20 yıl sonra aynı grup aynı masanın başında Hep bir ağızdan gelen yılın hepimize aşk, o da yetmez tutku getirmesini dilerdik

Boşandı boşanacak gökyüzü gibi. Patladı patlayacak okyanus gibi. Şarkıdaki nakarat gibi: Gri. Paris gri.

Fırtınalı pis bir hava. İnsanın yüzünü kesen bir ayaz. Havaalanından çıkar çıkmaz ilk uçakla geri mi dönsem acaba diye düşünüyorum. Böyle havalarda taksiciler de evlerinden çıkmıyor olsalar ki, duraktaki kuyruk insanın gözünü korkutuyor. Bir yandan bavulumu çekip bir yandan otobüs biletlerinin satıldığı gişeye ulaşmaya çalışıyorum. Gişelerin önü kalabalık. Önümde gelen gideni ittiren saygısız bir kadın. Takınabildiğim en kötü ifademi takınıp kadına bakıyorum ama görmezden geliyor. Kimi niye ittirdiğini anlasam belki bu kadar sinirlenmeyeceğim ama o bu dünyaya belli ki önündeki ardındakileri ittirmek, yaptığı saygısızlığı da hüner sanmak için gelmiş. Varsın sinirim taksi kuyruğunda bozulsun diyor titreşerek bekleşenlerin ardına ilişiyorum. İstanbul’dan öğle saatlerinde kalkan uçakların iyi yanı, kargalar kahvaltılarını etmeden uyanma zorunluluğu olmaması ve sabah trafiğine takılmadan Yeşilköy’e gidebilmek. Ama o uçak Paris’e yazık ki akşam trafiğinin yoğun olduğu saatlerde varıyor. Fransızların dediği gibi: Ya veba ya kolera. Kaçış yok. Ufukta taksi görünmüyor. Sinir kadın gitmiştir, acaba yine otobüsü mü denesem dememe kalmıyor otobüs hareket ediyor. Claudine’i arıyorum. Onun telsiz taksilere ulaşabildiği bir abonmanlığı var. Geldim ama gelemiyorum diyorum. Bekle biraz diyor, diğer hattan telsizcilerle konuştuğunu duyuyorum. Orly yakınlarında boş taksi var mı diye soran sesini uzun bir sessizlik izliyor. Bekliyorum.Titriyorum. Yetmezmiş gibi yağmur da başladı. Dokunsalar ağlayacağım. Neyse ki Claudine tamam diyor, on dakika içinde gelecek taksinin plakasını veriyor. Kuyruktan çıkıp saçak altına giriyorum.

LEZZET TELEFONUN UCUNDA

Hava bir şehri bu kadar mı değiştirir? En son Küba yolculuğu ertesi geldiğimde soğuk ama berrak bir Paris’le karşılaşmış içimden kuşlar havalandırmıştım.

Bu şehir güzeldi. Bu şehir büyüleyiciydi.

Bu şehir gençliğimdi. Bu şehir benimdi.

Ya şimdi? Kalsın. Kim isterse o alsın.

Neredeyse yolculuk süresi kadar bekledikten ve taksiye uçak biletinin parasına yakın bir tutar ödedikten sonra eve gelebildim.

Clau sofrayı kurmuş bile.

Birkaç kişi daha gelecek.

Turuncu laleler, mumlar, saksıdaki yeşilliğe asılı birkaç Noel süsü, odam hazır, hayatımın uzun yıllarına tanıklık eden ev her zamanki gibi sımsıcak, her zamanki gibi sarıp sarmalayıcı.

Salonun penceresinden Eyfel göz kırpıyor.

Hoş geldin! Fırtına, yağmur, geveze şoför, ittirici kadın, sinir, hepsi geçti.

Dolu dolu hoşbulduk, diyorum.

Masadaki büyük tepsiye en sevdiğim peynirler dizilmiş: Keçi, brie, brie’den daha güçlü ve daha akıcı bir başkası, müthiş bir füme daha.

