Aslında beş günlük bir yolculuk ama yaz yaz bitmez cinsinden. Sabahtan beri nereden başlasam diye düşünüyorum. Aklıma önce Alan Paton’dan bir cümle geliyor ama ülke artık onun anlattığı ülke değil. Köprülerin altından çok su akmış. Geçiyorum.. Sonra Nadine Gordimer. O da değil. Onu da geçiyorum. Sonrası silsile: Biraz tarih, bolca coğrafya, kenarından antropoloji, yanından botanik, bir tutam zooloji, bir nebze sosyoloji, bir dirhem politika, hatta hızımı alamayıp bir çimdik spor ve meteoroloji. Bir de bunlara Barthelomeo Dias’tan Vasco de Gama’ya, Tutu’dan Mandela’ya yüzlerce özel ad, yok Masa Dağı’ymış yok Ümit Burnu’ymuş yok Hermanus kasabasıymış bir o kadar
coğrafi bilgi, salonda solmakla solmamak arasında gidip gelen Protea’lardan gölgeli zebralara, içtiğimiz Ruppert and Rotchild’lerden tattığımız tavus kuşlarına, konakladığımız otellerden gezindiğimiz bağlara yığınla malumatfuruşluk ekleyin, oldu mu sana tadından yenmez bir papara? İyisi mi başından başlayayım ve yazıya Figen ve Melekleri diye bir başlık atayım. Bakarsınız, toparlarım.
Hiç unutmuyorum, telefon çaldığında ekranda beliren numarayı çıkaramadığımdan açmakla açmamak arasında tereddüt etmiştim.
Buenos Aires’teki kaldırım kahvelerinden Che’de sırtım yaz güneşine dönük mis kokulu kahvemi yudumlarken gelen teklif, bu yıl yolculuk kotam dolduğundan gelecek yıla kadar evde oturmak yönünde aldığım kararı bozmama yetmiş de artmıştı..
Tamam benim kararlarım yap-boz tahtası gibidir ama nasıl olmasın?
Oltanın ucunda Afrika vardı.
Afrika!
Mağrip ülkeleri ile Mısır’ı saymazsak Senegal dışında adım atmadığım kara kıta!
Program neymiş, katılanlar kimlermiş sormadım bile.
Duraksamadan olur, dedim.
O kısa görüşmeden anladığım, yolculuğun Güney Afrika’ya olduğu.
Güney Afrika’nın, kıtanın diğer ülkelerine benzemezliğini bilmez değildim. Yıllarca oradan cevher alıp satan bir arkadaşımdan Cape Town’un güzelliğini, Joburg’un keşmekeşini dinlemişliğim, üşenmeyip getirdiği şarapların başına tüneyip kara derililere reva görülen ayrımcılık üzerine coşkulu söylevler çekmişliğim vardı.
Tamam Güney Afrika ne Nijer, ne Mali, ne Kenya’ydı.
Farklıydı, ucundaydı ama gene de Afrika’ydı.
Afrika’da Blixen’i ilk okuduğum günden bu yana gönlüme çakılı mıh.
Bu arada duraksamadan evet dememin ikinci nedeni, davetin Garanti Bankası, daha doğrusu bankanın &Club Prive adlı kartının daveti olmasıydı.
Baştan söyleyeyim de bundan böyle yazacaklarım ödünç kaşıma anlamına çekilmesin.
& Club Prive, bana başka bir bankanın herhangi bir kartından daha yakın ya da uzak değil.
Kartın ne menem bir kart olduğundan da, ne yalan bu yolculuğa çıkana dek bihaberdim. Adını duymamıştım demek yalan olur, çünkü bana bu yolculukta eşlik eden meleklerden Selin Billi hem oğlumun yakın arkadaşı hem de &Club Prive’nin ağır taşı. Üstelik gene aynı kartın davetlisi olarak bundan iki yıl önce Venedik Bienali’ne gitmişliğim, Hüseyin Çağlayan ile katıldığımız bienalin keyfini doya doya sürmüşlüğüm var. Gene de neden bilmem biraz başım sıkıştığında Sarp’ın kartını kullanabilecek olmamdan, biraz da üşengeçliğimden ötürü &Club edinmemişim.
Hata!
Benim gibi zırt pırt yolculuk yapan, gittiği yerde en iyiyi makul fiyata arayan, gündelik hayatında ha bire başı sıkışan, sıkışan başının çaresine kendi bakan biri için bulunmaz nimetmiş.
Kartın hüneri seyahat ve nazik söyleyecek olursak her türlü ’concierge’lik servisi. Seyahat, seyahat denince akla gelen her şeyi kapsıyor ve mil kazandırıyor. Concierge’lik servisi ise yapmak isteyip de elinizin uzanmadığına sizin adınıza uzanıyor.
Bilet ya da koltuk bulmanın imkansız olduğu yerlerden, yol ortasında patlayan lastiklere, alamadığınız hizmetlerden bulamadığınız nesnelere varana dek her derde deva.
