Figen Batur

Şaraplarıyla hatırlanacak ülke Güney Afrika

12 Nisan 2008
Geçen hafta yazıyı Masa Dağı’nın tepesinde noktalamışım. Gün batımında kızıla kesen okyanus karşısında nasıl kalakaldığımızı anlatmışım, vurgun yedik diyerek. Sonrasını bu haftaya bırakmışım. İşte anısı gitgide soluklaşan Afrika’dan geriye kalanlar. Döneli neredeyse iki hafta oldu.

Her yolculuk sonrası evlere dağılmadan içtenlikle dile getirilen, ama nedense hiç gerçekleşmeyen mutlaka görüşelim temennisi bu kez havada kalmadı.

Meleklerle yeniden bir araya geldik.

Arnavutköy’deki evde bu kez daha kalabalığız.

Hem üşenmeyip taşıdığımız şarapları tadacak hem de sevdiklerimizle birlikte Zeynep’in çektiği fotoğraflara bakacağız.

Zeynep tadıma Meerlust Rubicon 2003 ile başlamayı öneriyor.

Cape Town’daki ilk gecemizde, başkentin en havalı lokantalarından Haiku’da tattığımız şarap bu. Cabarnet, Merlot, Cabarnet Franc karışımı, ülkenin en önemli şarap bölgesi Stellenbosh’ta üretilen zarif bir şarap.

İlk yudumla birlikte ilk fotoğraf geliyor: Güney Afrika’daki ikinci günümüz. Oniki Havari Oteli’nin terasında kahvaltımızı ettikten sonra otelin hazırladığı piknik sepetiyle birlikte minibüsümüze binmiş, fotoğraf molası vere vere Ümit Burnu’na gelmişiz. İki okyanusun birleştiği, Atlantik’in soğuk akıntısına Hint Okyanusu’nun sıcak akıntısının karıştığı denizcilerin korkulu rüyası, her daim rüzgarlı Ümit Burnu aslında kayalık, çorak bir sahil. İleride üzerinde bulunduğumuz noktanın enlem ve boylamının yazıldığı Afrika’nın en uç noktasına hoşgeldiniz diyen tahta bir pano ve onun arkasına geçip fotoğraf çektirmek için bekleşen küçük bir turist grubu var.

Biz de onların yaptığını yapıyor, kayalar üzerinde sekerek tahta panonun ardına geçiyoruz. Fotoğrafta bile ne kadar üşüdüğümüz belli. Saç baş bir yanda, titreşerek birbirine sarılmış üç kadın. Günün o saatinde, hava o kadar serin, rüzgar o kadar keskin ki, ikinci pozu vermeden koşa koşa minibüsün yanına dönmüş ve güldü mü yüzünün her köşesiyle gülen şoförümüz Paul’ün piknik sepetinden çıkarıp hazırladığı Güney Afrika’ya özgü bir içki olan İrish Cream benzeri Amorillo’larımızı içmiştik.

İlk yudumu izleyen bu ilk fotoğraftan sonra ikinci yudum ve ikinci fotoğraf geliyor: Babunlar. Yol kenarına oturmuş birbirlerinin bitlerini ayıklıyorlar. Paul’ün ve o gün için rehberimiz olarak bellediğim, kısa süre sonra rehberden öte biri olduğunu kavrayacağım Ahmet Turgut’un talimatı kesin. Camlar sıkı sıkıya kapanacak ve fotoğraf çekmek için bile olsa aralanmayacak. Gerektiğinde leoparı bile sindirebilen bu iri maymunların şakası yok çünkü. Yemek kokusu aldılar mı saldırıyorlar. Sonraki fotoğraf penguenler. Penguenlere ev sahipliği yaptığı için Penguen Sahili olarak adlandırılan kumsalda gülerek el kadar kuşların paytak paytak denize koşuşlarını izliyoruz. Ardından gelen fotoğraflar Güney Afrika’nın insanın içine işleyen doğasından: Tüten okyanus. Dumanlı dağ. Uçuşan bulutlar. Metrekaresinde Yağmur Ormanları’ndan fazla çeşit bulunduğu için UNESCO tarafından dünya mirasına alınan uçsuz bucaksız makiler, çatısı samanlarla kaplı yalnız bir villa, dağa tırmanan yolda ter kan içerisinde pedal çeviren bisikletçi kafilesi, köpeklerini dolaştıran yaşlı bir teyze, hediyelik eşya satan derme çatma masanın etrafında oynaşan kara tenli çocuklar...

Arnavutköy’de açılan ilk şişe çoktan bitti bile.

İkinci tadım gene bir Meerlust. Meyvemsi harika bir Merlot 2004.

Bir yandan televizyonun geniş ekranında fotoğrafları izleyip bir yandan da bu zarif şarabı nerede tattığımızı hatırlamak için tuttuğum notlara göz atıyorum

Bu nefaseti La Colombe’da içmişiz.

İşte fotoğrafı da geldi.

Pazartesi öğle yemeği. Bölgenin en eski Costantia şarap bölgesinde, Costantia Uitsig malikanesinin arka bahçesindeki ünlü Colombe lokantasındayız.

Ben önümdeki tabağı inceliyorum. Zeynep, kadehindeki şarabı kokluyor. Selin Fransız şef izinli olduğundan mutfaktan sorumlu irikıyım şef yardımcısıyla sohbete dalmış. Çevre masalarda Cape Town’un tumturaklı aileleri olduğunu sandığımız müşteriler iştahla yemeklerini yiyorlar. Biz de birbirimizin yemeklerinden tatmak amacıyla üç farklı sipariş vermişiz: Bıldırcın, somon ve ceylan.

Yemekler o kadar lezzetli idi ki, kürdan gibi olduklarına bakılırsa nokta gibi mideleri olduğunu düşündüğüm melekler bile o gün tabaklarında kırıntı bırakmadı. Üstüne bir de tatlı istedik ve 19. yüzyıl sonunda Afrika Misket bağlarını vuran filoksera salgınıyla yok olan, bir süre önce yeniden yapımına başlanan dünyaca ünlü Klein Constantia 2002 içtik. Ve amber renkli bu tatlı şarabın ününün hakkını fazlasıyla verdiğini düşündük.

Fotoğraflar birbirini izliyor: Balina turizminin gözbebeği küçük Hermanus kasabasındaki Marine otelin çimenlerine uzanmış eylül güneşinin tadını çıkarıyoruz. Biraz ileride kasabanın yaşlıları beyaz giysiler içinde kriket oynuyor. Zaten bu ülkede spor yapmamak günah sayılıyor. Golf, kriket, beyzbol ve rugby en gözde sporlar. Buna bisikleti, atletizmi, dalga sörfünü ve dalmayı da ekleyin. Kimsede ne beyazlar ne siyahlar, ne gençler ne yaşlılarda tek gram yağ yok. Zıpkın gibiler. Öğle yemeğinde afiyetle koca bir tabak paella yemiş ve birkaç kadeh Asara Shiraz içmiş olmanın verdiği suçluluk duygusundan olsa gerek, döner dönmez rejime başlamaya karar veriyorum. Karar yetmiyor, ant içiyorum.

Boğaza bakan evde, bizimle birlikte fotoğraf seansını izleyenler Birkenhead House’un fotoğrafını görünce konuşmayı kesiyor ve sözleşmişler gibi bir ağızdan buranın neresi olduğunu soruyorlar.

Zeynep cevap vermeden sona sakladığımız şişeyi getiriyor. Bir Rupert and Rotchield-Baron Edmond 2003 bu. Orada tattığım şarapların bence en iyisi.

Aslında Güney Afrika’da içtiğim her şarap gerçekten müthişti. Bunda meleklerin gitmeden yaptığı araştırmaların, hatta bulunmaz diye ayırttıkları şişelerin de etkisi var elbet.

Kaldığımız her yer, yediğimiz her yemek, tattığımız her şarap, gittiğimiz her bağ aynı özenle seçildiğinden beş gün rüya gibi geçti.

On İki Havari Oteli dışında iki yerde daha konakladık ki nasıl anlatsam?

Hermanus kasabası yakınlarındaki Birkenhead House, Jane ve Phil adlı karıkocanın ülkenin değişik yerlerinde bulunan butik otellerinin ilki. Okyanusa uzanan kayalıklar üzerine inşa edilmiş yan yana iki yapı düşünün. Birincisi altı odalı özel bir villa. İkincisi on bir odalı küçük bir otel. Hem villa hem otel gerçekten görülmeye değer. Biz villada kaldık ve kapısından girdiğimiz anda ertesi gün ayrılacak olmanın sıkıntısını yaşadık. Tadının damağımızda kalacağı gün gibi aşikardı. Bu kadar kısa süre içerisinde ne terasın ne havuzun ne de bizi bütün yorgunluğumuzdan arındırmak için bekleyen masörlerin keyfini çıkaramayacağımız da.

Bu düş otelinden ayrılırken bir sonraki durağımız Franschhoek köyündeki La Residence’ın daha da akıldan çıkmaz bir yer olduğunu elbette bilmiyordum.

Gene aynı çiftin gene müthiş iddialı bir başka butik oteli.

Odaların hepsi farklı döşenmiş, okyanus yerine vadiye ve şarap bağlarına bakan, verandası içinde ördeklerin yüzdüğü küçük bir gölete açılan harika bir otel.

Hepsini, olur da yolu bu uzak ülkeye düşenler olursa şiddetle tavsiye ederim.

