Paylaş
Yeni ev ödevim gereği ilk olarak konuyla ilgili kitaplar edindim...Masamın üzeri kimi yeni baskıları yapılmış eski risaleler, kimi eşin dostun “Aman gözümün içi iyi bak” diye tembih ederek ödünç verdiği ilk basımlar, kimi de şu an kitabevlerinin raflarında duran güncel kitaplarla dolu..
Şu âdâp meselesi yerlisi yabancısı ne çok yazarın aklını çelmiş diye düşünüyorum kitapları karıştırırken…
Başta İngiliz ve Fransızlar olmak üzere o kadar çok yabancı yazar, yasal hiçbir yaptırımı olmasa da uygulanmaması durumunda kişiyi zor durumda bırakan, toplumda saygın bir yer edinmek ve başarılı olabilmek için uyulması gereken kurallar silsilesi üzerine kalem oynatmış. Bu kitapların hepsini edinmek için eve önce yeni bir kütüphane ısmarlamak, okumak içinse en az bir yılı gözden çıkarmak lazım.
Bu konuda yazılmış en eski kitapların başında hümanizm akımının en önemli düşünürlerinden Erasmus’un çocuklar için yazdığı ve 1530 tarihinde yayımlanan edep kitabı geliyor kuşkusuz… Kitap, “Soylu bir kandan gelenler için asil sülalelerine yaraşmayan hal ve tavırlar içinde olmak utanç vericidir. Talihin halktan biri yaptığı orta tabakadan insanlar, hatta köylüler, şansın onlardan esirgediği avantajları güzel terbiye ile telafi etmeye çalışmalıdır. Kimse ne ülkesini ne babasını seçebilir, ama herkes saygınlık ve âdâp edinebilir” diye başlıyor. Düşünür, ilk modern âdabı muâşeret kitabı olarak selamlanan ‘De Civilatate Morum Puerilium’ adlı kitabının üçte birini yeme- içme kültürüne ayırmış.
YEMEK YEME KÜLTÜRÜ
Zaten yerlisi-yabancısı, eskisi-yenisi, âdâbı muâşeret üzerine yazılmış tüm kitaplarda ‘yemek yeme kültürü’ büyük yer tutuyor.
Buna da hiç şaşırmamak gerek…
Tıpkı cinsellik gibi yemek de hayatın olmazsa olmaz parçası olduğuna, insanoğlunun temel içgüdülerinin başında geldiğine göre elbette bu iki konu yazarların, çizerlerin elini karıncalandıracak..
Tek farkla: Cinsellik kişinin mahremine girdiğinden dolayı kendini, partnerini ve toplumu rahatsız etmediği sürece dört duvar arasında yaşanan bir olgu. Bu yüzden de kimseyi ilgilendirmez diye kural koymaktan çekinilen bir alan…
Yemek yeme eylemi içinse en az insanlık tarihi kadar eski olan, avını-etini-ekmeğini diğerleriyle paylaşmak ediminden dolayı yığınla kural koyuluyor...
Burada anahtar kelime diğerleri…
Yani öteki insanlar…
Yani aile, topluluk ve toplum.
Bu konu üzerine yazılmış kitapların büyük bölümünde de yeme-içme kültürü büyük yer tutuyor.
Birkaç örnek dışında âdâp kitaplarının birbiri ardına sökün etmeleri 19. yüzyıl ortalarına, yani Osmanlı’nın Batılılaşma hamlesine denk düşüyor.
Tanzimatla ortaya çıkan bu yeni akım toplumu tam anlamıyla ikiye bölüyor…
Bir yanda ilerlemeyi değil, korumayı önemseyen muhafazakâr kesim; diğer yanda değişilmediği takdirde yok olunacağına inanan, bu yüzden de ilerlemenin şart olduğunu savunan diğer kesim. Bu kesim de yüzünü Batı’ya dönüyor.
Toplum içten içe kaynar ve ayrışırken âdâp-edep meselesi de enine boyuna sorgulanıyor..
Ahmet Mithat Efendi gibi bazı yazarlar Batı’ya özenen züppelerle alay eden romanlar yazıyor. Ahmet Mithat Efendi’nin aynı zamanda sırtını Batı’ya tam dönmediği ‘Avrupa Âdabı muâşereti Yahut Alafranga’ gibi kitaplar yazmasından da anlaşılıyor… Bunların yanı sıra çevresinde olup bitene fena halde sinirlenen tutucu kalemler ya da Sultan Reşad’ın başmabeyincisi Amasyalı İbrahim Edhem gibi taraf tutmaksızın kaleme sarılanlar da var.
Demem o ki bu âdâp meselesi uzayıp gider...
Bu uzun girizgâhı yazma nedenim ise bugün içinde yaşadığımız toplumda aynı sorunları yüz küsur yıl sonra bile tartışıyor olmamız…
Bugün bile âdabı muâşeret dendiğinde dinin buyruklarına göre yaşamayı esas alan, önerilerini bu yolla sıralayanlar olduğu gibi toplumsal hayattaki davranış kurallarına Batı ölçeğiyle bakan ve önerilerini ona göre sıralayan yazarlar da var..
Toplum bugün de tam anlamıyla ikiye bölünmüş durumda..
Ben içine doğduğum hayat tarzı olarak ikinci kategoriye mensup bir garibanım..