Zaten adı üstünde: &Club.
Yani VE Kulübü.
Bana içinde VE geçmeyen bir liste, bir program, bir cümle söyleyin. Yoktur.
Birşeyler ve başka şeyler yapılacaktır. Buralara ve şuralara gidilecektir. Onu ve bunu almak lazımdır.
VE’siz cümle kurulmaz, liste, program yapılmaz ama bu küçümen bağlacın böldüğü cümlenin, listenin, programın ancak ilk ayağı kotarılır. İkincisi gündelik hayata yenik düşer, tökezler, güme gider. İşte &Club özellikle de Prive olanı VE ve ötesi için çıkarılmış bir kart.
Fikir bankanın, ama onların da bunca ayrıntıyı halletmesi için yaslandığı insanlar var ki, onlardan biri de bana bu yolculukta eşlik eden ikinci melek: Zeynep.
Quintessentially’nin (bilen bilir) Türkiye temsilcisi olan be’nin Genel Müdürü Zeynep Atılgan.
Meleklerle geceyarısına doğru havaalanında buluştuk.
Biraz içer biraz sohbet eder biraz gevşersek önümüzdeki on üç saatlik yolculuğa daha kolay katlanırız diye bara geçtik ama şarap içmedik.
Şaka değil gittiğimiz ülke şarap ülkesi. Üstelik melek Zeynep şaraptan iyi anlayan, şarabı iyi bilen bir insan. Dersine de çalışmış. Nerede ne içeceğiz, nerede neyi tadacağız, elindeki uzun listeye çentikler atmış.
Şöyle bir göz atayım diyorum: Constantia, Stellenbosch, Franschhoeck gibi telaffuzu zor bir sürü isim. Vazgeçiyorum.
Hele bir gidip görelim beğenirsek Afrikaans öğrenir, olmadı ezberleriz.
AFRİKA’NIN İLK ÖĞRETTİĞİ KELİME PROTEA
Cape Town’a öğle üzeri vardık.
Havaalanından çıkar çıkmaz yüzümüze ılıktan öte sıcaktan hallice bir hava çarpıyor.
Otele kadar yarım saatlik yolumuz var.
Otelde öğle yemeği yiyecek daha sonra Cape Town’un sırtını yasladığı ünlü Masa Dağı’na çıkacağız. Akşam yemeği için şehrin en iddialı lokantalarından Haiku’da haftalar öncesinden yer ayırtılmış.
Aslında ondan sonrası için de bir program var ama giderse melekler gider, benden bu kadar.
Şehir trafiğine takılmamak için dağ yolundan ilerliyor ve adını Masa Dağı’nın nedense İsa’nın havarilerine benzetilen on iki tepesinden alan Twelve Apostoles oteline varıyoruz.
Otel, şehrin bitip ulusal parkın başladığı yerde, Cape Bay’de, okyanusa kafa tutan kayalıklar üzerine inşa edilmiş beyaz bir yapı.
Eşiği aşana kadar geldiğimiz otelin nasıl bir yer olduğunu anlamıyorum.
Aklım, fikrim, gözüm, erimim önümde uzayıp giden okyanus ve o güne kadar görmediğim hızla geçip giden bulutlarda.
Şehir nasıl henüz bilmiyorum.
Ama burası güzel, güzelden de öte yabanıl bir coğrafya.
İçeri girince afallıyorum.
Hoş, temiz, şirin hatta lüks bir yerle karşılaşmayı bekliyordum da bununla asla.
Fazla zevkli, fazla güzel, fazla ince, yerli yerinde yerel.
Sonraki günlerin hangi sürprizlere gebe olduğunu henüz bilmediğimden, ağzım açık etrafa bakınıyor, yakalarına iliştirdikleri küçük kırmızı karanfillerle çevremizde dolaşan, hafiften de benim şaşkınlığımla dalga geçen jilet personele girişteki masanın üzerinde duran dev metal vazolara yerleştirilmiş iri çiçeklerin adını soruyorum.
Bembeyaz dişlerini göstere göstere gülüyor, hep bir ağızdan King Protea diyorlar.
Afrika’nın öğrettiği ilk kelime Protea.
Sadece o topraklarda yetişen müthiş bir çiçek.
Kucak dolusu şimdi burada, salonda.
Öğle yemeğimizi terastaki Azur lokantasında yedikten sonra yola koyuluyor, bin iki yüz metreyi yirmi saniyede katettiği için dünyanın en hızlısı diye övündükleri teleferikle Masa Dağı’na çıkıyoruz.
Altımızda uzanan şehir öyle sakin, öyle uysal, öyle huzurlu görünüyor ki, çok değil bundan yirmi yıl öncesine kadar kan ağladığını bilmek insanı şaşırtıyor.
Derken bilinen mucize bir kez daha yineleniyor: Günbatımıyla birlikte yer gök su, kızıla kesiyor.
Vurgun yemiş gibi kalakalıyoruz.
O an Afrika’ya tutuluyoruz.
Devamı haftaya.