Beş günlük gezimiz aslında bir şarap tadım gezisi.

O yüzden iki gün Cape Town’da kaldıktan, müzeye benzemeyen müzesini, gidilmezse olmaz Ümit Burnu’nu, çıkılmazsa ayıp Masa Dağı’nı gezdikten sonra çevredeki bağları dolaşmaya başladık.

Constantia gibi eski, Vergelegen gibi prestijli ve üniversite şehri Stellenbosch civarındaki Assara gibi köklü şarap yapım evlerini ziyaret ettik.

Afrika’nın ucunda ne iklimi Afrika iklimine ne toprağı Afrika toprağına ne de bizatihi kendi hayallerde canlanan Afrika imgesine benzemeyen bu ülkede geçirdiğim beş günü ömrüm oldukça hatırlayacağım kesin.

Meleklerin gelecek yıl düzenleyecekleri Botswana safarisini iple çekeceğim de.

Gerçekten her ikisine de bu unutulmaz yolculuk için bir kez daha teşekkürler.

Boşuna melek demedim, sahiden melekler.
Yazının Devamını Oku

Figen ve melekleri Afrika’da

5 Nisan 2008
Aslında beş günlük bir yolculuk ama yaz yaz bitmez cinsinden. Sabahtan beri nereden başlasam diye düşünüyorum. Aklıma önce Alan Paton’dan bir cümle geliyor ama ülke artık onun anlattığı ülke değil. Köprülerin altından çok su akmış. Geçiyorum.. Sonra Nadine Gordimer. O da değil. Onu da geçiyorum. Sonrası silsile: Biraz tarih, bolca coğrafya, kenarından antropoloji, yanından botanik, bir tutam zooloji, bir nebze sosyoloji, bir dirhem politika, hatta hızımı alamayıp bir çimdik spor ve meteoroloji. Bir de bunlara Barthelomeo Dias’tan Vasco de Gama’ya, Tutu’dan Mandela’ya yüzlerce özel ad, yok Masa Dağı’ymış yok Ümit Burnu’ymuş yok Hermanus kasabasıymış bir o kadar /images/100/0x0/55eaaf67f018fbb8f8902f23coğrafi bilgi, salonda solmakla solmamak arasında gidip gelen Protea’lardan gölgeli zebralara, içtiğimiz Ruppert and Rotchild’lerden tattığımız tavus kuşlarına, konakladığımız otellerden gezindiğimiz bağlara yığınla malumatfuruşluk ekleyin, oldu mu sana tadından yenmez bir papara? İyisi mi başından başlayayım ve yazıya Figen ve Melekleri diye bir başlık atayım. Bakarsınız, toparlarım.

Hiç unutmuyorum, telefon çaldığında ekranda beliren numarayı çıkaramadığımdan açmakla açmamak arasında tereddüt etmiştim.

Buenos Aires’teki kaldırım kahvelerinden Che’de sırtım yaz güneşine dönük mis kokulu kahvemi yudumlarken gelen teklif, bu yıl yolculuk kotam dolduğundan gelecek yıla kadar evde oturmak yönünde aldığım kararı bozmama yetmiş de artmıştı..

Tamam benim kararlarım yap-boz tahtası gibidir ama nasıl olmasın?

Oltanın ucunda Afrika vardı.

Afrika!

Mağrip ülkeleri ile Mısır’ı saymazsak Senegal dışında adım atmadığım kara kıta!

Program neymiş, katılanlar kimlermiş sormadım bile.

Duraksamadan olur, dedim.

O kısa görüşmeden anladığım, yolculuğun Güney Afrika’ya olduğu.

Güney Afrika’nın, kıtanın diğer ülkelerine benzemezliğini bilmez değildim. Yıllarca oradan cevher alıp satan bir arkadaşımdan Cape Town’un güzelliğini, Joburg’un keşmekeşini dinlemişliğim, üşenmeyip getirdiği şarapların başına tüneyip kara derililere reva görülen ayrımcılık üzerine coşkulu söylevler çekmişliğim vardı.

Tamam Güney Afrika ne Nijer, ne Mali, ne Kenya’ydı.

Farklıydı, ucundaydı ama gene de Afrika’ydı.

Afrika’da Blixen’i ilk okuduğum günden bu yana gönlüme çakılı mıh.

Bu arada duraksamadan evet dememin ikinci nedeni, davetin Garanti Bankası, daha doğrusu bankanın &Club Prive adlı kartının daveti olmasıydı.

Baştan söyleyeyim de bundan böyle yazacaklarım ödünç kaşıma anlamına çekilmesin.

& Club Prive, bana başka bir bankanın herhangi bir kartından daha yakın ya da uzak değil.

Kartın ne menem bir kart olduğundan da, ne yalan bu yolculuğa çıkana dek bihaberdim. Adını duymamıştım demek yalan olur, çünkü bana bu yolculukta eşlik eden meleklerden Selin Billi hem oğlumun yakın arkadaşı hem de &Club Prive’nin ağır taşı. Üstelik gene aynı kartın davetlisi olarak bundan iki yıl önce Venedik Bienali’ne gitmişliğim, Hüseyin Çağlayan ile katıldığımız bienalin keyfini doya doya sürmüşlüğüm var. Gene de neden bilmem biraz başım sıkıştığında Sarp’ın kartını kullanabilecek olmamdan, biraz da üşengeçliğimden ötürü &Club edinmemişim.

Hata!

Benim gibi zırt pırt yolculuk yapan, gittiği yerde en iyiyi makul fiyata arayan, gündelik hayatında ha bire başı sıkışan, sıkışan başının çaresine kendi bakan biri için bulunmaz nimetmiş.

Kartın hüneri seyahat ve nazik söyleyecek olursak her türlü ’concierge’lik servisi. Seyahat, seyahat denince akla gelen her şeyi kapsıyor ve mil kazandırıyor. Concierge’lik servisi ise yapmak isteyip de elinizin uzanmadığına sizin adınıza uzanıyor.

Bilet ya da koltuk bulmanın imkansız olduğu yerlerden, yol ortasında patlayan lastiklere, alamadığınız hizmetlerden bulamadığınız nesnelere varana dek her derde deva.

Zaten adı üstünde: &Club.

Yani VE Kulübü.

Bana içinde VE geçmeyen bir liste, bir program, bir cümle söyleyin. Yoktur.

Birşeyler ve başka şeyler yapılacaktır. Buralara ve şuralara gidilecektir. Onu ve bunu almak lazımdır.

VE’siz cümle kurulmaz, liste, program yapılmaz ama bu küçümen bağlacın böldüğü cümlenin, listenin, programın ancak ilk ayağı kotarılır. İkincisi gündelik hayata yenik düşer, tökezler, güme gider. İşte &Club özellikle de Prive olanı VE ve ötesi için çıkarılmış bir kart.

Fikir bankanın, ama onların da bunca ayrıntıyı halletmesi için yaslandığı insanlar var ki, onlardan biri de bana bu yolculukta eşlik eden ikinci melek: Zeynep.

Quintessentially’nin (bilen bilir) Türkiye temsilcisi olan be’nin Genel Müdürü Zeynep Atılgan.

Meleklerle geceyarısına doğru havaalanında buluştuk.

Biraz içer biraz sohbet eder biraz gevşersek önümüzdeki on üç saatlik yolculuğa daha kolay katlanırız diye bara geçtik ama şarap içmedik.

Şaka değil gittiğimiz ülke şarap ülkesi. Üstelik melek Zeynep şaraptan iyi anlayan, şarabı iyi bilen bir insan. Dersine de çalışmış. Nerede ne içeceğiz, nerede neyi tadacağız, elindeki uzun listeye çentikler atmış.

Şöyle bir göz atayım diyorum: Constantia, Stellenbosch, Franschhoeck gibi telaffuzu zor bir sürü isim. Vazgeçiyorum.

Hele bir gidip görelim beğenirsek Afrikaans öğrenir, olmadı ezberleriz.

AFRİKA’NIN İLK ÖĞRETTİĞİ KELİME PROTEA

Cape Town’a öğle üzeri vardık.

Havaalanından çıkar çıkmaz yüzümüze ılıktan öte sıcaktan hallice bir hava çarpıyor.

Otele kadar yarım saatlik yolumuz var.

Otelde öğle yemeği yiyecek daha sonra Cape Town’un sırtını yasladığı ünlü Masa Dağı’na çıkacağız. Akşam yemeği için şehrin en iddialı lokantalarından Haiku’da haftalar öncesinden yer ayırtılmış.

Aslında ondan sonrası için de bir program var ama giderse melekler gider, benden bu kadar.

Şehir trafiğine takılmamak için dağ yolundan ilerliyor ve adını Masa Dağı’nın nedense İsa’nın havarilerine benzetilen on iki tepesinden alan Twelve Apostoles oteline varıyoruz.

Otel, şehrin bitip ulusal parkın başladığı yerde, Cape Bay’de, okyanusa kafa tutan kayalıklar üzerine inşa edilmiş beyaz bir yapı.

Eşiği aşana kadar geldiğimiz otelin nasıl bir yer olduğunu anlamıyorum.

Aklım, fikrim, gözüm, erimim önümde uzayıp giden okyanus ve o güne kadar görmediğim hızla geçip giden bulutlarda.

Şehir nasıl henüz bilmiyorum.

Ama burası güzel, güzelden de öte yabanıl bir coğrafya.

