14 Haziran 2008
Geçen hafta kalın a’lı bir sesin sular sellerden sözeden telefonunu almamla kendimi Bodrum’a attım. Aşanı taşanı derleyip toparlamak için iki günüm var. Bu mevsimde herkesin işinin başından aşkın olduğunu bildiğimden kaygılıyım. Oysa durum sandığım gibi değil.
İnşaat alanında çalışan herkes mimarından işçisine, durgunluktan, birkaç deli dışında kimsenin yatırım yapmadığından söz ediyor.
O birkaç deli kim diye sorduğumda da marangoz, İrfan Kuriş diyor. Gülüyorum. İrfan deli midir? Evet, delidir.
Ama sadece deli demek onu anlatmaya yetmez. Bana soracak olursanız o hem deli hem mükemmeliyetçidir. Üstüne üstlük gözüpektir.
Koku alır, geleceğin ne getireceğini sezer, kimselerin yapmadığını dener. Ayağını sağlam basar ama uçmaktan çekinmez. Önüne çıkan engellere bana mısın demez.
İşte bu İrfan Kuriş, uzun süredir ikinci adres bellediği Bodrum’da gene büyük bir işe soyunmuş. İnşaat işine. Onun evle villayla siteyle alıp veremediği yoktur. Yapıp satmakla ilgilenmez. Varsa yoksa otel.. Bir otel hayali kuracak, gelenlere bir yaşama biçimi sunacak. Derdi bu.
Gölköy ile Türkbükü arası bir dönemeç vardır, dönemeci dönünce tepeden Türkbükü görülür ya işte tam orada, yamacın altında, bundan yaklaşık bir yıl önce Kuum’un inşasına başlamış. Ve altmış yedi odalı oteli Haziran sonunda açacakmış.
Söz ettiğimiz kibrit kutusu bir ev değil, sahili, iskelesi, spası, açık kapalı yüzme havuzları, lokantaları, dükkanları, toplantı salonları ile koca bir otel. Üstelik herhangi bir otele benzemeyen bir otel. Koridor üzerine dizili odalar yok, sahanlık yok, kapısını açtığında gördüğün başka bir kapı yok.
İki boru değiştirip iki duvar boyatmak için sarfettiğim çabayı bildiğimden İrfan’la Gökhan’ın anlattıklarını ağzım açık dinliyorum. Yapamazsınız diyenlere inat, yapıp başaranların suç ortaklığıyla birbirlerine bakıp kıs kıs gülüyorlar.
İkisi biraraya gelmese bu kadar iddialı bir iş bu kadar kısa bir sürede biter miydi bilemem. Bir mekanın hayalini kurmak başka şeydir onu hayata geçirmek başka.
Genellikle insanlara şapka çıkarttıran işler dilleri, kaygıları ortak adamların farklı hayallerinin kesişmesiyle doğar, birinin eksiğini diğeri tamamlar ya, anladığım kadarıyla bu projede de öyle olmuş.
İrfan ortaya çıkan işten memnun. Gökhan da öyle. Belli ki çalışırken, koca tesisi bir yıl gibi kısa bir sürede tamamlamaya uğraşırken didinmiş, didişmiş, çok da eğlenmişler.
Gökhan, Bodrum’un daha doğrusu Türkbükü’nün sadece yaz aylarına dönük ve sadece eğlence sunan bir yer olmaktan çıkıp sanatıyla, kültürüyle bir çekim merkezi olması gerektiğini düşünüyor.
Burası herhangi bir sahil kasabası değil, arkasında 2500 yıllık tarih var, diyor. Böyle bir tarihe böyle bir iklime böyle bir konuma sahip hiçbir yerin dünyanın hiçbir yerinde yılın iki ayı dolup ardından boşalan ve insanlara sadece deniz kum kumsal sunan bir yer olmadığını, bunun değişmesi gerektiğini, o yüzden de düşünülüp taşınılarak kotarılmış bir projenin başarısının düşünülüp taşınılarak kotarılacak başka projeleri tetikleyeceğine inandığını, söylüyor.
Anlattıklarını dinlerken çizdiği projenin sıradan bir otel projesi değil, tıpkı İrfan’ın hayalini kurduğu gibi bir yaşama kültürü projesi olduğunu anlıyorsunuz. Bir otelde ne olması gerekiyorsa elbette Kuum’da o var. Ama farklı olarak var.
Örneğin hiç suit yok. Çünkü odaların hepsi suit. Yöre taşları kullanılarak yapılan ve her biri farklı açılara sahip yerleşimlerde yer alan odalar aslında küçük bir ev olarak düşünebilecek alanlar. Hemen otelde yer alacak lokantaları soruyorum. Birinin ayaklar suda yemek yenilecek kelimenin gerçek anlamıyla salaş bir balıkçı olduğunu öğrenince keyifleniyorum.
Laf lafı açtıkça sohbet koyulaşıyor.
Biraz daha Kuum’dan söz ediyor sonra modern mimarinin kendini sıkıştırdığı alanlara geçiyoruz. Daha doğrusu Gökhan geçiyor, biz dinliyoruz.
Öyle heyecanlı ki heyecanı bulaşıcı. Oysa vakit daraldı. İrfan onu Bodrum’a götürecek uçağa yetişmeli.
Benim de başım kalabalık. Kendisinin de aslında ayağı iki pabuçta. Ertesi sabah her hafta yaptığı gibi ders vermek için Paris’e gidecek.
Vedalaşıp ayrılırken gözüm gene malum ağaca ilişiyor.
Saatlerdir güzellikten konuşuyoruz ya eskisi kadar sinirlenmiyorum. İnanan başarır derler. İnananlara inanmalı diyorum.
Hayal ettiler, inandılar ve yaptılar
Karşılıklı yedi sekiz konuşmanın ardından Bebek Kahvede buluşmaya karar veriyoruz. Ne onda daha uzun bir yemek için bir araya gelebilecek mecal ve zaman var ne bende. Eğer bu ikindiyi de kaçırırsak muhtemelen otel açılana kadar beklemek zorunda kalacağız ki, bu da Haziran sonu demek.
Üstelik günün sürprizi otelin mimarı Gökhan Avcıoğlu’nun da bize katılacak olması. Aslında İrfan Otel’in iç mimarisini üstlenen Çağlayan Tugal’ın da bizimle olmasını istiyordu ama iki kişinin bile buluşmak için deveye hendek atlatmak zorunda kaldığı şu ahir zamanda, işi başından aşkın dört kişiyi biraraya getirmek İrfan’ı bile zorlayacak bir iştir ki, bu da bırakın hendek atlatmayı, hörgüçlü güzeli ummandan geçirmeye bedeldir.
Kararlaştırdığımız saatte Bebek Kahveye gidiyorum. Kahve her zamanki gibi dolu. Bir ay öncesine kadar güneşte yer kapmak için uğraşanlar çoktan gölgelere çekilmiş. Çiçeğe kesmiş sahte badem ağacının altındaki masaya oturup beklemeye başlıyorum.
Bu sahte ağaçlar bahçelere musallat yedi cüce heykelleri kadar canımı sıkıyor. Belki müthiş bir örnek değildik ama düpedüz estetik düşmanı bir millet olup çıktık. Geceleri yanıp sönen ampülleri bile olabilecek her daim çiçekli bu plastik çiğliği dikmek yerine baharda açıp sönüverecek bir erguvan ekmek çok mu zor iştir? Bir oya ağacı, bir mor salkım, bir payam?
Yerlere göklere sığdıramadığımız övünmelere doyamadığımız Osmanlı zevkinden, Anadolu insanının doğuştan geldiğini söylediğimiz inceliğinden kala kala bunlar mı kaldı?
Yoksullukla görgüsüzlüğün kol kola girdiği bir üçüncü dünya ülkesi pespayeliği! Talan ettiğimiz bahçelerden arta kalan mendillere diktiğimiz bu sahte ağaçlar, yaktığımız köşklerin küllerinden yükselen bu çirkin apartmanlar mı anlatacak bizleri sonrakilere?
Şairin bir sengine yekpare Acem ülkesini feda ettiği İstanbul, yıkamadığımız için koruduğu sisli silueti de olmasa herhangi bir ortadoğu ülkesinden farklı mı şimdi?
Taşı toprağı altın diye akınlar halinde geldik, leş kokusu almış akbabalar misali şehri tükettik. Yaşama kültürsüzlüğünden nasiplenmeyen birkaç kuytu semt kaldı. Bir iki ara sokak, revnaklı bir tutam ev, adalar.. O kadar.
Sadece İstanbul mu hovarda mirasyediler gibi yiyip bitirdiğimiz... Anadolu şehirlerinden geriye kalan ne peki?
Şehirlerin değişmeden sonsuza dek varlıklarını sürdüreceğini sanan aymazlardan değilim çok şükür. Savaş çıkar,deprem yıkar,alev yakar. Zamanın yıktığının yerine ne konduğudur önemli olan.
Gölgesiz ağacın altına oturmuş İrfan’ı beklerken bütün bunlar geçiyor aklımdan.
Durduk yerde sinirlenmeme yol açan çin işi bademin altından kalkıp sokağa bakan yan masaya geçiyorum.
Geç kalmaya alışık olmayan insanların beş dakika gecikseler yürüyüşlerine sinen bir gerginlik vardır ya hani, İrfan uzaktan gergin adımlarla geliyor.
Herzamanki gibi tiril tirendaz. Yaz kış çıkartmadığı, dünya yıkılsa üzerinde lekenin zerresini göremeyeceğiniz beyaz gömleği bile aslında onun nasıl zorluk seven biri olduğunun göstergesi.
Siyah çekmek afili olmasına afilidir de çaba gerektirmez. Beyaz giymek yürek ister.
