcı olur? Necef bu kadar modern? Sini çağa bu kadar mı ayak uydurur? Gündelik eşya özel?
Mesela Yeni Zellanda’dan kalkıp gelen, Çukurcuma’yı kendine mesken tutan Chris...
Ellili altmışlı yılların ruhunu mu özlediniz, dükkanını ziyaret edebilirsiniz.
Gene Aslı orada, Tombak orada, Pınar’la Hiko orada.
İki hafta önce Çukurcuma’ya gittiğimde de rehberim Pınar’dı.
Niyetim, bu sefer de iş yerinden çok, görmüş geçirmiş birinin evine gittiğim duygusu veren dükkanına uğramak, sade kahvemi içtikten sonra yapacağını söylediği halde bu güne kadar teslim etmediği boncuklarımın akıbetini sormak.
Arkeoloji mezunu, taş tutkunu, bildim bileli antika alıp satan Pınar, üç beş yıldır boncuğa gönül verdi.
Varsa yoksa boncuk.
Beykoz’da cam atölyesinde boncuk yapmayı öğrendiğinden beri dünyayı arşınlıyor.
O hocanın peşinde İsviçre dağ köylerinde, bu hocanın peşinde Amerika çöllerinde kazandığı her kuruşu boncuğa yatırıyor, yaptıklarını da e-bay’de satıyor. Ve Allah için müthiş boncuklar tasarlıyor.
Boncuk deyip geçmeyin: O da çıt çıt gibi.
Mütevazi, küçük ama önemli.
Her şeyin, evin, servetin, kuvvetin, kudretin büyüğünün önemsendiği ülkemizde çıt çıt gibi, boncuk gibi küçük şeyleri sevmek inanın çok önemli.
Peki Çukurcuma’yı doya doya gezebildim mi?
Ne mümkün?
Ölü toprağı serpilmiş gibiydi.
Canan ile buluşmama da saatler var... Firuzağa Camii’nin altındaki kahveye oturdum.
Sırtımı ısıtmayan kış güneşine verip, kahvemi söyledim.
Bir bayram da böyle geçti işte...
Miskin.