İçeri girince afallıyorum.

Hoş, temiz, şirin hatta lüks bir yerle karşılaşmayı bekliyordum da bununla asla.

Fazla zevkli, fazla güzel, fazla ince, yerli yerinde yerel.

Sonraki günlerin hangi sürprizlere gebe olduğunu henüz bilmediğimden, ağzım açık etrafa bakınıyor, yakalarına iliştirdikleri küçük kırmızı karanfillerle çevremizde dolaşan, hafiften de benim şaşkınlığımla dalga geçen jilet personele girişteki masanın üzerinde duran dev metal vazolara yerleştirilmiş iri çiçeklerin adını soruyorum.

Bembeyaz dişlerini göstere göstere gülüyor, hep bir ağızdan King Protea diyorlar.

Afrika’nın öğrettiği ilk kelime Protea.

Sadece o topraklarda yetişen müthiş bir çiçek.

Kucak dolusu şimdi burada, salonda.

Öğle yemeğimizi terastaki Azur lokantasında yedikten sonra yola koyuluyor, bin iki yüz metreyi yirmi saniyede katettiği için dünyanın en hızlısı diye övündükleri teleferikle Masa Dağı’na çıkıyoruz.

Altımızda uzanan şehir öyle sakin, öyle uysal, öyle huzurlu görünüyor ki, çok değil bundan yirmi yıl öncesine kadar kan ağladığını bilmek insanı şaşırtıyor.

Derken bilinen mucize bir kez daha yineleniyor: Günbatımıyla birlikte yer gök su, kızıla kesiyor.

Vurgun yemiş gibi kalakalıyoruz.

O an Afrika’ya tutuluyoruz.

Devamı haftaya.
Yazının Devamını Oku

Otelin alameti farikası kapıdan girdiğiniz anda burnunuza yapışan o koku

22 Mart 2008
Mübarek virus değil, freni boşalmış kamyon sanki.<br><br>Kaçtın kaçtın. Kaçamadın yandın. Etler lime, kemikler sızım yatağa seriyor. Aksırık tıksırık ateş de cabası. İlaç da alsan, bal süt, nane limon, kocakarı reçetelerine de başvursan sonuç değişmiyor:

Bir hafta sürüyor. Tam bir hafta süründüm. Lobotomi yapılmış gibi gözlerimi tavana dikip ahlayıp vahlamakla geçen o haftanın sonunda bir sabah uyandım ki düne kadar eti kemiğinden ayrılan, yataklara yapışan kadın

sanki ben değilim. Korka korka sağımı solumu yokladım: Burun kendine gelmiş. İfrazat bitmiş, koku alıyor. Boğaz desen batmıyor. Zaten çıksa mı inse mi tereddütlü ateş tereddüdü bırakmış otuz altı buçuğa çakılmış. O zaman neden olmasın? İlaçlarımı orada da alırım. Zaten hepi topu üç gün. Fena mı olur, Paris’i koklarım. Evde yatacağıma Park Hyatt’ta yatarım. Telefona uzandım: Arzu dedim, tamam iyileştim, ben de varım.

Davet, Park Hyatt’ın daveti. Daha doğrusu Doğuş Grubu’nun uzun yıllar önce satın aldığı, tarihi handiyse Cumhuriyet İstanbul’unun tarihiyle özdeş Maçka Palas’ta, önümüzdeki haziran ortalarında açılacak uluslararası otel zincirlerinden Park Hyatt’ın Paris ayağının daveti.

Daveti düzenleyenler, Paris Vendome’u, Park Hyatt zinciri içerisinde İstanbul’da açılacak otele en benzer otel olduğu için seçmişler.

Burada da tıpkı Paris’tekine benzer doğal taşların kullanıldığı bir dekorasyon olacak, işletme politikasında Paris örnek alınacak, hatta hali hazırda orada görev yapan kimi personel gelip çalışacakmış.

Açılış öncesi içlerinde benim de olduğum küçük basın grubunun kısa hafta sonu kaçamağı için Paris’e götürülme nedeni işte bu.

İşin ucunda Paris olduğu sürece benim için nerede kalındığı o kadar önemli değil, ama merak da etmiyor değilim açıkcası.

Çünkü Paris iyidir hoştur, dünya şehircilik tarihine şehircilik harikası olarak geçen en güzel şehirlerdendir ama otelleri ve otelcilik anlayışı tıpkı İngilizceyi anlamamakta direnen kibirli halkı, yirmi santim çapındaki masaya dört kişi oturtmakta beis görmeyen, itirazları da homurdanarak ödüllendiren kakavan garsonları gibi insanı geldiğine geleceğine pişman ettirecek cinstendir.

Crillon gibi, Ritz gibi, şimdilerde Four Seasons olarak yeniden açılan George V gibi şehir tarihine altın harflerle yazılan yıldızsız oteller dışında, ne yalan, Paris düpedüz otel fakiridir.

Olanlar yıldızlarla sınıflandırılır ama beş yıldız yoktur.

Dört yıldızlılar köhnemsidir, küf kokar.

Üç yıldızlıların odalarına sığsa sığsa tabut sığar.

İkililer jilet attırır.

Teklileri evi olmayanlar mesken tutar.

Daha doğrusu öyledi.

Son birkaç yıldır Paris de dünyayı saran butik otel çılgınlığından payına düşeni aldı.

Philippe Starck’ın yaptığı Costes’la başlayan modaya, önce tantanayla açılan L’Hotel derken şehrin değişik semtlerinde her biri ünlü modacıların imzasını taşıyan yığınla küçük otel eklendi.

Peki Park Hyatt?

Adrese bakılırsa önünden defalarca geçmiş olmalıyım.

Ama çıkaramıyorum.

Görelim bakalım.

HER OTEL İÇİN BAŞKA BİR PARFÜM YAPILIYOR

Çıkaramadığıma şaşmamalı çünkü otelin girişi belli belirsiz.

Paris’in en güzel meydanlarından Vendome’a açılan Rue de la Paix’de, meşhur Ritz ve Intercontinental’e komşu olmasına rağmen Park Hyatt’ın kapısında diğerlerinin önünde duran kırmızı ceketli, sırma apoletli kapıcılardan, gönderlere çekilmiş bayraklardan eser yok.

Girişin yanına yerleştirilmiş iki künk içerisinde iki iri mazı, hepsi bu.

Döner kapıdan girince ne resepsiyonda çalışanların gülümsemesini görüyor, ne ağırlıklı olarak kum renginin kullanıldığı dekorasyona dikkat ediyorsunuz.

Varsa yoksa o koku.

Otele adım attığınız andan itibaren burnunuza yapışan ve otelin alameti farikası olan o koku.

Bundan daha güzel bir hoş geldin olamaz diye düşünüyorum.

Bu güne kadar az buz otel dolaşmadım: Şaşaalı, heybetli, görkemli olanlar kadar sonradan görme, alçakgönüllü, perişan yüzlerce otel...

Ama bu kadar güzel kokanına ilk kez rastladım.

Sonradan bütün Park Hyatt’ların kendilerine özgü kokuları olduğunu, her otel için ünlü parfüm yapımcısı Blaise Mautin ile işbirliği yapıldığını öğrenecek ve Maçka Palas’ın nasıl kokacağını merak edeceğim.

Gülmüş.

İstanbul için seçilen gül ağırlıklı bir parfümmüş.

Park Hyatt’ın binası, tıpkı Maçka Palas gibi kunt, taş bir bina.

Ortasında camekanla kapatılmış büyük bir avlu, arka tarafta henüz açmamış sardunya saksılarıyla dolu, yaz aylarında lokantaya dönüşen büyük bir bahçe ve o bahçeye bakan sessiz odalar var.

Otel dediğim gibi kum rengi.

Zemindeki Dicle taşına benzer ham mermer olsun koridor ve odaları kaplayan halılar olsun, hepsi aynı rengin çeşitlemesi. Bu bozluğu kapı kulplarından apliklere bolca kullanılan bronz heykeller, Ed Paschke’nin birkaç resmi ve beyaz çiçekler bozuyor.

Lobi ve lokanta için beyaz orkideler oda ve suitler için beyaz güller.

Uzakdoğu’nun ünlü oteller zinciri Aman Otellerini de yapan iç mimarlarla çalıştıklarından mı neden bilinmez, otelde Uzakdoğu dinginliği var.

Şık, huzurlu ve iddiasını insanın gözüne sokmayıp ayrıntılara gizleyen otuz küsur suitli, yüz küsur odalı, ne büyük ne küçük bir otel Park Hyatt.

SPA MERDİVENLERİNDE İNİP ÇIKAN STİNG

Gelelim otelin ağır toplarına...

Lokanta ve SPA’ya.

Lokanta ilk michelin yıldızını alan genç şef François Rouquette’e emanet.

SPA ise işin uzmanlarına.Yani dünyanın dört bir yanından gelen sihirli parmaklara.

Her ikisinin keyfini sürmek için iki günümüz var.

Aslında programımız yüklü.

Gezi, otel tanıtım gezisi olduğundan otelde yenecek öğle-akşam yemekleri, bunun yanısıra da şehre ilk kez gelenler olabilir diye de düşünüldüğünden turistik Paris gezisi var.

Örneğin ilk gece için Seine nehrinde salınan teknelerden birinde yemek yenilecek denmiş.