Demli çaylarla birlikte Gökhan da geliyor.. Ekip tamam,artık konumuza dönebilir Kuum’dan bahsedebiliriz.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2008
Adı önce fısıltı gazetesiyle yayıldı. Doğru mu, gerçekten geliyor mu sorularıyla birlikte. Haberi duyunca zil takıp oynayanlar, bunca talibi varken neden buraya gelsin ki diye burun kıvıranlar, derken o kadar konuşuldu üzerine, o kadar yazılıp çizildi ki, Londra’nın ünlü lokantalarından Hakkasan çok geçmeden açılacak olan yeni bir lokanta değil de, İstanbul’un Avrupalı olmasının tesciliymiş gibi büyük bir beklenti yarattı. Bir de üzerine ha bu gün ha yarın diye uzun bir bekleme süresi eklenince, uzayan her işte olduğu gibi söylentiler söylentileri kovaladı ve şehir efsanesi olup çıktı. Efsane dediğin de abartıdan, düşle gerçek arasında salınan bulanık sulardan beslenir ya, yalanla gerçeğin birbirine karışması uzun sürmedi ve her kafadan bir ses yükseldi. Dekoratörle kavga etmişler, Tasman Denizi’nden gelecek karidesler ellerine ulaşmamış, kandillerin ışığı cılızmış, mermerlerin damarları birbirini tutmamış gibi bitmek bilmez söylentiler. Boşuna atalarımız adın çıkacağına canın çıksın dememişler.
Bilmem kaç milyon dolara mal olduğu söylenen dekorasyon sonunda tamamlanıp, namlı şef ve Çinli ekip mutfakta, dünyanın dört bucağından geldiği söylenen malzemeler de tezgahta yerlerini alınca, deneme turları başladı. Hani gazetelerin sıfır sayıları vardır ve piyasaya çıkmadan varsa bir hata görmek için örnek gazete basılır ya, onun gibi şirket çalışanları ile yakınlarına yönelik bu küçük denemeleri basına verilen yemekler izledi.
Derken beklenilen gün geldi ve Unitim Holding tarafından dünyadaki ikinci şubesini İstanbul’da açması için ikna edilen, Asya mutfağının mabetlerinden Hakkasan Kanyon Alışveriş Merkezi’nin içinde anlı şanlı bir davetle kapılarını açtı. Ertesi gün renkli basının tümü bu davetten bahsediyordu. Kim gelmiş, kim gitmiş, kim ne giymiş, kim giymemiş boy boy fotoğrafların yer aldığı koca sayfalarda Allah için yemeklerden söz eden tek satır yoktu. İzleyen günlerde köşe yazıları çıkmaya başladı. Hasta olduğum için katılamadığım basın davetine giden arkadaşlarımın yazılarını biraz da kambersiz düğün yapıldı burukluğunda okuduğumda en müşkülpesentlerinin, en dur bakalım diyenlerinin bile Hakkasan’ın hakkını Hakkasan’a verdiklerini gördüm.
Arada Londra’daki merkez ile kıyaslayanlar, ona bir buna buçuk puan verenler var idiyse de, genel kanı lokantanın iyi bir lokanta olduğuydu.
Hatta Asya mutfağını sevenler için mükemmel bir lokanta. Hemen hepsi ağız birliği etmişcesine içki çeşitliliği ve şarap mönüsünün zenginliğinden söz ediyor, Hakkasan’ı yemeklerin lezzetinden tutun da o yemekleri özel kılan çeşnilerine varana dek aransa da kusur bulunmayacak bir lokanta olarak övüyordu. Ancak gene hepsinin altını çizdiği bir nokta vardı: Hakkasan pahalı bir yerdi. Her babayiğidin harcı değildi.
Sonra dedikodular sökün etti: Ve her daim olduğu üzere ahali ikiye ayrıldı: Kiminin yere göğe sığdıramadığını kimi yerden yere vuruyor, bekleme listesinin uzunluğundan şikayet edenlere Londra’da durumun benzer olduğu cevabı yapıştırılıyor, biri tutup da havalandırma yetersiz diyecek olsa ona amber kokusu koklamamış meczup gözüyle bakılıyordu.
Sis dağılmadan ve ben Hakkasan’a henüz adım atmamışken ikinci Asya mutfağı Zuma da çıkıp gelmez mi? Onu da W Hotel’in içinde açılan Spice Market izlemez mi? Etti mi üç. Giyinildi kuşanıldı Ortaköy’e yollanılıp bu kez Zuma önünde fotoğraflanıldı. Spice Market başına gelecekleri sezmiş gibi sessiz bir açılışı tercih etti ama gene de kıyastan kurtulamadı.
Öyle bir karşılaştırma furyası başladı ki, sormayın gitsin. Doğarken taraftar olarak doğduklarını söyleyip bununla övünen erkekler bile futbolu bırakıp mutfakları ile ilgilenmeye başladılar. Birinin ak dediğine ötekinin kara demesi, birinin şık bulduğunu ötekinin rüküş addetmesi İstanbul burjuva sohbetlerinin ayrılmaz parçası haline geldi ve her üç lokantanın herşeyden önce lokanta olduğu gerçeği güme gitti.
Sonra sular duruldu. Biraz yazın gelmesi ve herkesin dikkatinin kıyılara yönelmesi, biraz da yazacağını zaten yazmış renkli basının ilgisinin azalmasından ötürüydü bu durulma. Eylülde yeniden başlayacağı kesindi. Gidilecekse oralara şimdi gidilmeliydi.
Hakkasan, Zuma Spice Market
Yolum önce Zuma’ya düştü. Bir arkadaşımın yaş günü için, biraz da son dakika karar verdiğimizden ötürü ancak alt kattaki uzun barda yer bulup gittiğimiz Zuma’da cuma akşamı olduğundan mı yoksa yeni açıldığından mı bilmem müthiş bir kalabalık vardı. İçinde az buz yabancının da olmadığı koyu bir kalabalık. Suşi barının önündeki yerimize geçerken tam yanımızda oturan, bir yandan gazetesini okurken bir yandan da buz dağının tepesine yerleştirilmiş deniz mahsülleri tabağını mıncıklayan; dünyanın neresinde karşınıza çıkarsa çıksın İngiliz olduğunu eprimiş tüvit ceketine bakıp anlayacağınız beyefendiyle göz göze geldiğimde yüzünde öyle ekşi bir ifade gördüm ki, ister istemez yediği yemekten hiç hazzetmediğini düşündüm.
Böyle anlarda şeytan dürter sorarım: Sordum ve aynı ekşi ifadeyle hepsinin excellent olduğu cevabını aldım. Ne zaman İngiliz’in yüzü düşüncesini ele verir ki zaten. Benimki abesle iştigal. Gerçekten de yemekler adamcağızın dediği gibi iyiydi. Hatta o kadar kalabalık olmasa dediğinden de iyi.
Sonra genç arkadaş gurubumla sessiz sedasız açılan Spice Market’e gittim. New York’taki şubesinin müdürü geçen yaz bende konaklamış ve efsane şef George’un hünerlerini öyle sıralamıştı ki, biraz hüsrana uğradım ne yalan. Kötü şeyler mi yedik? Haşa. Ama yemek süresince birşeylerin eksik olduğu duygusundan da kurtulamadık.
Hakkasan’ın hakkı Hakkasan’a
Hakkasana gelince... Geçen hafta iki ayağım bir pabuçta, şişen dişimin ağrısını nasıl dindireceğimi bilemeden doktor doktor dolaşırken Gülcan aradı. Gene kendisi gibi Ankaralı Müge Altaş ile GTC adında bir halkla ilişikiler şirketi kurduklarını ve Unitim Holding’in halkla ilişkilerini yaptıklarını söyledi. Laf döndü dolaştı gelip Hakkasan’a ve Bodrum’a göçmeden oraya gidip gidemeyeceğime dayandı.
Arayan Gülcan, davet ettiği yer Hakkasan. Zar zor bir öğle saati kararlaştırdık ve yemeğe annemle gittim. Bu ayrıntının altını çiziyorum, çünkü onun yorumları başkalarınkine benzemez. Birincisi Çin mutfağına bayılır ve müthiş bir ağız tadı vardır, ikincisi kendi kuşağının bütün fertleri gibi hesabını bilir parasını savurmaz, caka olsun diye kuruş harcamaz. Hakkasana pahalı diyorlar ya ondan iyi yorumcu istesen de bulunmaz.
Hakkasan gerçekten de siyahın ağırlıkta olduğu bir lokanta. Bana sorarsanız akşam lokantası. Öğle yemekleri için fazla ağır, ağdalı. Bunu henüz teras açılmadığı için söylediğimi de belirtmeliyim. Dışarıda hazırlanan teras, sıcak yaz günleri için biçilmiş kaftan olabilir. Çünkü herkesin malumu olduğu üzre Kanyon, yaprak kıpırdamayan günlerde bile uğultulu tepeler gibidir.
Karanlık atmosferine karşı masalar iyi aydınlatılmış. Öyle yediklerinizi görememek gibi bir durum yok. Aksi zaten şefe büyük haksızlık olurmuş çünkü gelen her tabak oya gibi, resim gibi bir sanat eseri.
Yemek seçimini açılmasına karar verildiğinden beri Hakkasan’ın başında bulunan Kerem Suner’e bıraktık. O da masayı arasında sadece öğle yemeklerinde servis edilen ballı biftek pufflarından tutun da susamlı karideslere, öyle donattı ki artık o kadar olur. Bir de Hakkasan tarafından ithal edilen Ata Rangi Pinot Noir.
Bir ara annemle göz göze geldik.Ne düşünüyorsun kabilinden göz kırptım. Üç parmağını kavuşturup havaya sallayarak, mükemmel işareti yaptı. Peki fiyatlar diyecek oldum. Değer, dedi. Sonra da mönüyü incelerken ezberlediği fiyatlarla kısa bir hesap yaptı: Gelecek, Avrupalılar gibi bir giriş bir ana yemek yiyeceksin. Usturubunla da şarabını içersen herhangi iyi bir lokantada ödediğinden fazlasını ödemezsin. Ama yok aç gözlülük eder de sofrayı donatırsan, Fikret’in dediği gibi aksırıncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yersen, gelen hesabı da paşa paşa ödersin!
