Ayağımı kırdım. Öyle atlarken zıplarken de değil üstelik, oturduğum yerde. Ev kazası bile denmez, kapı çaldı, açmak için kalkmaya yeltendim, ayakkabımın tabanı ne hikmetse yere yapıştı, bir ayağım havada diğeri parkeye çakılı kaldı ve olan oldu, tarak iki yerinden kırıldı.
Alçı filan derken ne zamanki zonklama bitti, acı geçti doktorun söyledikleri kafama dank etti.
Yürümek yok, yere basılmayacak, kalkılırsa da koltuk değneği kullanılacak. Değnek ısmarlandı, kolluk kuvveti Situş işi-gücü bırakıp bana taşındı, televizyonun karşısındaki kanepeye serin çarşaflar serdi, masaya henüz okumadığımı söylediğim kitapları dizdi ve mutfağa girdi.
Hani “Her şerde bir hayır vardır” denir ya, öyle midir değil midir bilmem ama şu kırık ayak sayesinde hayatımda ilk kez yerli - yabancı birçok kanaldaki programları keşfettim. Bu sabah tam yazıya oturacağım, Seda Sayan’ın programı başladı. Sultanların sultanı konukları arasında Yıldırım Mayruk olduğunu söylediğinde uzaktan kumandayı bırakıp izlemeye başladım.
Yıldırım Mayruk hayran olduğum biri. Dillere destan terziliğine de hayranım tamam ama benim asıl meftunu olduğum, kişiliği. İnsan olarak hayranım ona. Dikkatine, nezaketine, alçakgönüllülüğüne.
Mayruk kaybetmekte olduğumuz bir kuşağın, bir değerler silsilesinin temsilcisiydi. Derdim âdâp üzerine kalem oynatmak ya bundan iyi fırsat mı gelir insanın kırık ayağına diye düşündüğümden her sözünü kulaklarımı dikip dinledim. Kısaca bu hafta kalem bende, söz ustada..
TUVALET DEDİĞİN GECE GİYİLİR!
Neden bir sabah programı sunucusunun seher vakti yerlere kadar tuvaletler giyerek programa başladığını ya da o programa konuk olan bir şarkıcının neden başında bir şapkayla şarkı söylediğini anlamıyor.
Şimdiki moda muhafazakârlık... İnsan “Tüm başka renklerin yok edildiği bu düşünce ikliminin neresinde duruyorum ben?” diye düşünmeden edemiyor. İsmet Özel’in babasına şapka çıkararak, hepimizin su, ateş, hava ve topraktan ibaret eşref-i mahlukat olduğu hakikatini alnıma yazsam da kendi zevkleri, kendi hazları, kendi doğruları, kendi yanlışları olan bir birey olarak bu topraklardaki yerim nerede?
Bir adada mı yaşamak düştü yoksa payımıza? Bana, benzerime, kardeşime... Şu koca memlekette, şu koca şehirde... Küçük bir adada yaşamak? O da ‘ıssız’ olmak kaydıyla.
BRÜKSEL’DE BİR TADIM
Brüksel’de bir avuç dost, Efes Pilsen’in ithal ettiği Duvel biralarının tadımını yaparken aklıma Erzurum düştü birden. Kesekâğıtlarının içine gizledikleri biraları kafalarına diken ve karla kaplı kaldırımlara tüneyip yarenlik eden gençler geldi gözümün önüne. Usul usul konuşurlarken bizi görmeleriyle nasıl taşkınlık yapmaya başlamış nasıl naralanmışlar, sonra da nasıl ‘utançlarından Emrah’ kesilip kuzu kuzu anlatmışlardı hayatlarını, sıkıntılarını, umutsuzluklarını...
Onlar da tıpkı Brüksel’deki masanın çevresindekiler gibi biracıydılar... Tek farkla: Brüksel’dekiler birayı kültürlerinin bir parçası olarak görüyor, sevdikleri için içiyorlardı. Erzurum’dakilerse başkaldırı gibi...