Ömrüm boyunca sinek gemisi denilen ve turist gezdirip vasat yemekler veren o teknelerden haz etmedim.

Kararım karar: Oteldeki bütün yemeklere katılacak ama diğer faslı biraz da hastalıktan yeni kalkma bahanesiyle kaytaracağım.

Sen misin büyük konuşan?

Spa hariç hepsine gittim, üstelik meraklı kumrular gibi en öndeydim.

François’nın yemekleri gerçekten nefisti.

Neden yıldızla taçlandırıldığı ilk lokmada anlaşıldı.

Gerek ilk gün bahçeye bakan loş barda yediğimiz öğle yemeği, gerek ertesi akşam mutfağa nazır şef masasında yenilen akşam yemeği tadı damakta kalan cinstendi.

Ali Esat bile tabağında lokma bırakmadı.

SPA’ya gitmedim.

Üstelik habire spa’ya inen merdivenlerde gördüğüm Sting’e rağmen.

Masaj sevmem, buhar sevmem, gövdeme sıcak taş dizilmesinden, alnıma yağ damlatılmasından hazzetmem, SPA’da işim ne?

Ama gitseydim, eminim, Sting ile karşılaşabilir ve ona zamanın nasıl olup da kişiden kişiye bu kadar farklı davrandığını sorabilirdim.

Biraz Paris, bolca Park Hyatt iki gün şıp dedi geçti.

MAÇKA PALAS

Açıkçası oranın sıradan bir işyeri ya da artık her köşede açılmasına alıştığımız garabet alışveriş merkezlerinden biri olmayacağına kendi adıma çok seviniyorum.

Burada yaşıyoruz.

Evimiz barkımız burada, gidip kalacak değiliz.

Ama İstanbul’un Park Hyatt gibi otellere ihtiyacı olduğu da gerçek. Ayrıca lokantasına gider, barında oturur, yüzme havuzunda serinleyebiliriz. Model Paris modeli olacağına göre, SPA’sı da olacaktır kuşkusuz. Merdivenlerde Sting’e rastlayabiliriz. Antony’nin olması bile orada günü geçirmek için yeterli. Antony kim mi? Bekleyin, göreceksiniz.
Yazının Devamını Oku

Bu hafta sayfamın başlığına siyah bant çekilsin

8 Mart 2008
Bu hafta sayfamın başlığına siyah bant çekilsin.<br><br>Gusto sözcüğü silinsin. Yazacaklarımın gusto ile uzak yakın ilişkisi yok çünkü.

Fotoğraf kalsın.

Dikkatler mümkünse tuttuğum kadehe çevrilsin.

O kadeh yüzünden yemediğim küfür kalmadı.

Hiç böyle bir yazı yazacağım gelmezdi aklıma.

Ne denir?

Yazdıranlar utansın.


Aslında niyetim başkaydı: Gustoluk iki konum vardı.

Biri Adco’nun ithal ettiği Trio şarapları için Tuus’ta verdiği davet, ikincisi Marianne Faithfull konseri öncesi Beyoğlu’nda açılan ve açılır açılmaz adı duyulan La Brise’de yediğim yemek.

İkisini de gelecek haftalara erteleme nedenim, yazdığım her yazı sonrası gelen ve her biri küfür açısından zengin babalanmalara duyduğum öfke ve cevap yetiştirme isteği değil aslında.

Birinci yazının mekanı Tuus, gazetelerde çıkan haberler doğruysa, el değiştirmiş. İzzet Çapa’nın işletmesine geçmiş, o yüzden yeni çehresini görene dek beklemeyi uygun gördüm. La Brise’i ise dar zamana sıkıştırmak istemedim.

Madem elim ve yerim boş o zaman uzun süredir beni rahatsız etmeye çalışan şu babalanmalar üzerine yazayım bari.

Konu tahmin edeceğiniz gibi cühelalar.

Ve onların vazife bellemiş gibi her hafta döşendikleri.

...

(Yazının burasında gelen elektronik postalara baktım. Niyetim yüzlercesi arasından rasgele bir ikisini seçmek. Ama olacak gibi değil. Bırakın imlayı, noktalamayı, cümle kurmaktan aciz bu meczupların gönderdiklerini sayfaya taşımak demek o oranda kirlenmek demek. Vazgeçtim.)

İyisi mi ortak noktalarından söz edip geçeyim.

Yazdığım her şeye kızmakla beraber en çok sayfanın başında duran fotoğrafıma kızıyorlar.

Daha doğrusu fotoğrafta tuttuğum kadehe.

Akıl veriyorlar: Bak kızım sen sen ol, diye başlayan cümleler..

Doğru yola davet ediyorlar: Bu gidiş iyi değil demeler..

Anama babama, ecdadıma sövüyorlar: Anladınız.

Dinsizin teki, aşiftenin önde geleni olduğumdan eminler: Bunu da anladınız.

Hazır yurtdışına gitmişken gittiğim yerde kalmamı öğütlüyor, kalmayıp da dönecek olursam kaçacak delik arayacağımı söylüyorlar.

Küfürlerine "sen ve senin gibiler" diye başlıyorlar.

Tehdit ediyorlar: Yanmakla, dayakla, belamı bulup, buldurmakla.

Özet bu.

Beş yıla yakın bir süredir aynı gazetenin aynı ekinde, aynı fotoğrafın basılı olduğu aynı sayfada, benzer şeyler yazıyorum.

Hoş, insanı yüreklendiren tepkiler de aldım, eleştiriler de.

Ama küfür?

Küfür, yeni.

Peki ne oldu da tuttuğum kadeh silaha, içindeki şarap kana dönüştü?

Siyaset yazmadığım, zülfü yare dokunmadığım, nasırlara basmadığım halde nasıl oldu da bunca nefret toplamayı başardım?

Ne zaman biriktirildi bunca öfke?

Ve neden?

Aslında belli: Ağustosta yazım yok. Dolayısıyla babalanma da yok.

Eylülde ufak ufak küfür başlamış.

Ekimde çoğalıp kasımdan sonra çığırından çıkmış.

Bu da neye denk geliyor? Seçim ertesine.

Gel de "yaşama biçimimiz tehdit altında" diyenlere güvenme.

Ben gene de iyimserliğimi korumaya, bilgisayarın başına çöreklenip önüne gelene nefret kusan cühelanın az sayıda meczuptan ibaret olduğunu düşünmeye çalışıyorum.

Yok öyle değil de, ortada sarıp sarmalayan, bulaşıp yayılan bir cinnet varsa, yandık.

Ben sen o, biz siz onlar, hepimiz yandık.

Tanımadığı, bilmediği, sataşmayan, dayatmayan birine sadece elinde şarap kadehi tutuyor diye tahammül edemeyen, neye tahammül eder bilemem.

Beni geçin.

Ben "ötekine" yönelik husumetin olsa olsa zerresiyim.

Allah yazdı mı yazan cesur yüreklere kolaylık versin.

Kapalıçarşı’nın kadın tuvaletleri için

kime başvursam!


Gelelim gusto dışı, ikinci konuya.

Ömrümün yirmi yılı Yolgeçen hanın bir odasında geçti.

Kapalıçarşı’nın Beyazıt kapısına yakın bu handa çalışırken kuzinimle en büyük sıkıntımız ne kesilen elektrik ne ısınmayan atölye ne sözünün eri olmayanlar ne de kadınız diye dolandırmaya kalkanlardı.

Sıkıntımız, gidecek tuvalet olmamasıydı.

Sabahın köründe girdiğimiz atölyeden akşam olmadan çıkmaz, bu sorun yüzünden de çevredeki esnafın soğuğa dayanmak için içtiği çaylardan yudum tadamazdık.

Tuvalet yok muydu?

Vardı, vardı da gitmek için Aslan Yürekli Richard gibi geniş bir yüreğe sahip olmak şarttı.

Nuruosmaniye girişindeki cami tuvaletleri olsun, çarşı içindekiler olsun kelimenin tam anlamıyla rezaletti.

Tek çare çarşıya fazla uzak olmayan otellerin ya da eli yüzü düzgün lokantaların tuvaletlerine gitmekti.

Son günlerde bir arkadaşımın kıramayacağım teklifi yüzünden yolum sık sık çarşıya düştü.

Eski tas, eski hamam.

Ben atölyeleri kapatalı on küsur yıl geçmiş ve Allah için bu sürede çarşı içindeki kadınlar tuvaletinde daracık girişi daha da daraltan turnike uygulaması dışında hiçbir şey değişmemiş.

Çalışmayan, daha doğrusu oradaki kadıncağızın şikayeti ile söylersek, her gelen çektiği için dolmaya vakit bulamayan sifonundan ötürü biri iptal üç alaturka hela.

Yerde pis plastik bir ibrik, kapıda parça parça kesilip ele tutuşturulan tuvalet kağıdı ve neden ıslak olduğu belli olmayan bir zemin.

Girmedim.

Girmedim ama girip de çıkarken gözlerini belertip kapıda duran arkadaşına aman sakın ha dercesine elini sallayan yabancı kadını görmezden gelemedim.

Bu olacak şey midir?

İstanbul’a gelen her turistin gittiği tarihi çarşıya temiz bir tuvalet yapmak zor iş midir?

Bunun için kime başvurmak gerekir?

Eminönü Belediyesi’ne mi, Kapalıçarşı Esnaf ve Zanaatkarlar Birliği’ne mi, varsa çarşı yönetimine mi, Valiliğe, Özelleştirme İdaresi’ne, Opet’e, Sivil Toplum Örgütlerine, Kadir Bey’e mi, kime?