Budur. Hakkassan pahalı diyenlere duyurulur!
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2008
Geçen hafta egzersiz çılgınlığından söz eden yazımı Feride’nin kulağımdan tutup götürdüğü Hillside ile noktalamıştım. Gerisi bu hafta yazılmak üzere.. . İstinye Park’ın üst katını boydan boya kaplayan bu dev merkez benim kapısından girdiğim üçüncü spor merkezi aslında. İlki Tunalı Hilmi Caddesi’nde açılan ve Ankara’nın ilk aletli spor salonu olmakla övünen bir yerdi.
Ankara’nın ilk aletli spor salonu olmakla övünen o yer caddedeki apartmanlardan birinin bodrum katındaki loş bir mekandı. Yere gelişi güzel atılmış bir iki mavi minder, salonda bulunan tek alet olmanın haklı gururunu taşıyan atlama beygiri, uyum sağlamak için mavinin çeşitli tonlarından seçilmiş çamaşır sepetlerinde kaldırılmayı bekleyen bir iki ağırlık ve tavandan sarkan iki cılız halatıyla öyle hazin bir yerdi ki, girişte asılı afişlerin büyüsüne kapılıp da gelenler eşikten geçer geçmez modern bir spor salonundan çok beden eğitimi dersi verilen bir sınıfa girdikleri hissine kapılıyor, sahibinin çalışırsanız sizin de olur diyen boğum gövdesine de o gövdeye hiç mi hiç yakışmayan tiz sesiyle döktürdüğü dillere de aldırmadan gerisin geri çıkıyorlardı..
Ama adam kolay pes etmemişti ne yalan.
Salonun varlığını duyurmak, sporun erdemini anlatmak için kendisininkinden de boğumlu bir gövdenin kollarını kavuşturup pazularını sergilediği bir fotoğraf ile Brigitte Bardot’nun bikinili bir resminin iç içe geçtiği el ilanları bastırmış, yememiş içmemiş gece gündüz demeden o günlerin en gözde piyasa caddesi olduğu için gençler tarafından mesken tutulan Tunalı Hilmi’de fotokopiyle çoğalttığı bu ilanları dağıtmıştı.
Sabır mermeri deler derler ya onun da sabrı semeresini verdi ve başlarda sinek avlayan salon zamanla dolup taşan bir yer haline geldi.
Ancak hedef kitlede küçük bir sapma olmuştu anlaşılan.
Küçük salonu dolduranlar ne Cumartesi günleri duvarların üzerine tüneyip çekirdek çitleyen delikanlılara benziyorlardı ne köşede açılan ünlü hamburgerciye gelen cilveli kızlara.
Zaten çok geçmeden tabeladaki spor ibaresi de yerini Çince karakterleri hatırlatması için hece hece yazılmış ve her harfine kuyruk takılmış Tek-wan-do’ya bıraktı.
Önceleri bu değişimi boğum adamın ticari zekasına yormuş o yıllarda televizyonda izlenme rekoru kıran popüler dizinin etkisiyle kendilerini müstakbel çekirgeler olarak gören gençleri salonuna çekmek için yaptığı manevralardan biri sanmıştım. Ama çok geçmeden gelip gidenin tüyü bitmemiş Kung-fu namzetlerinden çok askeri darbe sonrası sokaklardan çekilmek zorunda kalan, içlerindeki şiddeti nereye akıtacaklarını bilmediklerinden tuğla kırarak naralanan sarkık bıyıklılar olduğunu anlayıp huzursuzlanmaya başladım.
Orası kaç yıl açık kaldı, geçen zamanla değişti mi, kapandı mı bilmiyorum.
Kendilerine milliyetçi yaftası yapıştıranların en gözde sporunun hala tekme sallayıp tuğla kırmak mı olduğundan da haberim yok.
Bildiğim spor salonlarından fellik fellik kaçmamın nedenlerinden birinin de o izbe salonla o karanlık bakışlı adamların aklıma kazılı resimleri olduğuÖ
NY’NUN AMOK KOŞUCULARI
Gelelim eşiğinden adım attığım ikinci salona..
İlk kez New York’a gitmiş, dilini yutan bülbüle dönmüşüm.
Elimde harita Manhattan sokaklarında dolaşır, ezberleyecekmiş gibi binaları incelerken gözüm bir gökdelenin alt sayılabilecek katlarından birinde kan tar içinde koşan yüzlerce insana ilişti.
Dizlerinden altını görmediğim için durdukları yerde koştukları izlenimi veren bu insanlar sanki arkalarından kovalayan birileri varmış gibi öyle can havliyle koşuyorlardı ki insan önüne dizildikleri cam engel olmasa sapır sapır sokağa döküleceklerini sanıyordu. Önce kimden kaçtıklarına bir anlam veremedim. Bir tuhaflık vardı ama. Hepsinin boynundan aynı beyaz havlular sarkıyor gene hepsi bir hizada ve aynı hızda koşuyorlardı. İşte o zaman sokakta yürümekten korktukları rivayet edilen New Yorklulara gönül rahatlığıyla koşmaları için kucak açan spor salonlarından birinin önünde durduğumu keşfettim.
Birkaç gün geçtikten sonra şehri kavuran salgının adını koydum: Herkesi Amok koşucusuna çeviren virüsün adı joggindi.
Şehir ahalisi vakit bulduğu anda kendini sokağa atıyor,caddeleri kat edip parklardan geçiyor, yılmadan usanmadan,bitap düşene dek koşuyordu.
Bu da yetmediğinde pıtrak gibi birbiri ardına açıldığı söylenen spor salonlarına doluşuyordu.
Dönüşümden bir gün önce ilk gün karşıma çıkan spor merkezine gittim. Derdim dünyayı saracağına kalıbımı basacağım çılgınlık üzerine ampirik çalışma yapmak.
Burun kıvıra kıvıra girdiğim salondan yalana yalana çıktığımı dün gibi hatırlıyorum.
Hayır bu meret benim yapacağım iş değildi elbet.
Ama neredeydi atlama beygirli o cinnet, neredeydi bin bisikletli bu cennet?
İlki iş yerime komşu olduğu için ikincisi yayılan bir salgını yerinde görmek için merak edip girdiğim bu iki salon dışında spor merkezlerinden hep uzak durdum.
SPORTİF YAŞAMA ALANI
Sonra Feride beni Hillside İstinye’ye götürdü.
Gitmemin nedeni ne yalan anlata anlata bitiremediği merkez değildi. Bir Feride’yi kıramam, iki Hillside’da çevremdeki herkesin öve öve bitiremediği tembel işi bir alet olduğunu biliyor ve merak ediyorum.
Hillside’ın dillere destan titizliği daha garaj katında anlaşılıyor. Döne döne indiğiniz labirentin her köşesine oraya giden en kestirme yolu gösteren tabelalar asılmış. İsterseniz garajdan isterseniz alışveriş merkezinin her hangi bir katından asansöre biniyor ve merkezin üst katını kaplayan dev bir komplekse geliyorsunuz.
Geldiğiniz yere spor salonu demek mümkün değil. Burası içinde spor yapanların da olduğu bir yaşama alanı. Yok yok.
Üye olmayanlara da açık ilk katta: Yabancı yayınlar da bulunduran iyi bir kitapçı. Bol seçenek sunan ister kiralayıp ister satın aldığınız bir DVD dükanı. Ünlü bir kuaför salonu. Çocuklara ya da çocukluklarını kaybetmeyenlere yönelik bir oyuncakçı. Mönüsünde sadece salata sunmayan Doors grubuna ait Kitchenette. Eve dönerken alışverişinizi yapabileceğiniz Türkiye’nin tüm yörelerinin gizli tatlarını bulundurmakla haklı olarak övünen, danışmanları Artun Ünsal olduğu için olsa gerek peynir çeşitleriyle insanı şaşkına çeviren Antre Gourmet. Adını şifa barı taktığım, meyve kokteylleriyle iddialı küçük bir bar. Özel ders almak isteyenlere ayrılmış bir salon. Grup halinde ders almak isteyenlerin gittiği başka bir salon ve Sanda SPA var.
Sanda SPA benim gibi SPA delisi olmayanları, saatlerce mıncıklanmaktan hoşlanmayanları bile anında kendine meftun ediyor. Bir kere olsun gidilmeli ve SPA nasıl olurmuş görülmeli diye düşünüyorum.
İnsana Binbir gece masallarını hatırlatan atmosferiyle gerçekten bu güne kadar görmediğim güzellikte ve temizlikte bir yer.
Üst kat başka alem.
Tıpkı New York’taki gibi yüzlerce kişiye aynı anda spor olanağı sunan iki dev salon düşünün. Birinde hızlı çalan müzik eşliğinde spor yapan gençler var diğeri zamanı dar olanların hoca gözetiminde sporlarını yapıp gitmeleri için düzenlenmiş. Ayrıca adını bile duymadığım ama pek revaçta olduğu söylenen derslerin verildiği iki büyük salon da bu katta. Aletler o kadar yeni ve benim için tuhaf ki insan spor salonundan çok uzay mekiğine girdi duygusuna kapılıyor.
MEST OLDUĞUM BÖLÜM
Gelelim beni mest eden bölüme. Açık ve kapalı havuza... Kapalı olanı ince uzun bir havuz Açık olanı bakla şeklinde. Her ikisini birbirinden ayıran cam paneller hava ısındığında açılıyor ve her ikisi de İstanbul’a kuşbakışı bakıyor.
Bayıldım, bayıldım, bayıldım..
Ben ağzımın suları aka aka sağa sola bakınırken Feride beni sana demedim mi, ifadesiyle süzüyor.
Demesine dedi de burası anlatmakla anlaşılacak bir yer değil ki.