THY’de içkinin kaldırılması uygulaması nasıl canımı sıkıyorsa, ulaştırma bakanıyla eşinin harem selamlık yedikleri yemeğin fotoğrafı da o kadar içimi yakıyor.
En çok canımı sıkan da ‘durmak yok, yola devam’ denilirken dönme dolap gibi hep aynı konuların etrafında dönüyor olmak...
17 Haziran 1875 tarihinde Hayal mecmuasında yayımlanan bir karikatürde alaturka kıyafet giyen bir kadın,
alafranga kıyafet giyen diğerine,
“Kız bu ne kıyafet utanmaz mısın?” diyor. Diğeriyse ona “Bu asr-ı-terakkide sen utan kendinden” diye cevap veriyor. Çarşafsız Çarşamba’ya giren bir kadınla çarşafla Bağdat Caddesi’nde dolaşan diğerinin arasında pekâlâ geçebilecek bir diyalog değil mi bu?
1875 nere, 2013 nere..
Karınca boyu yol almadan geçen bunca zamana mı yanarsın, kavganın hep kadın üzerinden yapılmasına mı?
“Edep ya Hu” güzel laftır..
“Bu da geçer ya Hu” ondan da güzel..
Geçeceğine inanalım…
Şimdi gelelim esas konumuza..
Yeme içme kültürünün gözler önüne serildiği lokantalara…
Lokantalar, aşevleri ya da yıldızlı restoranlar..
Yemek yemek için hangisine gidersek gidelim uymamız gereken, buna karşı özellikle de son yıllarda ya bilmediği ya da önemsemediği için bırakın en basit görgü kuralına uymayı, kuralsızlığı baş tacı edinmiş bir güruhla çoğumuz karşı karşıyayız…
YEMEK İÇİN HEP AYNI ADRESLERE GİDİYORUZ
Her yaş grubundan, her sosyal çevreden, her kesimden kendini bilmez birileri çıkıp insanı bir yere gittiğine gideceğine pişman edebiliyor..
Bu yüzden yine çoğumuz hep aynı adreslere gidiyoruz yemek yemek için…
Bildiğimiz, tanıdığımız, rahatsız edilmeyeceğimizden emin olduğumuz yerlere…
Şu ‘Yemekteyiz’ programı var ya, o program Türk insanının var olan görgüsünü de aldı götürdü diye düşünüyorum.
Format gereği katılımcılar önlerine gelen yemeği kıyasıya eleştiriyor ya, eleştiri dozunda olsa neyse de terbiyesizliğin sınırında dolaşmıyor mu çoğu, içim çekiliyor.. Çatalı-bıçağı mikroskop altında gibi incelemeler, peçeteyle tabakların tozunu almalar, her lokmayı ağza attıktan sonra surat ekşitmeler, ev sahibini sorgu hâkiminden beter sorguya çekmeler, kafa sallamalar, iç geçirmeler, tabağa dokunmadan geri göndermeler..
HERKES YARIŞMACI
Biz Türkler beğenmesek bile terbiye
bunu gerektirir diye kendimizi misafir olarak
gittiğimiz evlerde sunulan yemeği
yemekle mükellef addederiz. Ancak bu program içimizdeki şeytanı mı dürttü ne, hepimiz birer yarışmacı olup çıktık sanki…
Bir lokantaya neden gider insan?
Neden binlercesinin arasında onu seçer?
Yemeğini, servisini beğendiği için değil mi?
Oysa şimdilerde hangi lokantaya giderseniz gidin etrafınızda önüne gelene burun büküp geri gönderen birileri yok mu?
Oysa hiçbir lokanta yemekleri sizin sevdiğiniz gibi pişirmekle mükellef değildir... Siz o lokantanın yemeklerini beğendiğiniz için onu seçersiniz. Önünüze gelen yemek bozuk değilse eğer, geri göndermezsiniz… Etini yanma raddesinde pişmiş seven birinin kebap yemek
dururken kalkıp neden iki santim kalınlığında bir et sipariş ettiğini, ette küçücük bir pembelik gördüğü için neden dayılanarak tabağı geri yolladığını aklım almıyor mesela...
“Daha fazla pişirirsek kösele gibi olur” diyen lokanta sahibine homurdanan bir kendini bilmez geliyor aklıma mesela...
Bıraksan tırtıllı et bıçağıyla adamı doğrayacak…
İki tarafın da sakinleşmesi zaman almış, lokanta sahibi saygısını bozmadan geri adım atmamayı başarmış, paralı ve görgüsüz münasebetsiz de çareyi birlikte geldiği insanları toparlayıp gitmekte bulmuştu…
Hepimizin tadını kaçırmış olarak…
Neymiş efendim, beyefendi etini çok iyi pişmiş severmiş...
Peki, kıssadan çıkaracağımız hisse ne?
Lokanta bahsi, ders bir:
Damak tadının geçerli tek tat olduğunu sanma… Ya sana o lezzeti sunan lokantaya git ya da gittiğin lokantada damak tadına en uygun yemeği seçmeye çabala… Olur da yanılır, yanlış seçim yaparsan birinci siparişinin parasını ödemek koşuluyla başka bir yemek ısmarla. Ama zinhar ayar vermeye kalkma ve de asla dayılanma!
Bu konu çok su kaldırır malum ama yerimiz bitti..
Devamı tanıklıklar eşliğinde, haftaya…
Paylaş