İstanbul, Habitat’tan sonra Dünya Su Forumu’na ev sahipliği yapacak, otellerde sekiz bin oda ayırtıldı diye böbürlenmek yerine, gelen yirmi bin delegenin en az yarısının çarşıya gideceğini varsaymak ve çarşıyı Nuh nebiden kalma alaturka helalardan kurtarmak gerekmez mi?

Gerekir. Yüzün ister Batı’ya dönük olsun ister Doğu’ya...

Temizlik biri için elzem, diğeri için imandan gelendir.

Değil midir?

Gusto dışı üçüncü konu diye yazmaya devam ediyordum ki içim daraldı.

Üçüncü, dördüncü, beşinci.

Bitmez.

Ve kimse de cumartesi sabahı böyle muhabbet okumak istemez.

Sözüm söz: Gelecek hafta sadede gelecek, çekilen bandı sileceğim.
Yazının Devamını Oku

Çifte kavrulmuş otomobil testi

1 Mart 2008
Sabahın altısında çalan telefon istese de istemese de acı çalar. Yüreğim ağzımda açıyorum ki ne acısı, arayan tatlı Yonca.

Yonca Ebüzziya.

Nerede olduğumu soruyor.

Daha doğrusu nerede olduğumu sorduğunu sanıyorum.

Cızırtılı hat yüzünden sesi kesik geliyor.

Mümkün olduğu kadar hızlı, Afrika’ya taşınacağını söyleyen oğluna "Ayy çok uzak" diyen reklamdaki anne gibi, dünyanın öbür ucunda, diyorum.

Sonrası karışık.

Ne zaman dönüyorsun’u... bekliyoruz... test... birlikte... istiyoruz... unutma... izliyor.

Anlamıyorum ama ne isterse istesin yeter ki o istesin.

Olur diyor, kapatıyorum.

Sersemliğe devam ama uyku kaçtı bir kere.

Ne testi olabilir? Test dediğin evde olmaz, televizyon programında olmaz, olsa olsa marka elçisi olduğu Borusan’da olur.

Test de herhalde test sürüşü.

Araba kullanmadığımı da bilir oysa.

Ama ben değil miyim hayatında şoför mahalline oturmamışken geçen yıl Chrysler’in yeni modelini denemek için kalkıp Lizbon’a giden?

Tamam da orada Nihat Odabaşı vardı. Feride Edige vardı. Biri savrulun test sürüşü var diye bağıra çağıra uzun yıllar elini sürmediği direksiyon başına geçmiş, diğeri benim sağıma soluma güvenmediği için elime tutuşturulan haritadan bir tane de kendine edinip arka koltuğa yerleşmiş, pilot tamam, co pilot tamam, bana da Define Avı oyunundaki gibi işaretleri izleye izleye geçtiğimiz Lizbon sokaklarının keyfini sürmek düşmüştü.

Vardır Yonca’nın bir bildiği diyor yeniden uyumayı deniyorum.

Çok geçmeden de unutuyorum: Hem testi, hem sürüşü.

Dönüşümün ertesi günü bu kez uçak sersemi, evde adımı bile hatırlamaktan aciz kör yarasalar gibi dolaşırken arıyor Yonca.

Biliyorsun diyor bu akşam testte, testteyiz.

Test değil miydi bu? Ne zaman çifte kavruldu?

Duraksamamdan unuttuğumu sanıyor. Hatırlamasına hatırlıyorum ama ne yapmam gerektiğini çıkaramıyorum.

Sanki vereceği cevabın içinde bütün ipuçlarını bulacakmışım gibi tutuyor, ne giymemiz gerektiğini soruyorum. Aklımca mont, kazak, pantolon derse söz konusu testin başlangıç noktası İstinye Borusan olan bir tür gece safarisi, etek elbise ceket derse aklımın ermediği başka bir meret olduğunu anlayacağım.

Cevabı muallak: Özel bir şey değil diyor, ben siyah pantolon ceket giydim.

O an sormayı da sorgulamayı da bırakıyorum.

Varsın dağınık kalsın, sürprizin tadı kaçmasın.

Sürpriz de sürprizdi hani. Bir sürü şey bekliyordum da bunu beklemiyordum. Borusan’ın İstinye’deki binasına adım attığımda özel bir geceye davetli olduğumu anladım.

Zaten evvel emir beğendiğim güzel bir yapıdır, işte o yapının girişindeki geniş hol, mum ışığı ile aydınlatılmış gibi loş.

Sağda tiril beyaz örtülü, tek süsü düz kesim iki kristal vazoya özenle yerleştirilmiş kırmızı laleler olan büyük dikdörtgen bir masa var.

Tenha bir masa.

Sıra sıra bardak, dizi dizi çatal, köşe bucağa iliştirilmiş tuzluk biberlik yok.

Sol tarafa davetli sayısı az olduğu için üç yüksek masa konmuş.

Onların da üzerleri boş.

Ne abur cubur kasesi ne başka şey. Sadece küçük mum ve tablaya benzer bir tabak.

Masa da tabak da belli ki yemek öncesi sunulan içki kadehleri boşaldığı zaman bırakılsın, sunulan tadımlıklarla gelen peçeteler atılsın diye konmuş.

Büyük holde göze çarpan tek şey, eğik bir platformun üzerinde burnu aşağıya gelecek şekilde duran kuzguni siyah Range Rover.

Gecenin esbabı mucibesi o.

Borusan Otomotiv, Range Rover TDV8 in bu yılki tanıtımı için benim çifte kavrulmuş dediğim bir uygulama düşünmüş, otomobil ile gastronomiyi bir araya getirmiş.

Elbette adı testte test değil: Test&Taste.

İstinye Borusan’da form doldurup test sürüşüne katılanlar arasında yapılacak çekilişte kazananlar konuklarıyla birlikte Borusan’da tıpkı bizim katıldığımız gece gibi bir gece geçirebileceklermiş.

Yemek, hele hele bir otomotiv şirketinde yemek yemenin neresi ilginç diye düşünenler olabilir. Onlara şunu söyleyebilirim: Borusan’ın mart sonuna kadar uygulayacağı bu etkinlik için anlaştığı kişi, Türkiye’nin en yaratıcı şeflerinden Mehmet Gürs.

Ve Mehmet’in o gece için hazırladığı yemekler ne İstanbul’un herhangi bir lokantasında -buna Mehmet’in kendi lokantaları da dahil- ne de Avrupa’nın iddialı lokantalarından birinde kolay bulunabilir cinsten.

Yaklaşık on bir tabaklık mönüde neler yok ki?

Burada hepsini yazmak ve talihlilerin karşılaşacakları sürprizin tadını kaçırmak istemem.

Ama rahatlıkla yok yok diyebilirim.

Çoğunun malzemesi yurt dışından gelmiş ve Mehmet hepsine özel adlar vermiş. Sis, Kutu Kutu, Ege, Duman, Bahar Gelsin Artık, Küflü Keçi ve yemekten çatladığınızı düşündüğü anda çıkarttığı Ha Gayret gibi.

Sadece yemekler değil, yemeklere eşlik eden içkiler de özel.

Dom Perignon 1996 ile başladığınız maratonu Grappa di Nebbiolo da Barolo 1993 ve Berta Cognac xo ile bitiriyorsunuz.

Mehmet biraz ileride kurduğu ince uzun masada yardımcılarıyla birlikte kotarıyor yemekleri.

Yavaş yavaş, sindire sindire, eğlene eğlene.

Sizden de yavaş yavaş, sindire sindire, eğlene eğlene yemenizi bekliyor.

Bir de işin fazladan artısı, bunca güzel yemeği yerken ense kökünüze dikilip yediklerinizin ne olduğunu anlatan birinin olmaması.

Yemek faslı bu.

Esbabı mucibeye gelince.

Bu konuda ahkam kesecek en son kişi herhalde benim.

Benim için arabaların bir rahat olanı vardır, bir rahatsızı.

Bir hızlısı vardır bir yavaşı.

Bir de yüksek olanla yere yapışanı.

O kadar.

Bilen zaten bilir ama Range galiba hem rahat hem yüksek hem hızlı.
Yazının Devamını Oku

En az Türkiye kadar gençliğe gençliğini zehir ettirmiş ülke

23 Şubat 2008
Borges’in Arjantin’i sevmediği rivayet edilir. Arjantin’in Borges’i sevdiği kesin oysa.

Gider gitmez ünlü yazarın doğduğu evi, yaşadığı mahalleyi, gezindiği yerleri merak ettim.

Güney Amerika’nın bu en Avrupalı yazarı nerelerde yaşamış, nerelerde yazmıştı?

1975-76 yılında, Paris’te kendisiyle yapılan uzun söyleşinin filmini izlemiştim.

Kitaplarla dolu geniş salondaki kulaklı koltukta oturan seyrek saçlı yaşlı adam, kendisine yöneltilen soruları görmeyen gözlerini açık pencereden dışarıya dikerek yanıtlıyor; hayatı, çocukluğu, kitapları hakkında uzun uzadıya konuştuğu halde, sokakta olup bitenle ilgili soruları ya üstü kapalı ya kaçamak cevaplarla geçiştiriyordu.