Derken Ufuk hocayla tanıştım. İri yarı güleç yüzlü Ufuk hocayla. Kendisi söylemese de duruşundan bile uçan kuştan haberdar olduğu belli.. O Hillside’dan sorumlu devlet bakanı ise daha sonra beni teslim ettiği milli kürekçi Fatih hoca da devlet bakan yardımcısı.
İkisi de yardıma hazır.İkisi de spor yapmaya karar verirsem beni yönlendirecekler ama benim niyetim niyet değil. Ben Power Pilates diye bir alet duymuşum, üzerine çıkanları on dakikada bir saatlik spor yapmış gibi yoğurduğu söylenen bir alet, aklım fikrim tembel işi bu alette.
Astronotların uzayda kaldıkları sürece adelerinin eridiğini keşfeden bilim adamlarının geliştirdiği bir meret bu Power Pilates.
İndisi bindisiyle yarım saat sürse de gerçekten üzerinde geçirdiğiniz hepi topu on dakika.
Ama ne on dakika.
Kan ter gözyaşı pahasına.
Yalnız hocasız yapılacak iş değil. Yanlış durmak, fazla abanmak canınızın yanmasına daha da beteri istemediğiniz bir adalenizin şişip istediğinizin yerinde saymasına neden olabileceği gibi, seans bitimi doğru esneme hareketleri yapılmadığında vücudunuzun taş keseceği de kesin.
Mahallenin delisi gibi bir koşu gidip bu garip alete ine bine iki hafta geçirdikten sonra bir baktım önüme gelene Hillside anlatıyorum.
Ve çok bilirmişim gibi söze bildiğiniz spor salonlarından değil diye başlıyorum.
Bilmem ama bildiğim bir şey var ki o da yabana atılır cinsten değil.
Benim gibi spor kaçkını birinin bile gönlünü çeldiyse bu Hillside, sevenine neler sunar kim bilir?
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2008
Bana göre egzersizin sporla zerre benzerliği yoktu, egzersiz denilen beyhude uğraş Amerikalıların uzun yaşama iştahlarından doğmuş sıkıcı bir çocuktu. Doktora gidiyorsunuz reçetenin yanında verilen o.
Gazeteleri açıyorsunuz sayfa sayfa o.
Televizyon kanallarında baş köşeye kurulan o.
Yolda yürürken karşınıza çıkan o.
Devir öyle bir devir ki artık, ondan kaçış yok.
Öyle bir bombardıman ki bu sevseniz de sevmeseniz de, isteseniz de istemeseniz de kayıtsız kalmanız imkansız.
Gelip yakanıza yapışıyor.
Ve sizden zaman, çaba ilgi istiyor.
Üstelik kaprisli.
Üstelik bencil.
Üstelik sevimsiz.
Sevenleri yok mu? Var.
Hatta tutkunları olduğu bile söylenebilir.
Onsuz yaşayamayanlar, mutluluğu onunla yakalayanlar, seve seve kan ter gözyaşı akıtanlar? Çok var.
Bir de benim gibiler var ama..
Kendisini fena halde zorba, sevimsiz ve sıkıcı bulanlar.
Değil haftanın üç gününü günün üç dakikasını bile ona ayırmak istemeyenler..
Ve ne yapacaklarını bilemeyenler...
Hayatım boyunca egzersiz denilen şeyden hazzetmedim.
Spor başka egzersiz başkaydı benim için.
İster tek başına ister ekip halinde spor yapmak bir hayat biçimi olabilirdi de, egzersiz?
Neydi o yerinde hop hop zıplamalar, el kol sallamalar, bacak germeler, boyun esnetmeler?
Sporu hep bir lades olarak gördüm.
İnsanın kendisiyle, ötekiyle, doğa ile tutuştuğu lades.
İçinde yenmek kadar yenilmek de olan, hırsı azmi başarma isteğini bilerken kişiye bükemediği bileği öpme tevekkülünü de öğreten bir uğraş.
Peki ya egzersiz?
İşte ona bir türlü içim ısınmadı, aklım yatmadı.
Biri insanı ne kadar geliştiriyorsa diğeri o kadar güdükleştiriyor diye düşündüm hep. .
Bana göre egzersizin sporla zerre benzerliği yoktu, egzersiz denilen beyhude uğraş Amerikalıların uzun yaşama iştahlarından doğmuş sıkıcı bir çoçuktu.
Ne hayatıma girsin, ne olsun ne kalsındı. Buyursun, beğenenler alsındı.
Ne zaman ki gittiğim her doktor verdiği ilaçların yanı sıra haftada en az üç kez yürümemi buyurdu, ne zaman ki bunu bir seçenek değil de bir zorunululuk olarak sundu o zaman kara kara düşünmeye başladım.
Nasıl yapacak, nasıl edecektim?
Aslında oturduğum ev yürüyüşperestler için bulunmayacak nimetti.
Çıkacak, Sarıyer Belediyesi’nin orasına burasına tartılardan tutun da ne işe yaradıklarını pek de anlamadığım demir aletler serpiştirdiği yürüyüş parkurunda hızlı adımlarla beş kilometre kadar yürüyecektim.
Kırkbeş dakika, bilemediniz bir saat.
Mis gibi hava, canım Boğaz, daha ne isterdim.
Dünyanın neresinde böyle bir yürüyüş alanı vardı?
Kimi oltalarının ucuna umutlarını takmış balıkçıların arasından oynak sandallarla, aheste şileplere baka baka yürüme şansına sahipti.
Benim burun kıvırdığım milletin arayıp da bulamadığı nimetti.
O kadar çok kişiden bu serzenişi işittim ki kimselere şikayet edemez oldum. Tamam dedikleri doğruydu ama ben yürümeyi de tıpkı yüzmek gibi zorunluluk olmadıkça seven biriyim.
Dağda taşta, ormanda bilmediğim bir kentin, bilmediğim sokaklarında saatlerce yürüsem hatta kimi zaman işi abartıp ayaklarımı hissedemez hale gelsem bile keyfime diyecek olmuyor.
Çünkü kimse bana yürümem gerektiğini söylemiyor. O tepelere çıkarken o sokaklara dalarken ne adımlarımı sayıyor ne yeterince hızlı atıp atmadığını kontrol etmek için nabzımı yokluyor ne de terleyip terlemediğime bakıyorum..
Sadece yürüyorum,
Yürürken keşfediyor, düşünüyor, gülümsüyor, duraksıyor hatta durup soluklanıyorum.
İNSAN BİR SÜRE SONRA PES EDİYOR
Yüzmek de aynı şey.
Tanrının şanslı kulu olarak uzun aylar geçirdiğim tatil kasabasında her gün birkaç kez saatlerce yüzüyorsam eğer bu zorunlu olduğum için değil yüzmeyi sevdiğim için.
Ne kromometreyle alışverişim var ne başkasıyla tutuştuğum yarış.
Suyun içinde olmak ve kolların kesilene, ürperinceye kadar yüzmek...
Dipteki dünyayı keşfetmek için derin nefes alarak dalmanın, bacaklarını kanatma pahasına bir kayaya tırmanmanın, dalları suya değen bir çam ağacına tutunup gözün kamaşana kadar güneşi seyretmenin verdiği keyfi başka bir şey vermediği için yüzüyorum.
Doktorlara bunları anlattığımda bana hiç yoktan iyidir bakışıyla bakıyor ama ne avare gezintilerimin ne ellerim buruşuncaya kadar suyla sevişmemin düzenli yapılacak egzersizlerin yerini tutmayacağını söylüyorlar.
Hepsi ağız birliği etmiş gibi aynı şeyi söylüyor. Egzersiz şart!
Eğer ileride parmaklarım kördüğüm,bacaklarım kötürüm olmasın diyorsam, eğer ileride tık nefes kalmak istemiyorsam ve en can alıcı tehdit olarak da çocuğumun başına bela kesilmek istemiyorsam sevimsiz egzersizi dü-zen-li olarak yapmam şart!
Bunu sadece yılda iki kez gittiğim doktorlar söylese belki kulak arkası edeceğim ama sağlıklı bir hayat için egzersizin şart olduğu öylesi bir kesinlik kazanmış durumda ki saldırı her cepheden.
Bir arkadaşınızı arıyorsunuz evde yok, nerede yürüyüşte.
Anneniz söze bak bu gün hava ne güzel diye başlıyor.
Televizyon kanalları arasında zıplarken gözünüz güle oynaya zıplayanlara takılıyor.
Pencereden bakmaya görün kör karanlıkta bile millet o ne olduğunu anlamadığınız aletlerin üzerinde.. kadını erkeği yaşlısı genci hepsi huşu içinde..
İnsan bir süre sonra pes ediyor.
Ya da ben ettim diyelim..
Tam bir ay havaların da hafiften ısınmasıyla birlikte kendime yeni yürüyüş ayakkabıları alıp çıktım.
Tepede ısıtan ama yakmayan bir güneş varsa, Boğaz hafiften tütüyorsa, Karadenizden esen meltem yüzünüzü yalayıp geçiyorsa güzel.
Ama bunun sert esen Poyrazı, ahmak ıslatanı da var .
Bir de değil yürümenin birbirine sürtünerek bile geçmenin imkansız olduğu hafta sonları..
Peki o zaman ne yapılacak?
Kimileri o havalarda bile yürümenin zevkinden sözetti kimi eve bir yürüme bandı al dedi.
Feride de tuttu beni, benim gibi alışveriş merkezlerinden zerre hoşlanmayan, spor salonu dendi mi tüyleri diken diken olan birini İstinye Park’taki Hillside’a götürdü.
Hillside’a..
Ama o gelecek haftaya...