O gençler karşımdaki yetkilinin anlattıklarını duysalar, ona ‘biranın şampanyası’ denme nedeninin önce fıçıda, ardından şişede üç ay dinlendirilmesi olduğunu dinleseler ne düşünürlerdi? 1872’den beri en iyi birayı üretmek için bir ailenin dört kuşağının hayatlarını nasıl araştırmalara adadığını... Onun ne tür kadehlerle içilmesi gerektiği üzerine de kafa patlattıklarını ve içinde özel kesim bulunan bardaklar tasarladıklarını bilseler...
ANTALYA’DA AHMET ÖRS
Orada kaldığımız süre içerisinde de aklımdan gitmedi o gençler. Bir gün sevgili Ahmet Örs Antalya’da benzer bir manzara ile karşılaştığını anlattıktan sonra “Korkarım bu muhafazakârlık içkiyi değil içki kültürünü yok edecek ve onu yerine koymak çoook uzun yıllar sürecek” demişti. Nasıl haklı. Adı ister bira ister şarap ister rakı ister şu ister bu olsun. İçki, sarhoş olmak, kafa bulmak, başkaldırmak, derdi tasayı unutmak için içilmez. Her şeyden önce ağızla içilir ve her içkinin hakkını vermek ciddi bir bilgi gerektirir. Aracı vardır içkinin, gereci vardır, ritüeli vardır. Tıpkı yemenin, gezmenin, eğlencenin de olduğu gibi. Yaşama kültürü dediğimiz de zaten bu değil mi?
Pek çok arkadaşıma sordum.
Bir lokantaya gittiklerinde en çok neden rahatsız olurlar diye…
Pek çok da meslek erbabına danıştım. Mekân sahibi en çok hangi müşteri türünden rahatsız oluyor diye…Sormakla kalmadım sevgili Kaya Demirer’den yazmasını da istedim. Ne de olsa yılların işletmecisi. Önce G Balık, ardından Topaz, şimdilerde Frankie…Bir işletmecinin kâbusu olan müşteri tipini onun kaleminden okuyacaksınız.
Şimdi gelelim eşin dostun sıraladığı ‘en rahatsızlık duyulan kalemler’ listesine…
İnsanları bir lokantaya gittiklerinde en çok rahatsız eden unsurların başında pislik geliyor.
Lekeli örtü sermekte beis görmeyen, gevşek kravatlı, ütüden parlamış ceketli garsonların servis yaptığı, o gün ne pişirdiği önlüğünde yazılı aşçıların ocak başını tuttuğu, vestiyere bırakılan paltolara istenmeyen kokuların sindiği mekânlar istediği kadar hesaplı olsun, istediği kadar lezzet sunsun, sevilmiyor.
Buna karşılık pırıl pırıl olsa bile eğer yemekler bayatsa oranın da üstü bir kalemde çiziliyor. Gevşek ve hafiften grileşmiş bir lakerda, bir balık lokantasının sonunu getirebiliyor örneğin.
Yeni ev ödevim gereği ilk olarak konuyla ilgili kitaplar edindim...Masamın üzeri kimi yeni baskıları yapılmış eski risaleler, kimi eşin dostun “Aman gözümün içi iyi bak” diye tembih ederek ödünç verdiği ilk basımlar, kimi de şu an kitabevlerinin raflarında duran güncel kitaplarla dolu..
Şu âdâp meselesi yerlisi yabancısı ne çok yazarın aklını çelmiş diye düşünüyorum kitapları karıştırırken…
Başta İngiliz ve Fransızlar olmak üzere o kadar çok yabancı yazar, yasal hiçbir yaptırımı olmasa da uygulanmaması durumunda kişiyi zor durumda bırakan, toplumda saygın bir yer edinmek ve başarılı olabilmek için uyulması gereken kurallar silsilesi üzerine kalem oynatmış. Bu kitapların hepsini edinmek için eve önce yeni bir kütüphane ısmarlamak, okumak içinse en az bir yılı gözden çıkarmak lazım.
Bu konuda yazılmış en eski kitapların başında hümanizm akımının en önemli düşünürlerinden Erasmus’un çocuklar için yazdığı ve 1530 tarihinde yayımlanan edep kitabı geliyor kuşkusuz… Kitap, “Soylu bir kandan gelenler için asil sülalelerine yaraşmayan hal ve tavırlar içinde olmak utanç vericidir. Talihin halktan biri yaptığı orta tabakadan insanlar, hatta köylüler, şansın onlardan esirgediği avantajları güzel terbiye ile telafi etmeye çalışmalıdır. Kimse ne ülkesini ne babasını seçebilir, ama herkes saygınlık ve âdâp edinebilir” diye başlıyor. Düşünür, ilk modern âdabı muâşeret kitabı olarak selamlanan ‘De Civilatate Morum Puerilium’ adlı kitabının üçte birini yeme- içme kültürüne ayırmış.