Söyleşinin sonunda ona hayranlığı gözlerinden okunan genç bir kadının koluna girip dışarı çıkmış, yaşlılara özgü küçük adımlarla arkadaşlarıyla buluşacağı kahvenin yolunu tutmuştu.

Arjantin’in dar kapıdan geçtiği zorlu yıllardı.

Sonraları otuz bin kişinin hayatına mal olan bu karanlık dönem hakkında yazmamış, daha doğrusu yeterince yazmamış olmakla kıyasıya eleştirilecek, gelgelelim bu eleştiriler onun ülkenin en büyük yazarlarından biri olduğu olgusunu değiştirmeyecekti.

Evini bulmakta zorlanmıyorum: Buenos Aires’te yüzlercesine rastlanan büyük, kunt bir bina. Onu özel kılan Borges’in uzun yıllar orada yaşamış olması.

Arjantin, çoğunluğu İtalyan olmak üzere İspanyol, Fransız ve Alman göçmenlerden oluşan halkından dolayı aslında Güney Amerika’dan çok bir Avrupa ülkesine benziyor.

Buenos Aires de öyle.

Biraz Paris, biraz Madrid karışımı bir şehir hayal edin ve bu karışıma bolca Latin ruhu ekleyin.

Avrupa şehirlerinde olduğu gibi buradaki binaların cephelerinde de o binada yaşamış ünlülerin adlarını gösteren plaketler var.

Evi zorlanmadan bulma nedenim bu.

Adı verilen sokağı da.

Palermo Mahallesi’ndeki sokakta biraz dolaştıktan sonra acıktığımı hissediyor, sıklıkla gittiğini bildiğim Tortoni kahvesini aramaya başlıyorum.

Tortoni, toplandıkları meydandan ötürü Mayo anneleri de denilen; yıllardır bıkıp usanmaksızın ellerinde tuttukları silik fotoğraflarla kayıp çocuklarının, kim bilir kim tarafından evlat edinilmiş torunlarının izini arayan annelerin buluştuğu; ortasında ulusal kahraman Marti’nin heykeli olan, meydana uzak olmayan bir caddede karşıma çıkıyor.

Bundan tam 150 yıl önce, 1858’de Tango akademisi olarak kurulan, izleyen yıllarda tango salonunun yanına eklenen bölümle birlikte Arjantin entelijansyasının buluşma yeri haline gelen bu ünlü kahve, ellili altmışlı yıllarda İstanbul aydınlarının mesken tuttuğu Markiz pastanesinin Buenos Aires şubesi gibi.

Kimler gelip geçmemiş ki?

Duvarlardaki fotoğraflara, mekanı dolduran heykellere, müdavim ressamların ödeyemedikleri hesaplara karşılık hediye ettikleri resimlere bakılırsa Buenos Aires’te yaşamış ve yaşayan bütün sanatçılar, dünyanın dört bir yanından şehre gelen ünlü simalar...

Belli, Lorca’sından Llosa’sına, İspanyol dilinde yazmış herkes, bu loş kahvenin uzun tezgahında bir kadeh içip, Tiffany lambaların aydınlattığı ahşap masalarda sohbete dalmış, canı çektiğinde yan bölüme geçip tango yapmış.

Tortoni’nin önemi sadece sanatçıların uğrak yeri olması değil.

Tortoni yayımladığı kitaplarla, kolladığı sanatçılarla Arjantin’in kültür hayatına da yön vermiş.

Bugün bile aylık olarak yayımlanan ve bedava dağıtılan Anılar ve Tanıklıklar dergisi, şehrin kültür hayatında önemli rol oynuyor.

Eşiğinden adım attığınız andan itibaren, vitraylarla süslü kapıların ardında hálá edebiyat sohbetlerinin yapıldığını, benim gibi elinde fotoğraf makinesiyle dolaşan birkaç turist dışında mekanın bugün de aydınların uğrak yeri olmaya devam ettiğini görüyorsunuz.

Bolca fotoğraf çekip, birkaç kadeh şarap içtikten, sevimli garsonun ısmarlar ısmarlamaz önüme getirdiği yemeğimi afiyetle yedikten sonra çıkıyor, Mayo Meydanı’na gitmek için yola koyuluyorum.

Günlerden perşembe olmadığı için anneler ortada değil.

Banklardan birine oturup Türkiye’de değil de burada benzer anne babanın kızı olarak doğmuş olsam hayatımın nasıl olacağını hayal etmeye çalışıyorum.

Arjantin de en az Türkiye kadar gençliğe gençliğini zehir ettirmiş bir ülke. Yetmişli yıllardaki ben olsam, sonumun muhtemelen helikopterden Rio del Plata’ya atılarak gelmiş olacağını düşünüyor, ürperiyorum.

Ben avare dolaşırken akşam oldu bile.

Sabah erkenden İguazu’ya gideceğiz, dönme saati...

İguazu gezisi

Havaalanındaki posterler Brezilya’daki malarya salgınına dikkat çekiyor.

Bütün kitaplar şelalenin Brezilya tarafından daha güzel göründüğünü söylediği için programımızı ona göre yaptık.

Arjantin tarafında, Ulusal Park içinde bir otelde kalacak ama İguazu’yu görmek için karşıya geçeceğiz.

Önce keşke Brezilya’ya gitmeseydik diye düşünüyor sonra bu düşüncemin saçmalığı karşısında gülüyorum.

Sivrisinek sınır tanır mı?

Ha orası ha burası.

Uçaktan inince bu ülkeye geldik geleli iklim babında yaver giden şansımızın döndüğünü düşündürten bir sıcakla karşılaşıyoruz.

Nemli, insana nefes aldırmayan bir sıcak.

Otele yerleşir yerleşmez fırlıyoruz: Helikopterle üzerinden, botla içinden, yürüyerek yanından geçerek yapacağımız İguazu gezisi için hepi topu bir günümüz var.

Helikopter iyiydi.

Botu gözüm yemedi.

Yürüyüş ise felaketti.

Yapış yapış bir havada şelalenin döküldüğü Şeytan Ağzı denilen noktaya giden yolu inmeye başladık.

Her kıvrımda karşımıza çıkan manzara büyüleyici.

Ama manzaranın keyfine varmak için yalnız olmak, hiç değilse kolunuzu dürtüp fotoğraflarını çekesiniz diye burnunuza makine dayayan, şelalenin uğultusunu dinlemek için olsun, manzarayı sindirmek için olsun duraksadığınız anda yürümeniz için arkanızdan iteleyen yedi düvelden binlerce turist arasında olmamak gerek.

İguazu’yu örneğin BBC yapımı Planet Earth belgeselinden izlemek yerine bizatihi gidip görmenin insana kattığı bir şey var mı?

Var.

Bir: Biz İguazu’dayken diye başlayan cümle kurmanıza fırsat tanıyor. İki: Her şeye rağmen çentik atıyor, akıldan çıkmıyor.

Çentik atan sadece İguazu mu?

Bence bütün ülke atıyor.

Hatta bütün kıta.

Bütün Güney Amerika.

Olur da gidecekler olursa diye birkaç ipucu

Yeme içme düşkünlerine

Etyemezlerin Arjantin’de işleri zor. Çünkü Arjantin mutfağının tek ve değişmez yemeği et. Sebze ve meyve de bol ama lokantalarda fazla karşınıza çıkmıyor. Buna karşın etlerin hepsi çatalla kes cinsinden. Şaraplara gelince... Malbec gerçekten iyi bir üzüm ve Arjantinliler şarap yapmayı biliyor. Luigi Bosca benim en sevdiklerimden oldu. Palermo’daki küçük lokantaların hemen hepsinde iyi yemek yenilebildiği gibi nehir kıyısında yeni düzenlenen dokların, Puerta Madero’nun altındaki lokantalarda da çok iyi yeniyor. Şehrin eski bölgesindeki aşevlerinde de. Fiyatlar İstanbul’la karşılaştırılmayacak kadar ucuz.

Otelde konaklayacaklara

Her bütçeye göre otel mevcut. Four Seasons gibi uluslararası otel zincirleri kadar, yerel oteller de var. Konaklamak için farklı bir yer arayanlara ise Faena’yı tavsiye ederim. Madonna da geldiğinde burada kalmış. İlginç. Gece kulübü, havuzu, barı, lokantası çok popüler.

Tango hayranlarına

Her yer.

Alışveriş tutkunlarına

Şehrin en güzel butikleri Possadano Caddesi ve civarında. Ayakkabı değil ama deri çantada üstlerine yok. Avrupa’ya oranla çok ucuz ve çok şıklar. Kürk için de aynı şey söyleniyor. Ama insanı asıl şaşırtan antika bolluğu. Ömrümde bu kadar zengin ve çeşitli mal barındıran dükkanı bir arada görmedim. Bu kadar çok gümüş çatal bıçak takımını da. Pazar günleri kurulan bit pazarı hem gez gez bitmez cinsten, hem inanılmaz eğlenceli.

Sanat severlere

Malba Modern, Güney Amerika Sanatı’nın sergilendiği tek müze olarak gidilip görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Mimari olarak da çarpıcı bu müze, gittiğimde karşıma çıkan Oscar Bony gibi sanatçıların çarpıcı sergileriyle de adından söz ettiriyor. Kuru, donuk bir müzeden çok, yaşayan, canlı bir yer. Galeriler ise daha çok Soho denilen Palermo’da yuvalanmış, keşfedilmeyi bekliyor.