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2008
Rue Saint Honore’deki o güne kadar görmediğim yalınlıkta döşenmiş evden çıkarken, ev sahibesi için, bu kadın çağdaş bir káhin, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Yıl 1987 olmalı. Paris’te bir arkadaşımın kuyruğuna takılıp katıldığım davette kimler yoktu ki? Soyadı Picasso olan üç kişi, dünyanın en büyük modern sanat koleksiyoncusu olduğu söylenen bir Musevi, adı yaptığı şaraplar kadar bankacılıktan kazandığı servetle de dillere destan baronun en az onun kadar kibirli karısı, son filmiyle ortalığı sarsan genç bir oyuncu, sonradan ünlü bir savaş muhabiri olduğunu öğreneceğim, yerleri süpüren tilki kürkü ve gecenin ilerleyen saatlerinde fırlatıp attığı Kleopatra peruğuyla eksantrik Christine, minicik Geraldine Chaplin ve diğerleri...
Salonu dolduran bu birbirinden ilginç kişilere bakmaktan ne oluklu iki dev karton rulo üzerine yerleştirilmiş kalın cam masada sunulan yemeklere dokunabilmiş ne garson mu, oyuncu mu, cambaz mı olduğunu çıkaramadığım siyahlar içindeki sürmeli genç adamların dolaştırdığı içkilere elimi sürebilmiştim.
Bunca sıradışı ünlüyü bir odaya toparlayabilmek her babayiğidin harcı değildi. Peki kimdi bu soyadı, dönemin gözde futbolcularından birinin soyadı gibi Van der diye başlayan ev sahibesi?
Beni kuyruğuna takan arkadaşım kulağıma Hollandalı bu muktedir kadının işinin geleceği okumak olduğunu fısıldadığında gözümün önünden iki kuruşa bakla atan sokak çingeneleri, fincanın telvesiyle didişen yaşlı teyzeler, maçanın asına, kupanın papazına anlam yükleyen iskambilciler, bir tas suda fırtına koparan cinciler, kısaca bize aşina envai çeşit falcı geçmişti.
Anlaşılan o da bir tür falcıydı.
Falcının batılısı...
Gecenin sonunda kadının moda sektöründen otomotive akla gelebilecek tüm önemli sektörlere danışmanlık hizmeti veren büyük bir ajansın dediğim dedik sahibesi olduğunu anladığımda kendisine biçtiğim mesleğin adını değiştirmiştim.
Ağzından dökülecekler dört göz beklenen bu kadın olsa olsa Nostradamus’un sülalesinden gelme bir káhindi. Çağdaş bir káhin.
Sonraki günlerde ajansının çıkarttığı derginin peşine düştüğümü, o günler için gözüme hayli sıradışı gelen kaldırım taşı gibi kalın, her sayfası birbirinden ilginç kehanetlerle dolu dergiyi hayran hayran karıştırdığımı hatırlıyorum.
Dünyada böyle bir meslek, böyle bir ev, böyle bir yaşama biçimi, böyle bir kadın, böyle bir çevre olabileceğini ilk kez görmenin getirdiği şaşkınlıktan olsa gerek ne Bayan Van der bilmem neyi ne de yaptığı işi unuttum.
Aklımın bir köşesine takıldı kaldı.
Sonra, yıllar sonra, burada İstanbul’da, karşıma başında Funda Akın’ın bulunduğu Addresistanbul’un Şişli’de 12 bin metrekareye yayılan ve içinde Becara’dan Maison Riviera’ya, Kartell’den Habitat’a dünya çapında ünlü markaları barındıran sadece ev dekorasyonuna yönelik alışveriş merkezinin açılışı için gelen genç bir Fransızla konuşma fırsatı çıktı.
Onun da işi geleceğin ne getireceğini bilmekti.
Konuştuklarımızı o günlerde yeni yazmaya başladığım Gusto sayfasında dilim döndüğünce anlatmaya çalışmıştım. Laurent o günlerden bu günleri kestiren ve sonradan hepsinin doğruluğu tescillenen onlarca öngörüde bulunmuş ve kendilerini káhin olarak nitelememe hafiften bozulmuştu.
Ona göre kehanet kendinden menkul bir şeydi. Yaptıkları iş gece yatılan istiharelerle kotarılacak iş değildi. Gelecek haritasını biçmek için her biri kendi alanında uzman yüzlerce kişiye danışılıyor ve toplumbilimcilerden anlambilimcilere onlarca bilim adamı, bütün önemli iplik-kumaş üreticileri, ağır sanayiciler, çevreciler, turizmciler hatta ve hatta ruhani liderler gibi akla gelebilecek bütün alanların önde gelenleriyle işbirliği yapılıyor ancak ondan sonra dünyanın nereye evrilip devrileceğinin adı konuluyordu.
Onlar káhin filan değildiler. Onlara trend-setter deniyordu.
Kendilerini adlandırdıkları tanımlamayı sevmediğimi, trend-setter’ı da tıpkı image-maker gibi zamanla içi boşalan bir kavram olarak gördüğümü söylemiş, onlara yakıştırdığım çağdaş káhinler nitelemesinin yaptıkları işi daha doğru anlattığını belirtmiştim.
Yazımın yayımlanmasını izleyen günlerde gönderdiği küçük notu káhin diye imzaladığına bakılırsa ya ikna oldu ya da bir Fransız’dan beklenmeyecek ölçüde nazik biriydi.
Sağlık ve yemek dışında her şey kiralanacak yolculuklar insanın içine doğru yapılacak
Bundan bir süre önce Funda arayıp bu kez Nelly Rodi ajansının yaratıcı direktörü Vincent Gregoire’ı davet ettiklerini, kendisiyle görüşmek isteyip istemediğimi sorduğunda ikiletmeden evet dememin ardında 1980’li yıllarda şaşkınlıktan ağzımı bir karış açık bırakan ve o gün bu gün hálá şaşırtmaya devam eden bu meslek erbabına duyduğum merak vardı elbette. Yoksa ne Nelly Rodi ajansı diye bir ajanstan söz edildiğini duymuş ne de ajansın gurusu sayılan Vincent Gregoire’ın adını işitmiştim.
Bir de Funda’ya güvenirim. Tali olanı sevmez, şarlatanlara yüz vermez.
Gel gör ki hayat dilediğin gibi akmıyor. Vincent Gregoire’ı görmem gereken gün beklenmedik ne varsa başıma geldi. Ne saat ikideki randevuma, ne de büyük ilgi gördüğü söylenen seminerine gidebildim. Ama sorularımı Funda aracılığıyla ilettim... Hep aynı meraktan beslenen birkaç basit soru. Daha doğrusu çeşitli kılıflara bürünmüş tek bir soru: Gelecek ne getirecek?
Sevgili Funda benim için sormuş. Dün sabah hem sorularımın yanıtlarını hem de aralarında basın yayın alanında çalışanlardan tutun da mimarlar, dekoratörler, sektör ileri gelenlerinin bulunduğu kalabalık bir dinleyici grubuna verdiği seminerin tam metnini yolladı.
Vincent Gregoire yüksek eğitimini iç mimar olarak tamamlayıp Fransa’nın hatırı sayılır dekoratörlerinden Agnes Comar’ın yanında çalıştıktan sonra 1991’de yayınladığı öngörü kitapçıkları ile alanın en büyüklerinden olan Nelly Rodi Ajansı’na girmiş ve orada yaratıcı direktörlüğe kadar yükselmiş.
Birlikte çalıştığı ekip otuz beş kişi kadar olmakla birlikte o da bu işle uğraşan diğer ajanslar gibi içinde politikacıların bile yer aldığı farklı disiplinlerden yüzlerce kişiyle işbirliği yapıyor. Kendini merak böceği sokmuş biri olarak tarif ediyor. Merak onun için karakter özelliği olmanın ötesine geçmiş, yaşama biçimine dönüşmüş.
Özgeçmişinin yazıldığı satırlar böyle.
Gelelim sorulara verdiği yanıtlara..
Sorularımdan biri orta vadeli öngörü yaparken yeme içme kültürünün önde gelenlerine danışıp danışmadığıydı. Bu konuda beni mest eden bir cevap vermiş. Hayır demiş. "Büyük küçük bütün müzelerin hazırladıkları sergilere, konser salonlarının önümüzdeki yıllar için yaptıkları anlaşmalara, büyük yapımcıların kolları sıvadığı yeni film projelerinden tutun da revaçtaki çizgi film karakterlerine varana dek her alandaki gelişmeleri didiklememize karşın, bu alandan uzak duruyoruz. Çünkü günümüzde yemek kültürünün fazla oynak, fazla muğlak, fazla geçici gelişmelere sahne olduğunu düşünüyoruz. Tıpkı bir zamanların moda ve tasarım kurbanları gibi şimdilerde de yemek kurbanları olduğunu gözlüyoruz. O yüzden danışma listemizde şefler yok."
Hay ağzına sağlık!
Başka bir sorum gelecek beş yılda hayatımıza girecek en çarpıcı değişikliğin ne olacağı, beş yıl sonra artık sadece sağlık ve yemek satın alınacağını geriye kalan her şeyin kiralanacağını söylemiş ki, neden olmasın? Çağdaş káhin pek yakında araba kiralar gibi ayakkabı, masa, kitap kiralayacağımızı, işimiz bittiğinde ya da canımız bir yenisini çektiğinde kiraladıklarımızı geri verip yerine yenisini koyacağımızı belirtmiş.
Bir de dünyayı gezip görmekle ilgili söyledikleri var ki, beni yakından ilgilendiriyor. Vincent Gregoire’a göre son yıllarda büyük kitlelerin turizme gönül vermeleriyle birlikte artık pek az kişi için gezilip görülecek yer kalmış. Her yer o kadar gelişmiş, egzotik diye bilinen diyarlar bile tüketim toplumunun gazabından öylesine nasiplenmiş ki bundan böyle keşif yolculuklarının başka ülkelere değil insanın içine doğru olacağını, yeni yerler keşfetme hazzının yerini kendini keşfetme tutkusunun alacağını söylüyor.
Bir de posamızı çıkaran postmodernitenin yerine yeni bir modernite anlayışının geleceğini müjdeliyor ki sadece bu öngörüsü bile gözümde onu káhin sınıfından çıkarıp uhrevi bir sınıfa sokmama yetiyor.
Başka?