YEMEK YEME KÜLTÜRÜ
Zaten yerlisi-yabancısı, eskisi-yenisi, âdâbı muâşeret üzerine yazılmış tüm kitaplarda ‘yemek yeme kültürü’ büyük yer tutuyor.
Buna da hiç şaşırmamak gerek…
Sevgili Çınar,
Zor iş sırtıma yüklediğin iş.
Ben ki benden yazmamı istediğin âdâb-ı muaşeret konularına ömür boyu burun kıvırmış, incelikli burjuva dayatmalarına karşı çıkmış, annemi sinir etme pahasına eve gelen hiçbir konuğa tek fincan kahve pişirmemiş, sofraya serilecek keten örtü ütülenirken kırışmasın diye ucundan tutmam istendiğinde yüzünden bin parça düşürmeyi becermiş, vitrin denilen mobilya türüne akıl sır erdirememiş biriyim. “Lokma ağza götürüldükten sonra çatal havada kalmaz, dirsek zinhar masaya dayanmaz, boğulunsa bile ağız şapırdatılmaz” gibi bitmek bilmeyen sofra âdâbı öğretilerini başta anneannem olmak üzere cebir dersi ciddiyetiyle anlatan tüm aile kadınlarını gözlerini devirmek suretiyle çıldırtmışlığım dahi vardır. Sen tutmuş bu konularda kalem oynatmamı istiyorsun benden.
Oldu mu şimdi?
Tamam, biliyorum şu güzelim memlekette görgüsüzlük her geçen gün katlanarak artmakta.
Had safhaya ulaştığı bile söylenebilir.
Bu konuda hemfikiriz.
Özel bir davetti. Hatta neredeyse fazla özel. Şampanyanın hası Dom Perignon’nun daveti... Kuruluş, Vintage 2002 Roze şampanyanın dünya lansmanını 42 yıl sonra ilk kez Paris dışında, ürünüyle özdeşleştirdiği ve ‘paradokslar şehri’ olarak tanımladığı İstanbul’da yaptı. Çin’den tutun Brezilya’ya kadar bu geceye katılmak için gelen davetlilere unutamayacakları bir büyü yaşatmak için belli ki kılı kırk yarmış.
Davetliler Çırağan Kempinski’de konaklamışlar. İstanbul’u gezdikten sonra gala yemeği için Esma Sultan’a gelmişler.
İlk kez İstanbul’a geldiğini söyleyen bir Fransız’la Şanghay’dan gelen bir Çinlinin Boğaz’ın sularına bakarken yüzlerinde beliren hayranlıkla karışık şaşkınlık ifadesi aslında geri kalan davetlilerin yüzünde de mevcut. Kimle tanışsam dilinde İstanbul. Fettan şehir, başrolü bırakmıyor işte kimseye: Fransız lüksünün medarı iftiharı Dom Perignon’a bile.
Kokteyl alt katta. Girişte davet sahibi Geoffroy gelenleri karşılıyor. Garsonlar 1993 rekoltesi pembe bir şampanya sunuyorlar davetlilere... Yanında da markanın genç şefi Jean François Piege’in İstanbul’dan esinlenerek yarattığı tadımlıkları...
Kokteyli yemek izliyor. Saat dokuz buçuk gibi üst kata çıkıyor ve loş salonda uzayıp giden 60 kişilik iki masada yerlerimize geçiyoruz. Cam kutular olarak tasarlanmış masalar ışıklandırılmış ve ortalarından Levni’nin minyatürlerinden eski Boğaz gravürlerine kadar Boğaz’ın tarihi, martıları, yalıları, kayıkçılarıyla şimdisi akıyor. Işıklar kısılıyor ve semazenin görünmesiyle birlikte herkes yine kameralara sarılıyor... Yüzlerdeki hayranlıkla karışık şaşkınlık ifadesine bir de inanmamazlık ekleniyor gösteri sonunda. Sonra gelsin yemekler...