*Tersi söylense de Buenos Aires güvenli bir şehir. Taksiler ucuz ve kolay bulunuyor.
Yazının Devamını Oku

Buenos Aires’e tango izlemeye gitmişken Aydın’ın sorunlarının nasıl halledildiğini öğrenen ilk kişiyim, bahse girerim

16 Şubat 2008
Sol ayak bileğimde oluşan ve yürüdükçe zonklayan şiş canımı sıkıyor. Neden ola ki diye sormamla annem cevabı yapıştırıyor: Yürümektendir.

Mus, uçmaktan diye düzeltiyor.

Belli ki canlarına tak etti.

Önce Avusturalya, ardından Küba, şimdi de Arjantin./images/100/0x0/55eb03d9f018fbb8f8a57100

Bir de dönüşte herkesin nasıl geçti sorusuyla yeniden dinlemek zorunda kaldıkları izlenimler bölümü var ki, sormayın gitsin.

İkinci, hatta üçüncü tekrara kadar iyi de ondan sonrası belli ki çekilmiyor.

Bir de valizden çıkanlar faslı var.

Dukkahlı Tasmanya somonundan Havana romlu mojitolara, sabah akşam dinlenilen çaçadan gece gündüz çalan ve kan kırmızı Malbeclere eşlik eden tangolara ani geçişler.

Uzak ve uzun yolculukların bende yarattığı hasar da bu anlaşılan.

Gidiyor ve dönüyorum.

Ama yolculuk mahmurluğunu üzerimden atmam bir iki haftamı alıyor.

Gövdem burada olsa da ruhum orada kalıyor.

O yüzden bu hafta da Arjantin!

Buenos Aires bilindiği üzere Arjantin’in başkenti.

Başkenti ve tek şehri.

Elbette boyutu Avrupa haritası kadar olan koca ülkede tek şehir Buenos Aires değil, ama diğerleri on dört milyonluk bu şehrin yanında kasaba kadar kalan küçük yerleşim yerleri.

Gidilip görülecek neresi var diye sorduğunuzda size iki yön gösteriliyor.

Biri güneyi, Patagonya’yı, diğeri kuzeyi, Brezilya ve Paraguay sınırını işaret eden iki yön.

Güneyde Arjantin kovboyları gauchoların vatanı uçsuz bucaksız platolar, o platolarda yetiştirilen ve boğazlarından yapay hiçbir besin geçmediği için dünyanın en lezzetli etleri olarak nam salan sığırlar, biraz aşağıda her Arjantinliyi dağlayan Falkland Adaları, deniz fokları, deniz aslanları ve canınız çekerse sizi imparator penguenlerin yanına götürecek tekne yolculukları, diğerinde ise yağmur ormanları, rafting - trekking gibi doğa sporları ve dünyanın en büyük üç şelalesinden biri olan İguazu’yu görme fırsatı var.

Aslında bir üçüncü adres de yok değil. Ama o Arjantin’de değil.

YAZ KIYISI PUNTA DEL ESTE

Güney Amerika’nın can damarlarından biri olan, Buenos Aires’in de kıyısında kurulduğu Rio del Plata nehrinin öte yakasında, Uruguay’da.

Buenos Aires’ten gün boyu kalkan feribotlarla üç saatlik bir deniz sefası yapıp Montevideo’ya geçmek de mümkün, elli dakikalık bir uçuşla hemen her zengin Arjantinlinin yaz tatili için tercih ettiği deniz kıyısındaki Punta del Este’ye gitmek de.

Lulu biz gitmeden Işıl ile yazışıp kısa bir ön çalışma yapmış.

Güney, yani onların deyişi ile Ateş Toprakları, her ne kadar Arjantin yılın bu mevsiminde yazın en koyusunu yaşasa da hayli soğuk olurmuş. On, bilemedin on bir derece. Bu sıcaklık da öğle saatlerinde. Patagonya’nın üstü sırf bu nedenden çizilmiş. Buna karşın programa denizi ve güneşi vaat ettiği için Puna del Este ve oralara kadar gidip de görmemek olmaz kaygısıyla İguazu eklenmiş.

Bunun dışında serbestiz. Işıl ile Hayret’e emanetiz. Işıl ve Hayret Yalav’a.

Onlarda kaldığım sürece tek sıkıntım nasıl teşekkür edeceğimi bilememek oldu.

İnsanı bunca iyi ağırlandığı yerlerde böyle bir sıkıntı sarıyor .

Konukseverliğin insanı boğan bir biçimi vardır: Nefes aldırmaz.

Bir biçimi daha vardır ki tadına doyulmaz.

Arjantin üzerine, gitmeden karıştırdığım, yol boyu okuduğum kitaplardan çok daha fazlasını Hayret’ten öğrendim ben: Elli milyar dolarlık ihracat yaptıklarından tutun soya fasulyesinin önemine, Malbec’lerin şahı altın madalyalı Luigi de Bosca’dan ülkenin gizli tarihine yığınla şeyi.

Işıl’a gelince bize evini, sofrasını açmakla kalmadı, gönlünü de açtı. Ve üşenmedi bizimle Buenos Aires’in en güzel sokaklarını, en saklı meydanlarını, en farklı dükkanlarını dolaşıp kılavuzluğumuzu yaptı.

Daha ilk gece, rezidansın bahçesinde oturmuş Malbec’lerin tadına bakarken, Hayret kendisinden istemememiz gereken tek şeyi bildirdi, sizinle tango izlemeye gelmem dedi.

Madrid’de yaşayan bir arkadaşım vardır, Cafer, o da memleketten kim gelse sevinçten çılgına döner ama bir Flamenco’ya gitmez, iki Real Madrid maçı izlemez. Hayret’in itirazı da o misal.

Etmesine itiraz etti, ama ertesi akşam için şehrin ünlü lokallerinden birinde yer ayırttığını söylemeyi de ihmal etmedi.

ÜÇ ÇEŞİT TANGO VAR

Gördüğüm kadarıyla Buenos Aires’te üç çeşit tango gösterisi izlemek mümkün.

Biri bizim gittiğimiz lokallerde olduğu gibi, tangonun bütün tekniğini göz önüne sermekle birlikte ruhunu ıskalayan turistik gösteriler.

Diğeri halkın gittiği ve kadınlarla erkeklerin ayrı ayrı oturup dansa kaldırılmayı bekledikleri hangar gibi mekanlarda edilen danslar.

Öteki de yaşlısı genci herkesin gecenin bir saatinde piste fırladığı barlar.

Hepsine razıyız ve turistik olanından başlayacağız.

Taş duvarlarını Carlos Gardel’in ve orada dans edip şarkı söylemiş ünlülerin siyah beyaz fotoğraflarının süslediği eski bir yapının girişinde biraz bekledikten sonra biletlerimizi alıyor ve bizi yerimize götürecek favorileri jilet, saçları taş, tebeşir takım elbiseli, Borsalino şapkalı adamın peşinden mahzene inip masamıza ilişiyoruz.

Yemekli bir lokal bu. İleride ağır kadife perdeleriyle küçük sayılabilecek bir sahne ve içeride dünyanın her yanından gelen turistler var.

Sağ yanımdaki masada yaşlı bir Kanadalı çift, fiks mönünün ilk ayağı salatalarını yemeye başlamışlar bile. Sol yanımdaki uzun masaya ise belli kalabalık bir grup gelecek. İçimden inşallah içti mi sesinin ayarını ayarlayamayan Koreli ya da Çinli bir grup gelmez diye geçirirken kulağıma, siz böyle geçseniz efendim, buraya buyurun başkanım gibi cümlelerin çalınmasıyla başımı kaldırıyor ve karşıdan kalabalığı yararak gelen grubu görüyorum.

Uçak sersemliğinin ve saat farkının yarattığı bir hezeyan mı bu? Yani şimdi ben az gittim uz gittim Buenos Aires’teki binlerce tango lokalinden birine geldim ve düşe düşe Türklerin mi içine düştüm? Düşmüşüm.

Yirmi altı kişilik grup Aydın Belediye Başkanı ve onun çalışma arkadaşlarıyla eşlerinden oluşuyormuş ve aynı grup her yıl dünyanın bir köşesini dolaşıyormuş. Geçen yıl Uzakdoğu’ya gitmişler, bu yıl Güney Amerika’yı keşfe gelmişler. Arjantin’e giden ilk Türk elbette ben değilim. Tango gösterisi izleyen de. Ama tango izlemeye gitmişken Aydın’ın altyapı sorunlarının nasıl halledildiğini öğrenen ve bahar aylarında yapılacak dünya kadınlar platformuna davet alan ilk kişiyim.

Bahse girerim.

Başkan bu kadar alçakgönüllü, bu kadar kalender olmasa kimse bana anlattıklarını dinletemezdi, yemin ederim.

Sakın ola bunu kırk yılda bir başa gelebilecek rastlantı zannetmeyin. Montevideo’daki Radisson Oteli’nin tuvaletinde Punta del Este’de tutulduğumuz kum fırtınasının son zerreciklerinden kurtulmaya çabalayan Lulu’ya çabuk olsana mealinde bir şeyler söylediğim an kapı açıldı, içeriye ’siz de mi buralardasınız’ diyen dört kadın girdi ve içlerinden biri yirmi yıldır görmediğim arkadaşım Mehmet Tim’in eşiydi. Mehmet de lobideydi.

6963 karakter. Aslında yazının sonu geldi.