Kendini hiçbir sınıfa ait hissetmeyen yeni bir kuşaktan söz ediyor. Çifte Neo baroklardan tutun da uç noktalara savrulan çevrecilere kadar kendini farklı gören, hayattan da dünyadan da beklentileri eski kuşaklara benzemeyen yeni bir kuşak. Çizdiği özellikler öylesine net ki hepsini gözümün önüne getirebiliyorum. Onları New York’ta banklara oturmuş, Paris’te parklara yayılmış görebiliyorum.
Ama İstanbul? O gelecekte git gide bildiğimiz şehir olmaktan uzaklaşan İstanbul’un yeri var mı peki? İşte onu bilemiyorum. Yerimiz olmadığı fikri o kadar sinirimi bozuyor ki bilmek de istemiyorum.
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2008
Tek hedefim tombulluktan balık etine, balık etinden bildiğim Figen’e dönmek!<br><br>Verdiğim sözü tutamamak gibi bir huyum var. Başkalarına değil, kendime.
Tamam diyorum, yarından tezi yok şunu şunu şunu yapacağım.
Ya da tersi, yapmayacağım.
Sen misin söz veren?
O andan itibaren aklımı sadece muzur çeliyor.
İçime şeytan girmiş gibi yapmamam gereken ne varsa yapıyor, yapmam gerekenleri sallıyorum.
Sonra gelsin suçluluk duygusu, ahlamalar, sızlamalar.
Kendime not versem Sıfırcı Hamdi’yi geçerim, durum öyle vahim.
Lafın nereye uzanacağını kestirmişsinizdir.
Kış, yaş, tiroid, davet, yolculuk, zaruret, mecburiyet derken son iki yılda o kadar kilo aldım ki, aynadaki suretim bile bana yabancı. Hani boşversem neyse de, canım sıkılıyor.
Baktım kendi kendime verdiğim söz abesle iştigal, Afrika dönüşü cümle aleme bildirdim: Kendimi kızağa çekiyorum dedim. Hazirana kadar ne arayın ne sorun. Ne çağırın ne gelin. Bundan böyle tek hedefim tombulluktan balık etine, balık etinden bildiğim Figen’e dönmek! Yürüyüşse yürüyüş, diyetse diyet, bade ile araya mesafe koymaksa mesafe, falan feşmekan.
İlk hafta kendi rekorumu kırdım. Bozmadım, bozulmadım.
Ama sonra hava birden serinledi, derece otuzdan onbeşe indi ya, kıvranmaya başladım.
Güneşsizlik beni eve mıhlar.
Ev mutfağa.
Mutfak çıkmaza.
Çıkmaz dediğim: Girdin mi pişireceksin, pişirdin mi ya yiyecek ya yedireceksin.
Baktım olacak gibi değil kendimi sokağa attım. Sokağa çıkmak kolay da, baştan çıkmamak için nereye gitmeli ?
En masum yer kitapçı gibi göründüğünden doğruca Remzi...
Şiir, yeni çıkanlar, roman, deneme, sağa sola göz atıldı ve farkına bile varılmaksızın yemek kitaplarının durduğu reyonun önüne mıhlanıldı: Picasso’nun Sofrası, Hemingway’in Şenliği, Tuğrul’un eski bir baskısı...
Raf. Raf. Raf.
Okudum. Okudum. Okudum.
Geçiniz. Geçiniz. Geçiniz.
Zınkkk.
O da ne?
Karşımda dizi dizi Dilim Gülümsüyo!
Günün ganimeti gibi.
Haftanın çekilişi gibi.
Çilenin bedeli gibi.
ROMAN GİBİ OKUNAN YEMEK KİTAPLARI
Yemek kitaplarının, hiç değilse birinin bütün kadınların hayatında önemli bir yeri vardır.
Ve bütün kadınların o kitaplardan bir beklentisi...
Ben yemek kitaplarını, eğer bir de iyi yazılmışlarsa roman okur gibi ilk satırdan son satıra okuyan taifedenim.
Şöyle bir karıştırıp aklıma yatan tarifler için edindiklerim de olur ama beni asıl mest edenler Hülya Ekşigil’in kitabı gibilerdir; Türkçeyse Türkçe, bilgiyse bilgi, şenlikse şenlik, tarifse tarif.
Eve döner dönmez sektirmeden kitabın başına oturdum
Bütün iyi kitaplar gibi başladı mı bırakılmaz cinsten Dilim Gülümsüyo!
Böylesini yazmak her babayiğidin harcı değil elbet.
Bu kadar cilveyle, bu kadar bilgiyi bir araya getirmek için Hülya Ekşigil olmak gerekiyor.
Yoktur ya, tanımayan varsa diye Hülya Ekşigil, Siyasal Bilgiler’i bitirdikten sonra Türkiye’nin çağdaş anlamda ilk kadın dergisi olan Vizon’da çalışmaya başladı. Sonradan adı Vizyon’a devşirilen dergide yazı işleri müdürü olarak yirmi yıl geçirdikten sonra, sırasıyla Yeni Bin Yıl gazetesi, Passport Newsletter, The Guide, Milliyet Sanat gibi yayınlarda söyleşiler yaptı, gastronomi, yemek kültürü ve semt yazıları yazdı.
Küfesinde televizyon da var, üniversitede hocalık da.
Bu onun C.V.’si
Böyle yazabilmek için aslında mutlaka böyle bir C.V olmalı diye de bir koşul yok.
Ama yemekle haz ilişkisi kurmak, bunu hayatla beslemek, merakla süslemek, sabırla bilemek şart.
Akşama kadar satır aralarında karşıma çıkan ve ağız sulandıran tariflere rağmen mutfağa girmemeyi başardım.
Derken kitabın son yazısı geldi çattı: Okudum sonra da gidip kendime mis gibi sucuklu yumurta yaptım.
Ve ilk kez suçluluk duymadım.
Mevsim kadınlar için çile mevsimi.
Onlar için, Hülya’nın kaleminden birkaç satır:
Güne 5x1, 5x3, 5 ile başlamak!
Bunun neyin ölçüsü olduğunu biliyor musunuz? Hayır mı? Şaka ediyorsunuz herhalde. Bunu her kadın gözü kapalı bilir. Bu ’KİBRİT KUTUSU BÜYÜKLÜĞÜNDE BEYAZ PEYNİR’in ölçüsü. Ve eğer kadınsanız, ölene kadar ne isterse yiyip de kuru bir dal gibi kalan o mutlu azınlıktan değilseniz, kendinizi şişmanlığın yumuşacık kollarına çoktan teslim etmemişseniz, gününüzün altı saatini egzersizle geçirmek gibi lüks bir ceza düzeni içerisinde yaşamıyorsanız, tabağınıza konan yemekleri ’bunda pişmiş soğan var’, ’bunun yağı kokuyor’ gibi bahanelerle didikleyen, mutlu olmak için değil yalnızca doymak için yiyen ’hayat keyifsizleri’nden değilseniz ve tabii hayat koşullarının size bırakın kadın olmayı, insan olduğunuzu bile hissettirmediği talihsiz çoğunluğun bir parçası olarak yaşamıyorsanız, bu ölçüyü bilmemenize imkan ihtimal yok.
Tanıdığım kadın arkadaşlarımın çoğunda, uygulanmış, yarısına kadar uygulanmış ya da uygulanmamış onlarca diyet listesi var. Türkiye’ye uyarlanmış diyet mönülerinin vazgeçilmez demirbaşı olan bu peynir ölçüsü, gelmiş geçmiş en sıkıcı tanımlamalardan biri olarak hepsinin hayatındaki varlığını koruyor.
Oysa ne acı ki bir teki bile onları tanıdığım günden daha zayıf değiller!
Hemen belirteyim bu yazının muhatabı sağlık nedeniyle diyet yapanlar ya da sayıları giderek artan obezler değil. Ben yalnızca ’daha da ince, daha da genç’ bombardımanına maruz kalmış, estetik nedenlerle zayıflık peşinde bir ömür tüketenlerden söz ediyorum.
Evet, hepimiz zamanın geçişine ayak diremek istiyoruz. Kilomuzu korumak da bunun en önemli göstergelerinden biri. Aynalar, tartılar, kapanmayan fermuarlar ve en acımasızı da eski fotoğraflar... O fotoğraflara bakıp iç çekiyoruz: Ne kadar inceymişim!
İyi de adı üstünde onlar eski fotoğraflar.
Dünle bugün arasındaki farka neredeyse ’ikiyüzlülükle’ yaklaştığımız alan da işte tam burası.
Kırk beş yaşına geldiğimizde artık 25 yaşındayken kazandığımız paraya razı değiliz ama hálá o yaştaki kilomuzu korumak istiyoruz. Yirmi yaşının bekar evi konforsuzluğuna kırk yaşında tahammülümüz yok ama aynaya bakınca aynı görüntüyü bulmak istiyoruz.
Ne yapalım ki bu da son derece insani bir durum.
Gönül kendinden kolay vazgeçmiyor.
Bütün sorun da burada başlıyor zaten.
Ruhu geçip de gençliğinin peşinde azap çeken insanı keşfeden müteşebbislerin kurduğu tuzağa düşmemek gerçekten zor.
*
Fazla kilolarından kararlı bir biçimde kurtulup o haliyle kalmayı başaran kaç kişi tanıyorsunuz bilmem, ama benim listemdekiler bir elin parmaklarını geçmiyor. Onların da özellikleri, yemekle sağlıklı bir ilişki kurabilmiş olmaları. Sevdikleri her şeyden ama ölçüsünü ayarlayıp yiyebilmeleri.
Diğer çoğunluğun dahil olduğu grup ise bir arkadaşımın söylediği gibi: Bu dünyadan tok da gidemiyor, ince de.
*
Yazının tümünü alıntılayacak yerim yok.
İsteyen kitabı edinip gerisini ve birbirinden leziz diğer yazıları okuyabilir.
Ama takdir edersiniz ki şu kısacık alıntı bile insana sucuklu yumurta yaptırtıp ertesi sabah kendine verdiği sözü hatırlatacak cinsten.