Mönü uzun, cafcaflı ve deniz ürünleri ağırlıklı. Ve şaşırtıcı olarak baharatlı. Şampanyayı yemekle eşleştirmek her babayiğidin harcı değildir. Yanında sert, kunt, kaba tat istemez. Dolayısıyla zordur şampanyayla çalışan şeflerin işi. Bu yüzden baharattan kaçınır, evvel emir şampanya eşlikçisi olarak bilinen geleneksel tatlara sarılırlar. Köri gibi, acı turp hardalı gibi kuvvetli lezzetlere bulaşmak istemezler. Kalkıp bu gece özel olarak Paris’ten gelen şef işte bu sert lezzetleri kullanmış yemeklerde. İstanbul’dan esinlenmek belki de böyle bir şeydir kim bilir: İstanbul’un malum, tadını çıkarmak gözüpeklik gerektirir. Yemekten sonra konuklar alt kattaki partiye katılmak için merdivenlerden inerlerken durup onları seyrettim. Bir de sabaha kadar eğlenirlerse eğer yüzlerine hangi ifade eklenecek, bilemedim.
Eskiden gittiğim bir ülkeye ilişkin yazdığımda, okurlardan gelen postalar ‘nasıl gidilir’den başlayarak ‘neler görülür’e uzanan hatta eşe dosta ne tür sürpriz yapmalı’dan şehri hangi güzergâh izleyerek gezmeli’ye varan sorularla dolu olurdu. Şimdi öyle mi ya?
Varsa yoksa lokanta önerisi... Nerede, ne yemeli? Ne içmeli?
Daha önce de yazdım; zordur bir yemeği, bir içkiyi önermek.
Tıpkı renkler ve zevkler gibidir damak tadı da kişiye özeldir. Birinin sevdiğini diğeri sevmez, birinin beğendiğini öteki beğenmez.
Hadi yemek neyse de içki, özellikle de şarap gerçekten cevaplanması zor bir sorudur.
Şarap uzmanı olmadığım düşünülürse benim için içinden çıkılmaz bir soru desem yeri. Oysa en çok da şarap önermem isteniyor benden. Sadece yurt dışına gidilirken de değil üstelik... Burada da: “Yemeğe gidilecek, davet verilecek, şu şu yemekler yenecek... Yanında ne içsek?”
Oysa farklı tat duygusuna sahip şarap uzmanlarıyla yapılan bir araştırma, her biri alanlarının kallavi isimleri olan bu insanların yargılarının birbirini tutmadığını, birinin mükemmel dediğine ötekinin iyi deyip geçtiğini, diğerinin burun kıvırdığına berikinin tam not verdiğini ortaya çıkarmış.
Vakit yılın hem en sevdiğim hem en hoşlanmadığım vakti. Aralık sonu. Bu dönem gelip çattığında aklım da ruhum da karışıyor. Ne yapacağını şaşırıyor. Bir yanım kalk gidelim derken diğer yanım dur otur diyor. Tiyatro maskesine dönüşüyor yüzüm.
Bir yanı şakrak, diğeri ağlak.
Yıllarca yılbaşı kutlaması yapmaya izin vermeyen bir işim vardı. 31 Aralık gününe kadar burnumu kaldırmadan çalışır, millet giyinip süslenirken eve gider yorgunluktan kendimi yatağa atardım. Hani evde bile oturulsa saat on ikiyi çaldığında eşi dostu aramak âdettendir ya, onu bile yapamazdım.
Bir zamanlar burun kıvırdığım yeni yıl kutlamalarının önemli olduğuna inanıyorum. Yeni yıla mışıl mışıl uykuda girerdim. Ertesi sabah da herkes uyurken ayağa dikilir hummalı bir gecenin ardından yorgunluğunu atmaya çalışan şehrin boş sokaklarında gezinirdim.
Yeni yıla hep ıssız girdim... Yıllarca.
Alışmayınca aranmıyor ya, sonraları artık aynı işi yapmazken de gelen yılı kutlamak geçmedi aklımdan.
Yılbaşı gecesi ne yapacağımı soranların laflarını balla keser hafif asık suratla evde oturacağımı söylerdim.