Paylaş
Sevgili Çınar,
Zor iş sırtıma yüklediğin iş.
Ben ki benden yazmamı istediğin âdâb-ı muaşeret konularına ömür boyu burun kıvırmış, incelikli burjuva dayatmalarına karşı çıkmış, annemi sinir etme pahasına eve gelen hiçbir konuğa tek fincan kahve pişirmemiş, sofraya serilecek keten örtü ütülenirken kırışmasın diye ucundan tutmam istendiğinde yüzünden bin parça düşürmeyi becermiş, vitrin denilen mobilya türüne akıl sır erdirememiş biriyim. “Lokma ağza götürüldükten sonra çatal havada kalmaz, dirsek zinhar masaya dayanmaz, boğulunsa bile ağız şapırdatılmaz” gibi bitmek bilmeyen sofra âdâbı öğretilerini başta anneannem olmak üzere cebir dersi ciddiyetiyle anlatan tüm aile kadınlarını gözlerini devirmek suretiyle çıldırtmışlığım dahi vardır. Sen tutmuş bu konularda kalem oynatmamı istiyorsun benden.
Oldu mu şimdi?
Tamam, biliyorum şu güzelim memlekette görgüsüzlük her geçen gün katlanarak artmakta.
Had safhaya ulaştığı bile söylenebilir.
Bu konuda hemfikiriz.
Ancak sana tam da yan masadaki münasebetsizin tadımızı kaçırmasına ramak kaldığı o akşam da söylediğim gibi didaktik biri değilimdir ben. Üstelik hayatlarını parmak sallayıp önlerine gelene ders vermekle geçiren didaktik insanlardan da hiç mi hiç hazzetmem.
Bana mı kaldı elaleme muaşeret öğretmek, benim işim mi ahkâm kesmek diye düşünürüm her şeyden önce.
ÂDÂBIN UÇ ÖRNEKLERİ
Adap dediğinin kültürden kültüre değiştiğini bilecek kadar gezdim. Rahmetli anneannem o Çinli ‘ileri gelenin’ sofrasına otursaydı benimle, eminim kalkamazdı o sofradan. Kallavi adamlarla zarif kadınların hortumlar gibi çorba içişlerini görmesiyle sinirleri gerilir, çok geçmeden de boylu boyunca yere serilirdi yüzde yüz. İstediğin kadar Çin’den Maçin’e tüm o coğrafyada burunlara dayanan tabaklardan şapırdata şapırdata yenilen yemeklerin görgüsüzlük sayılmadığını anlat, ölür de anlamazdı. Buna karşılık ziyafetlerde son yemek olarak önüne neden sade suya pilav geldiğini ve neden tüm konukların pilavı el değmeden geri gönderdiklerinin de hikmetini çözemezdi muhtemelen.
Önceden birileri kulağına fısıldamasa nereden bilecekti ki zaten o kâseden tek bir pirinç tanesini ağza götürmenin ev sahiplerine yapılacak en büyük hakaret sayıldığını? Pilava kaşık sallamanın sunulan onca yemekten sonra açım, doymadım anlamı taşıdığını? Bedevi çadırlarında şeref konuğu olmanın bedeli nedir bilir misin?
Ev sahibi çevirme kuzunun kellesini şöyle bir avuçladıktan sonra hayvanın gözünü oyar ve huşu içinde sana uzatır. Reddetmek görgüsüzlüğün dikâlâsıdır. Görgülü bir Arap uzatılan o gözü elini kalbine götürüp başıyla ev sahibini selamlayarak alır ve çıtır çıtır yer. Benim gibi çiğnemeden yutan yabancılar sarakaya alınır. Müstehzi bir ifade eşliğinde sunulan ikinci göz onaylanmamış olmanın kanıtıdır.
Kendi payına düşeni vermiştir sana çünkü ev sahibi, yiyeceksen hakkını vererek ye der gibi.
Pasifik’te adını pek az kişinin bildiği cim karnında nokta ada devletlerden biri olan Vanuatu’da yaşayan büyükelçi bir dostum anlatmıştı hoş geldin davetlerinde çektiği çileyi. Muz kabuğu üzerinde sunulan, yılın sadece üç ayı, ay tam dolunayken dalgaların kıyıya sürüklediği küçük larvaları kıvrıl kıvrıl kıvranırlarken yemesi gerektiğini anladığında nasıl ölmek istediğini. “Bir iki üç, yiyemedim ve merkeze çekildim” demişti.
Hadi de ki bunlar uç örnekler.
Burjuvazinin doğum yeri Batı’ya çevirsek bile yüzümüzü hiçbir görgü kuralı-söz konusu ‘incelikler’se eğer- diğerini tutmaz.
Bıçak mesela Fransa’da keskin yüzü tabağa dönük yerleştirilir sofraya. Anglosakson kültüründe dışa dönük.
Nedenini sorguladığında karşına çıkan Fransız’ın yanında oturan kişiyi tehdit etmediğini göstermek için içe, Güneşin altındaki en büyük imparatorluk olduğuna gönülden inanan İngiliz’in kendi dışında tehdit olmadığına inandığı için dışa dönük yerleştirdiği gibi anlamsız bir sonuç çıkar ortaya.
Amerikalı eti kestikten sonra bıçağı bırakır mesela.
‘ÇIT KIRILDIM’ PEIFFER’I HATIRLA
Scorsese’nin o harika filmini hatırla... 19’uncu yüzyıl New York burjuvazisinin harika bir resmi olan Masumiyet Çağı’nda çıt kırıldım Michelle Pfeiffer şehrin önde gelenlerinin katıldığı davetlerde yemeğini öyle yer. Etini keser, çatalı sağ ele alır, sol elini yavaşça masa altına indirir, dizine koyar.
Bir de çatalını Hamburglu bir hanımefendinin gördüğü anda anneannem misali şak diye düşüp bayılacağı tarzda balta sapını kavrar gibi ortasından kavrar.
Demem o ki, görgü salyangoz çatalının dişlerine takılıp gelmez insan hayatına. Aileden başlar, gelişir. Şu güzelim memlekette görgüsüzlüğün had safhada olduğuna dair hemfikiriz tamam ama belki de ayrıldığımız nokta buradadır. Bir Cemal Süreya olsam, bu durumu kasabalılaşmamızla açıklardım. Görgüsüzleşiyoruz, o da yetmezmiş gibi hoyratlaşıyoruz her geçen gün. Başımızı nereye çevirsek yüzümüzü buruşturmamız bundan.
Gelecek haftadan itibaren konuştuğumuz âdâb-ı muaşeret kurallarını yazmaya başlayacağım. Ama bu girizgâh da şarttı: Kadın neden durdu durdu muaşeret kumkuması oldu diye okura sordurtmamak adına.
Sevgiler.
Paylaş