Demem o ki Dilim Gülümsüyo! bildiğiniz yemek kitaplarından değil. Eline, bilgine, diline sağlık Hülya Ekşigil!
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2008
Eski, çok eski dört arkadaş, aylar sonra bir araya geleceğiz.<br><br>Öğle yemeği için. Ülker bir gün önce arayıp Park Şamdan’ın adresinin değişip değişmediğini soruyor.
Merak etme yerine henüz alışveriş merkezi yapılmadı, bıraktığın yerde, bıraktığın gibi duruyor diyorum.
Buluştuk.
Şamdan sakin.
Biraz ileride kolalı gömleklerinden ve suratlarına iliştirdikleri ciddiyetten işadamı oldukları anlaşılan kalabalık bir grup, arkamızda harıl harıl konuşan bir çift, beride alışveriş yorgunu iki kadın, içeride müdavim olduklarını bildiğim birkaç kafadar, bir de biz o kadar.
Sarılıp öpüşme, hal hatır sorma faslı derken garson mönüyü getiriyor.
Tıp!
Çıt çıkmıyor.
Gözlükler takıldı, gelen sanki mönü değil de Lahey Adalet Divanı raporuymuş gibi, didik didik incelenmeye başlandı.
Aslında Şamdan’a gidenler yemek seçmezler.
Herkes ne yiyeceğini önceden bilir: Kimi ıspanak köküne tutkundur, kimi külbastı der başka şey demez, kimi ölür de kebabından vazgeçmez ama bu kez farklı.
Mevsim değişti, seçeneklere turfanda sebzelerle bir süre önce konuk şef olarak Şamdan’a gelen Paris’teki La Maison Blanche’ın şefinin yemekleri de eklendi ya, pür dikkat okumamız bundan.
Benim aklım konuk şefin önerdiklerinde, ama Blanquette ağır mı gelir, güveç fazla, ördek nasıl ola ki sorularına bir türlü cevap bulamadığımdan oyalanıyor, sonunda adı uzun kendi kısa bir yemekte karar kılıyorum: Buharda pişmiş şampanya soslu kerevitli levrek.
Aslında ismi daha da girift, içinde yağda çevrilmiş kuşkonmaz ve levreğin pazılı yatağı da var ama kendi piyata tabakta gelen ve rejim ahdı içen benim gibilere bile suçluluk duygusu hissettirmeyen bir nefaset.
Ülker ile benim dışımda Fransız’a yüz veren yok: Biri her zamanki gibi külbastısını seçmiş, diğeri her zamanki gibi ızgara tavuğunu söylemiş, ikimize de nereden çıkarttınız bu çetrefil mereti bakışlarıyla bakıyorlar.
Laf ister istemez yemeğe geliyor.
Alaturka yemeklere... Alafrangalara... Füzyona... Uzakdoğu’ya...
Bir yandan yiyor, bir yandan yemek konuşuyoruz.
Sonra yemek yerken bile yemek konuştuğumuzun farkına varıyoruz.
Rezalet.
Bundan otuz yıl önce aynı grup, aynı masanın etrafında otursak neler konuşurduk kim bilir?
Kim bilecek, biz biliyoruz.
Yüksek sesle değil, içimizden, bizden de geçti artık diye düşünüyoruz.
İşte tam o sırada biri öğleden sonra ne yapacağımı soruyor.
Ziya’ya gideceğimi söylüyorum. Hangi Ziya diye soran bakışlar. Şaylan diyorum.
Soru aynı anda geliyor: Ne yaptıracaksın?
Merakları daha da kamçılansın diye ütü diyorum.
İşte al sana genç yaşlı, hangi yaşta olursan ol hiç değişmeyecek kadın muhabbeti.
Ziya ve eşi yani Ziya ve Lale Şaylan benim eski arkadaşlarım.
Ziya Doktor. Cerrah. Uzmanlık alanı plastik cerrahi.
Anladınız mı muhabbetin içeriğini!
BÜTÜN YAZDIKLARIM İÇİNDE EN ÇOK OKUNAN O YAZI OLDU
Ziya hayatta tanıdığım ender nevi şahsına münhasırlardan biri.
Cerrah olmasına cerrah, ama gerekmedikçe ameliyat yapmayan bir cerrah mesela.
Gereklilik de ona göre, kendine bakan bir kadın için neredeyse yaşlılık sınırında başlıyor.
Dünyadaki plastik cerrahinin artık ameliyatı son çare olarak gördüğünü, sistemin neştersiz gençleştirme üzerine kurulduğunu, çağımız kadınının ameliyat sonrası ağız burun bir yanda eve kapanmaktan hoşlanmadığını, zaten böyle bir zaman da bulamadığını, doğal görünümün git gide daha da önemsendiğini, kimsenin genç görüneceğim derken gülünç olmak istemediğini söylüyor.
Milyarlarca doların döndüğü bu dev piyasada kadınların taleplerini bilen firmaların yeni arayışlara yöneldiğini özellikle de Amerikalı ve İsrailli bilim adamlarının yıllar süren araştırmalardan sonra gerçekten işe yarar makineler keşfettiklerini anlatıyor. Her geçen gün de keşfettikleri makineleri geliştirdiklerini.
Uzun yıllar Düsseldorf’ta yaşayıp çalıştıktan sonra gelip burada muayenehanesini açtı ve iki yıl gibi kısa sürede kendine haklı bir ün yaptı.
Çorbasında bir tutam da olsa tuzum var. Geçen yıl sanırım gene bu aylarda öncülerinden olup bana da uyguladığı thermage tedavisinden söz eden bir yazı yazmıştım. Herhalde bütün yazdıklarım içerisinde en çok okunan yazı o oldu. Bugün bile yolda çevirip soruyorlar: İşe yaradı mı yaramadı mı? Yaradı.
Ne oldu derseniz, tek tek sayılacak şeyler değil. Ama en azından bende, benim yüzümde öncesi ve sonrası fotoğraflarında görülen bariz bir değişim var.
Daha mı gergin, daha mı dolgun, daha mı parlak bilmiyorum, ama daha mutlu bir yüz olduğu kesin.
İşte bu thermage makinesinin bir eksiği varmış ki, ciltteki bağ dokusunu güçlendirip yüzü içeriden beslediği halde derideki gözeneklerle, lekelere çare değilmiş.
O yüzden de adamlar bu sorunu giderecek yeni bir lazer aleti geliştirip adına Matisse demişler.
İki ay kadar önce Ziya aradığında, Lale ile ikisini görmek için kalkıp Fulya’ya gittim.
Akşam olmuş, uzun süredir görüşmemişiz, niyetim onları da alıp çıkmak, birlikte bir yere gidip şarap eşliğinde çene çalmak.
Ne mümkün.
Eninde sonunda gideceğimiz yere gittik, ama önce ister istemez Matisse’i denedik.
Ziya’nın kötü bir huyu var: İki kolunu koca koca açıp gelir öper, sonra kafasını şöyle bir geriye çekip yüzünüzü inceler.
Parmak kalkar da alnınıza, şakağınıza, yanağınıza konarsa bilin ki orada bir terslik var.
O gün ben sınavdan geçtim mi kaldım mı içim pır pır beklerken, o parmak kalktı ve yıllardır benimle yaşayan, yaz dedin mi kaybolan kış dedin mi ortaya çıkan iki kahverengi lekeye değip Matisse’in durduğu odayı gösterdi.
Bu Matisse dedikleri makine hamarat ev kadınları gibi.
Göz açıp kapayana kadar ortalığı temizliyor, ütü yapıyor, yirmi dakikada işini tamamlıyor.
Ahlayıp puflaması da yok.
Kendisiyle üçüncü ve son randevum da işte Park Şamdan sonrası.
Bunları anlatıyorum.
BAŞ DÜŞMAN SELÜLİT İÇİN VAR MI BİR ÖNERİSİ
Yemek yerken konuşulan yemek faslı bıçak gibi kesiliyor.
Önce Matisse’e dair, sonra Ziya’ya sormam istenilen sorular peş peşe geliyor.
Evvel emir baş düşmanımız selülit için var mı bir önerisi?
Ziya dediğim gibi nevi şahsına münhasır adam: Doğrucu Davut ya, henüz kalıcı bir tedavi yöntemi geliştirilmedi dedikten sonra Japonya’da Takasuma adlı bir doktorun yeni çalışmasından söz ediyor.
Çok yeni, yeterince denenmemiş bir yöntem, geçiniz bir kalem.
Peki ne yapılacak? Ne yapılıyorsa sürekli yapılacak.
Karın, kalça, popoda biriken yağlar için ise tablo pembe. Çaresi var düzeltiliyor.
Ama mucize Honolulu kıyılarındaki mercan adalarından elde edilen bir maddede: Çeneniz mi küçük? Geçirdiğiniz ameliyattan sonra burnunuz mu göçük, artık şıpın işi hallediliyor.
Bir de boyun ve eller faslı var ki, işte o tablo pespembe.
Sorularım bittikten sonra gel seninle bir fotoğraf çektirelim diyorum.
Hayırdır inşallah der gibi yüzüme bakıyor.
Lekelerimle vedalaşma anısına diyorum.
Gülüyor.
Yazacağımı bilmiyor.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2008
Kim ne derse desin, moda dünyasının insanları tuhaftırlar.<br><br>Uygulayıcıları değil, yaratıcıları. Kılı kırk yararak hazırladığı şovu kıskandığı için ondan bile rol çalan kaytan bıyıklı korsan artıklarından tutun da dev cüssesinden ve yelpazesinden sıkılıp kibrit çöpü kalan yelpazeyi fırlatıp parmak uçlarını açıkta bırakan deri eldivenler takan atkuyruklu zadegana dek birbirine benzemez bin tür adam.