Ama yazdıklarımı okuduğumda Arjantinli aydınların beşiği Tortoni kahvesinin, sabır taşını çatlatan Mayo meydanın, belgesellerde baş köşeye oturan İguazu şelalesinin, insana temizliği ve yeşilliği ile İsviçre’yi hatırlatan Uruguay’ın, dünyanın bu bölgesinde estetik cerrahinin nasıl yaygın ve başarılı olduğunun göstergesi afetleriyle ünlü Punta del Este’nin boyunlarının bükük kaldığını görüyorum.

Ve sizleri sıkmak pahasına gelecek hafta da bu konuya devam edeceğimi bildiriyorum.
Yazının Devamını Oku

Güzel insanlarla dolu vakur ve mağrur şehir

9 Şubat 2008
Geçen hafta yazdığım Paris taksilerinden ve burunlarından kıl aldırtmayan Paris şoförlerinden söz eden yazıyı bitiremeden, gün içinde birkaç kez arayıp telefona çıkan garip aksanlı adamcağızı taciz etme pahasına yarı minnet yarı şikayet yüklü sesle gelip gelmeyeceğini sorduğum taksi kapıya dayandı bile. Bilgisayarı kaptığımla kendimi dışarı attım. Yolum uzun. Gözümü korkutan evle Charles de Gaulle arası değil. O sürse sürse bir saat sürer. Ama ondan sonra beni bekleyen bir on dört saat var ki düşünmeden edemiyorum. Balık istifi yapacağımızdan emin olduğum yolculuğun çilesini, gideceğim yeri düşleyerek hafifletmeye çalışıyorum. On dört saat sonra yağmuru çamuru, soğuğu ayazı ardımda bırakacağım. On dört saat

sonra güneşe, sıcağa, yaza ve insanı güzelliğiyle sersemlettiği söylenen şehre varacağım. Yıllardır gitmek isteyip, vakit nakit adı her neyse artık, bir yokluktan ötürü becerip de gidemediğim; okuduğum bir satırla, dinlediğim bir şarkıyla yoldan çıkmaya hazır olduğum halde yola çıkaracak bahaneyi bulamadığım için düşlemekle yetindiğim yere. Yanık tenli, yanık sesli insanların şehrine... Ninni yerine geceyi bölen bandeneon sesleriyle uykuya dalanların, hayata kuytu sokaklarda dans ederek tutunanların, yaşama, şehvete, aşka olduğu kadar acıya, ölüme, yıkıma da bir o kadar aşina olanların vatanına... Dillerinin ucunda sinek varmış gibi heceledikleri güzel havalar diyarına... Arghentina’ya. Sonunda...

Geçen Temmuz ortalarında Lulu, gözünde muzip bir pırıltı ile bana bir şey soracağını söylediğinde, reddedemeyeceğim bir teklifle karşı karşıya olduğumu sezdim. Teklif basitti: Kış ortasında birlikte saptayacağımız bir tarihte onunla Arjantin’e gider miydim, gitmez miydim?

Yol uzundu.

Gidildi mi en az iki haftalığına gidilmeliydi.

Oradaki Türk büyükelçisi ve eşi, benim de tanıdığım eski dostlardı.

Sefarette kalacak, Buenos Aires’i tanıyacak, canımız çekerse komşu ülkelere uzanacak, lafın kısası kış ortasında iki haftalık yaz kaçamağı yapacaktık.

Ama iyice düşünüp cevabımı öyle vermeliydim. Yarı yolda bırakılmaktan hoşlanmazdı, bırakacak olursam yemini var başıma dünyayı yıkardı.

Bir an için aklımdan balığın ve misafirin üç günden fazlası kokar diyen Çin atasözü geçtiyse de, yıllardır hayali gezilerimin baş köşesine kurulan şehri sonunda görebilecek olmanın cazibesi ağır bastı.

Eveti yapıştırdım.

Ve ne yalan, kendi nazarım değer diye her şeyi Lulu’ya bıraktım.

Tarihleri o saptadı, güzeller güzeli Işıl’la o yazıştı, en ucuz biletleri o ayarladı.

Bana kala kala onu izlemek kaldı.

Aktarmasız tek uçuş Air France ile olduğundan Paris’te buluşmayı kararlaştırdık.

Paris yolculuğumun nedeni de zaten bu.

Buenos Aires uçuşu, okyanus ötesi diğer uçuşlar gibi gece yarısına doğru.

Beklediğimin aksine yollar açık, neredeyse yarım saat içinde Charles de Gaulle’e vardık.

Tek umudum elimdeki millerle biletimi ekonomi sınıfından bir üst sınıfa atlatıp rahat bir yolculuk yapmak, ama konuştuğum herkes uçağın dolu olduğunu ve üst sınıfta bir kişilik bile boş yer bulunmadığını söylüyor.

Son dakikaya kadar bekleyip şansımı denemek istiyorum, ama sivri burunlu Air France çalışanının acı gerçeği bir kez daha söylemesiyle kaderime razı, uçağın yolunu tutuyorum.

On dört saatlik kabusun bir an önce sona ermesini dilemekten başka seçeneğim yok.

Son umudum sakinleştirici.

Kurtarırsa beni o kurtarır.

Yemeğimi yedim, mucize hapı içtim, gözlerimi kapadım ve Buenos Aires havaalanı için alçalıyoruz anonsu ile birlikte uyandım.

Havaalanından çıkar çıkmaz burnuma şehrin ağdalı kokusu çarpıyor: Manolya, ıhlamur karışımı bir koku bu.

Sonraki günlerde bu kokuya yeni biçilmiş çim, Rio del Plata’dan yükselen yosun, ocakta tüten et, teneke mahalleleri saran yoksulluk, tangoya karışan ten, briyantine bulaşan ter, futbola musallat hırs, Mayo annelerine özgü gözyaşı kokusunun da karıştığını görecek, bundan böyle her Arjantin dendiğinde burnuma buram buram bu kokunun geleceğini bileceğim.

Bizi fazla uzun, fazla geniş Libertador Caddesi’nden geçirip on beş gün boyunca kalacağımız rezidansa doğru götüren arabamızın içi sessiz.

Ne Lulu’da, ne bende tek kelime edecek mecal yok.

Şehrin sesi, kurşun geçirmez camların ardında.

Oysa yere sarkan dallarında tuhaf kuşların zıpladığı egzotik ağaçlarla dolu parkların, beş kişiden oluşan küçük müzik gruplarının köşe başlarını tuttuğu ferah sokaklarla örülü mahallelerin arasından geçiyoruz.

Şehrin sesini, dinlenip kendimizi sokaklara vurduğumuz akşam saatlerinde duyacağız ilk kez.

Genizden gelen sisli bir ses bu: Büyüyüp genişleyen şehrin ortasında bu gelişme hesaplanmadan yapıldığı için boynu bükük kalmış havaalanından, dakika başı kalkan uçak seslerine yaprak hışırtılarının, uzaklardan gelen ve aşktan söz ettiğine kalıbımı basacağım şarkılara şuh kahkahaların karıştığı boğuk bir ses.

Boğuk ve terbiyeli.

Ağıtlara, naralanmalara, patlamalara alışık kulağıma ezgi gibi gelen, ömrüm oldukça kulağımdan gitmeyecek, her Arjantin dendiğinde içimi delecek bir ses.

Kokusu, sesi olur da rengi olmaz mı?

Şehrin bir de rengi var tabii.

Buenos Aires’in rengi cilasız gümüş rengi.

Rezidansın bulunduğu mahalle, eski zengin ailelerin şu ya da bu nedenle satmak zorunda kaldıkları malikaneler ve onları çevreleyen geniş parklarla dolu Recoleta adında sakin bir mahalle.

Yolculuk mahmurluğunu atıp sokağa adım attığımız ilk gece Recoleta’nın parklarını geçip Alvear Caddesi’ne girdiğimizde karşımıza dikilen şehir, 2001’de şamar gibi inen ekonomik krizle kendini yerle yeksan bulan bir ülke başkentinden çok, geçmişin heybetine şimdinin zenginliğini katmış bir şehir görünümünde.

Hayatımda başka hiçbir yerde görmediğim kadar güzel insanla dolu sokakları, kahveleri, lokantalarıyla vakur, endamlı, mağrur.

Sonraki günlerde sanatçıların yaşadığı Palermo’da, orta halli San Telmo’da, hatta kırık dökük ama her biri sahibinin sesi teneke barakaları ve onların arasında yükselen ünlü sarı lacivert stadyumu ile turistleri mıknatıs gibi çeken yoksul La Boca’da; kısaca gezdiğim her mahallede, dolaştığım her sokakta aynı vakarla karşılaşacak, şehrin benim gibi üçüncü dünya ülkesiyle karşılaşacağı önyargısıyla gelen herkesle gizliden gizliye alay ettiği duygusuna kapılacağım.

Bu his orada kaldığım on beş gün boyunca yakamı bırakmayacak.

Orada kaldığım on beş gün boyunca, adımlarım milonga ile tango arası gidip gelecek. Kulağımda bandeneon sesi, gözlerimi fal taşı gibi açacak, Borges’in, Clezio’nun, Mistral’in şehrinin efsununu çözmeye çalışacağım.

Kimsenin bu güne kadar çözemediğini çözmek ne haddime?

Beceremeyeceğim.

Ama bu şehri çok çok çok beğenip, tutkunu olacak kadar seveceğim.
Yazının Devamını Oku