İstediğiniz kadar Fransız mutfağına aşina olun buradaki peynirlerin tümüne vakıf olmanız neredeyse imkansız. İyi bir peynirciniz varsa haftanın her günü mevsimine göre farklı bir yöreden gelen mükemmel bir ürün denemeniz mümkün. Bu ülkede üç yüz altmış çeşit peynir olduğu söyleniyor.

Şarap da öyle. Eğer uzmanlık alanınız değilse bu ülkedeki şarap çeşitlerinin tümünü bilmeniz için bu işe ömrünüzü yatırmanız gerek.

Bu akşam için 2003 Arbois alınmış. Tadıyorum. Hafif, kısa bir kırmızı. Bayılıyorum.

Hoş öyle bir haldeyim ki zehir içsem bayılabilirim.

Daha saçım kurumadan diğerleri de geldiler.

Clement yeni bir çeviriye başlamış, yarın Philippe’in yaş günü, ışığın güzelliğini anlatmaya doyamadığı Güney Fransa’dan bu yüzden kalkıp gelmiş, Olivier’nin iki gün sonra fotoğraf sergisi açılıyormuş heyecandan yerinde duramaması bundan, Vero sırtına saplanan ağrıdan şikayetçi gidip göründüğü doktorların hiç biri derdine derman olamamış, kalk Türkiye’ye gel diyorum, tıp söz konusu olduğunda buraya beş basarız biliyorum, biliyorlar.

Claudine mutfaktan sesleniyor.

Masaya geçiyor 2008’in hepimize sağlık getirmesini diliyoruz. Çok değil bundan yirmi yıl önce aynı grup aynı masanın başında toplanır ve hep bir ağızdan gelen yılın hepimize aşk, o da yetmez tutku getirmesini dilerdik.

Kocadık diyorum. Tek itiraz aramızdaki en yaşlıdan geliyor. Philippe ne kocaması diyor, belli lafına siz daha gençsiniz diye devam edecek, sözünü balla kesiyor sana göre öyle diyerek bitmeyecek bir sohbetin kapısını aralıyoruz.

Claudine başlangıç olarak cevizli hindiba salatası yapmış. Geri kalanı ısmarlama. Ördek uzun süredir yediğim en iyi ördek. Zeytinli, patatesli. Onu izleyen kahveli dondurma müthiş lezzetli. Bir de Maison du Chocolat’dan gelen çeşit çeşit macaronlar var ki sormayın gitsin.

Burada damak tadına düşkün insanlara sunulan öyle bir hizmet var ki kıskanmadan edemiyorum. Tek başına çift başına ya da çok başına davet vermek istediğinizde elinizin altında öyle çok seçenek var ki, say say bitmiyor.

Hepsi telefonun ucunda. Aklınıza estiğinde hiç düşünmeden on yedi kişiyi hadi bize gidelim diye eve çağırabilir ve yolda ettiğiniz bir telefonla herkesi mükemmel ağırlayabilirsiniz.

İşin en hoş yanı da bunun için ödeyeceğiniz paranın, bu yemekleri bizzat hazırlasınız ödeyecek olduğunuzdan daha az olması. Zamanınızın size kalması da cabası.

Laf lafı açtı. Beşinci kadehlerden sonra biri Jean Marie Gourio’nun kitabından söz etmeye başladı, kısa tezgah öyküleri diye çevirebilecek Breves de Comptoire’a dayandı.

Jean-Marie Paris tezgahlarına dadandığı yıllarda aynı tezgahı paylaştığı serhoş müdavimlerden bir demet derlemiş. Özlü sözler.

Biri kitabı açtı, okumaya başladı. Katıldık.

Diğeri devam etti... Katıldık.

Gözümüzden yaşlar geldi...

Ama kim...

Entel dediğinin de kakası gelir. Bizden tek farkları yaparken okumaları... Diyen bar feylesoflarını okurken katılmaz ki?
Yazarın Tüm Yazıları