Küçük, handiyse kapalı sayılabilecek bir çevrede yaşadıkları halde dünyayı peşlerine taktıklarının farkında olmaları mıdır onları tuhaf yapan yoksa yılda dört kez, kendilerinden başka bir ben çıkarma baskısı mı bilinmez ama milyonlarca doların döndüğü bu pazarın efendileri, tıpkı tükeneceğinden korkulan kelaynaklar gibi sektörün para babaları tarafından koruma altına alınmışlardır.
Maiyetleri kalabalıktır: Yanlarında yüzlerce hatta binlerce kişi çalışır.
Bir dedikleri iki edilmez, gözünün üzerinde kaşın var denmez.
Ne mor perçem ne kara sürme ne bitip tükenmez kapris ne dantel yelpaze, herşey sineye çekilir.
Yeter ki yeteneklerini konuştursunlar, yaratıcılıklarını son damlasına kadar temsil ettikleri markaya akıtsınlar.
Bu böyledir.
Ama nerede?
Fransa’da, İngiltere’de, İtalya’da, Japonya’da.
Türkiye’ye gelince, Türkiye’de modadan ve modacıdan ne kadar söz edilmelidir, kim terzi, kim kopyacı, kim modacı belli değildir, ama bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda insan, Batı’daki benzerlerine sunulan koşullar ne kelime, düpedüz zor koşullarda mesleklerini icra etmek için didinir durur.
Kiminin tuzu kurudur: Ana, baba, koca parası yer, kendine modacı der.
Kimi yeteneklidir; oyalanmadan sınır dışına gider.
Kimi başında kavak yelleri esen heves kuşudur.
Kimi çocuklarını yemekte beis görmeyen yaşlı kurt.
Kimi modanın evrensel olduğunu bilir, ama çemberinde sıkışır.
Kimi yerel olduğuna inanır, şalvarla uğraşır.
Kiminin çevresi geniş, düşgücü sınırlıdır: Temcit pilavı.
Kiminin düşgücü sınırsız, sermayesi sınırlı.
Ama kural, bu topraklarda yaşayan her modacı için baştan biçilmiştir: Kendinden beslenecek, kendine yaslanacak, atacaksa imzasını yalnız atacaktır.
Velhasıl Türkiye’de moda ile uğraşmak zahmetli iştir.
Gerçek anlamda modacı olmak ondan da zahmetli.
Gerçek anlamda modacı derken de kastettiğim şu: Bilindiği gibi bizim topraklar hünerli terziler bakımından mümbit olduğu kadar ilham kaynağını ’esinlenmede’ bulan modacılar açısından da mümbittir.
Gözüne bir model kestirir, orasını çekiştirir burasını değiştirir, biraz keser biraz biçer, adına yeni koleksiyonum dediği bir şeyler diker ama olmaz, sırıtır.
Çünkü taklit, Coco Chanel’in dediği gibi hep ama hep aslını hatırlatır.
Peki böyleleri dışında kimse yok mu?
Var, elbette var.
İşte onlardan biri de Fatoş Ahunbay.
Fatoş Ahunbay dediğimde kaşlarınızın kalktığını görür gibiyim, oysa Derishow desem hepiniz bileceksiniz.
Fatoş böyle biri işte.
Önde olmayı sevmeyen, kendini geriye çeken, başkalarının yaptıklarıyla ilgilenmeyen, şirketini kurduğu ilk günden bu yana Sancar’ı dışında yalnız, gene ilk günden bu yana modanın insandan mekandan ve hayattan beslenmesi gerektiğini düşünen biri.
Geçen hafta eve döndüğümde 2008 yaz koleksiyonu için gelen davetiyesini buldum. Pek az modaevinin davetiyesini açar kurcalar, pek az defileyi merak ederim. Onunkiler hariç.
Her yıl, yılda iki kez yanından geçip de görmediğimiz bilip de tanımadığımız, duysak da kulak tıkadığımız ya da düpedüz varlığından haberdar olmadığımız bir konuyu, bir akımı, bir sanatı, bir mekanı kısaca o sezon ona ilham kaynağı olan her neyse onu alır tanıtımını onun üzerine kurar, onun üzerinden yapar.
Hem de ne tanıtım.
Bütün yaratıcı insanlar gibi zamanla meselesi vardır
Geçmişe bakmadan, şimdiden beslenmeden, geleceği tasarlarmanın olanaksız olduğunu düşünür.
Kafasını zaman kadar mekan da kurcalar.
Eee ne de olsa mimar.
Bu yıl da İMÇ kurcalamış. Koleksiyonuna verdiği ada bakarsak mekanın sesini dinlemiş.
Önce İMÇ’nin bizim bildiğimiz İMÇ’den farklı, başka bir şey olduğunu sandım. Yoo bildiğimiz İMÇ. Biraz da köhnediği için gitmekten vazgeçtiğimiz ya da benim eskisine oranla çok daha az gittiğim ünlü İstanbul Manifaturacılar Çarşısı.
Orada nasıl bir ilham kaynağı bulduğunu öyle merak ettim ki konuşmak istedim.
Önce Fulya’da buluşacak, Sıtkı Kösemen’in fotoğrafladığı ilkbahar/yaz koleksiyonunu gördükten sonra Unkapanı yakınlarında bir yerde öğle yemeği yiyeceğiz.
Bilenler bilir: Fulya’daki Derishow mağazasının alt katı Fatoş ve Sancar ikilisinin tasarladığı mobilya ve ev aksesuvarlarına ayrılmıştır, ortada da devasa bir T masa vardır.
Sağı solu cam panellerle bölünmüş koca bir masa.
İşte o iki cam panel, Sıtkı’nın çektiği İMÇ’nin avlusundaki duvarı süsleyen Eren Eyübdoğlu’nun seramik çalışmasının fotoğraflarıyla kaplanmış.
Girişteki koca duvarda da gene Sıtkı’nın çektiği başka bir kare var.
Sonradan Dolce Gabbana’nın mankeni olduğunu öğrendiğim kırmızı kaşlı genç bir kız, üzerinde yeni koleksiyondan bir elbise, yüzlerce sazın arasına çömelmiş, belli ki o fotoğraf da İMÇ’de çekilmiş.
Anlaşılan İMÇ her yerde.
Şapkaların püskülünde, derilerdeki metal işlemelerde, kumaşların dokularında, elbise kıvrımlarında, gömleklerin fiyonkları, çantaların saplarında... Her yerde.
BURADA BİR LONCA KURULSA FENA MI OLUR?
Yemek için yola koyulmadan, sezon açılışının yapılacağı Fulya’daki çadırın önünde çay içip laflıyoruz.
Ona hayli köhne bir binanın nasıl olup da bu kadar güzel bir koleksiyona ilham kaynağı olabildiğini soruyorum, çirkin dememek için köhne diyerek.
Fatoş dünyanın her yerinde, sanatın her dalında özellikle de modada, 60’lı, 70’li yılların cilalanıp parlatıldığını, bizde bırakın parlatmayı o yıllara ait her şeyin atıldığını, ünlü mimarların eserleri bile olsalar binaların da bu vandallıktan paylarını aldığını, ya yıkıldıklarını ya yıkılmak üzere gün saydıklarını söylüyor.
İMÇ’nin, İstanbul’un tarihi yarımadasının ilk modern çarşısı, şimdilerde her köşe başını tutan alışveriş merkezlerinin atası olduğundan dem vuruyor.
Çarşının yapımına karar verildiğinde günümüzdeki gibi parayı verenin düdüğü çalmadığını, ulusal bir yarışma açıldığını, yarışmaya dönemin en ünlü mimarlarının katıldığını, konkuru Doğan Tekeli, Sami Sisa ve Metin Hepgüler’e ait projenin kazandığını, yapılan yerleşimin tarihi yarımadanın en güzel yapılarından biri olduğunu ve kırk yıldır şehir ile bütünleşerek yaşadığını anlatıyor.
Arkasındaki türbeyle, önündeki çeşmeyle hayatla sağladığı uyumdan, İstanbul’a kattıklarından, zaman içerisinde geçirdiği değişikliklerden söz ediyor.
İMÇ’ye bakan 60’lardan bu yana İstanbul’un geçirdiği bütün evreleri görür, diyor.
Yıkmak yerine yeniden yapılandırmak gerektiğini düşünüyor.
Tıpkı İMÇ gibi onun karşısındaki Sedat Hakkı Eldem imzalı Sosyal Sigortalar Binası’nın da AKM’nin akıbetine uğramasından korkuyor.
Bu tür binaların neden başka amaçlarla kullanılmadığını sorguluyor.
Bir lonca ya da müzik müzesi açılsa fena mı olur diyor.
O anlattıkça bildiğimi sandığım İMÇ’yi düşünüyor ona farklı gözle bakıyorum.
Doğru.
Söylediği her şey doğru.
Biraz daha Umut Kapısından, poptan, arabeskten, dantelli perdelerle muşamba tentelerden söz ettikten sonra yola koyuluyor Unkapanı’na yollanıyoruz.
KADINLAR PAZARI OLMUŞ ERKEKLER KAHVESİ
İstikamet: Kadınlar Pazarı.
Daha doğrusu Kadınlar Pazarı’nı çevreleyen Bünyan kebapçıları.
Aaa o da ne? Pazarın yerinde yeller esiyor. Yıkılmış. Yerine park yapılacakmış.Yöresel gıda satan kadınların yerini küçük taburelerine oturup yarenlik eden erkekler almış. Kadınlar Pazarı yerine Erkekler Kahvesi...
Allah’tan kebapçılar açık. Çoğu Siirtli.
Hálá ayranlar köpüklü, pideler nefis, etler lezzetli.
Hálá içten bir hoşgeldiniz deniyor. Ama kimse el sıkmıyor. Herkes abdestli.
Ahh Fatoş ahh.
Koleksiyonun nefis.
İMÇ’ye duyduğun şefkati de anlamaz değilim. Ama İstanbul’un geçirdiği evreler için ona bakmak?
Ne hacet.
Sokağa çıkmak yeterli.
Değil mi?
Yazının Devamını Oku