29 Nisan 2011
İSTANBUL’a ikinci boğaz projesiyle ilgili ilk ipuçlarına, 7 Ekim 2010 tarihli Today’s Zaman Gazetesi’nde rastlamıştım.
Kimliğini açıklamak istemeyen resmi bir yetkiliye dayandırılan haberde, “Başbakan Erdoğan’ın bu projeyi önce İstanbul Üniversitesi’nden bazı uzmanlarla ardından da Rus ve İtalyan şirketleri ile görüştüğü” yer alıyordu. Haberde ayrıca ilginç bir ayrıntı vardı. Yetkili, “Bir Rus şirketinin bu projeyi 8-10 milyar dolara gerçekleştirmeye talip olduğunu” söylüyordu. Ama şirketin adını vermek istemiyordu. Şirket, inşaat masrafını üstlenecek, karşılığında kanaldan geçiş ücretlerini toplayacaktı. Haberde Çatalca ile Silivri arasında diye de yer belirtiliyordu. Üçüncü Boğaz köprüsü de bu projeyle ilişkiliydi, kanal açıldığı zaman köprü üç ayaklı olarak inşa edilecek ve Boğaz kapatılacaktı.
BEN bu çılgın projeye ilk kez bir Rus yetkilinin önüme uzattığı kağıtta rastlamıştım. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bölgedeki enerji yolları tartışması bütün sıcaklığı ile gündeme oturmuştu. ABD, bağımsızlıklarını kazanan yeni cumhuriyetlerin enerji kaynaklarını Batı pazarlarına doğrudan çıkartmaları için Bakü-Ceyhan projesini biçimlendirmeye çalışıyordu.
Kafkasya’nın, özellikle de Azerbaycan’ın bağımsızlığını güçlendirecek olan bu proje, Türkiye’ye Sovyet sonrası dönemde bölgede yeni bir enerji köprüsü olma imkanını getiriyordu.
Türkiye bu rolü benimsedi.
O dönem, gazeteci olarak, yeni enerji projelerinin tüm aktörleri ile görüşüyordum. Moskova, enerji yolları denetimini tekelinde tutmak istiyor, bütün baypas yollarına olduğu gibi Bakü-Ceyhan’a da kesinlikle karşı çıkıyordu.
Azeri ve Kazak petrolünün batı piyasalarına çıkması için en güvenli ve ucuz yol olarak Karadeniz karşısındaki Novorosiisk limanını gösteriyordu.
Bir tartışma sırasında bu yolun İstanbul Boğazı için bir kabus senaryosu olduğunu söylediğimde, karşımdaki yetkili cebinden çıkardığı defterine Karadeniz haritasını çizdi, Trakya’dan Marmara’ya bir hat çekti ve “İşte size çözüm” dedi “buradan bir hat açılır petrol tankerleri oradan geçer.”
AZERBAYCAN ile uluslararası konsorsiyum arasında Bakü-Ceyhan petrol boru hattı anlaşmasının imzalandığı 1995’ten bir yıl önce, 1994 yılında (Bakü-Ceyhan tartışmaları tüm hızıyla devam ederken) Türkiye, Boğazlar’dan tanker geçişlerini sınırlandırmak için harekete geçti. Gemilerin 24 saat önceden Türkiye’yi uyarmaları, 150 metreden uzun gemilerin Boğaz geçişinin bazı koşullara tabi olması gibi önlemler aldı. Birçok ülke tepki gösterdi ama Boğazlar rejiminde ilk değişik sinyali olan bu adıma en büyük tepki Rusya’dan geldi.
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2011
GÖSTERİLERDE ölenlerin cenaze törenlerinde de polis ateş açıyor. Beşar Esad iktidara geldiğinde verdiği sözleri tutmadığı zaman, “yapamadı” denmiş yanındakiler suçlanmıştı.
Reformlar, yolsuzluk rejiminin kalbine çöreklenen Suriye derin devletinin işine gelmiyordu.
Etrafı suçlandıkça Esad temize çıkıyordu.
Ama artık durum değişti.
Beşar Esad, artık ne derse desin temize çıkamaz.
Ne reform kararı, ne babasından miras olağanüstü hâl’in kaldırılması, Alaattin’i lambasının içine geri gönderebilir.
Cin şişeden çıktı.
Çünkü, o adımların hepsi sözde kaldı gecikti.
İki gün içinde 112 ölü.
Rejim karşıtı oldukları düşünülenlerin evleri basılıyor, tutuklanıyorlar ve kendilerinden haber de alınamıyor.
Deraa’lı iki parlamenter, “evlatlarımızı koruyamıyorsak bizim orada ne işimiz var” deyip istifa ettiler. Deraa Müftüsü de onları izledi.
Hükümet, dış güçleri ve göstericileri suçluyor. Suçlamalar arasında göstericilerin kan dolu şişelerle gösterilere gelip, o şişeleri üzerlerine dökerek resim çektirdikleri ve dünyayı aldattıkları da var!
Pes! Böyle gerekçelerle kendisini kurtarmaya çalışan bir rejim geri dönüş noktasını çoktan aşmıştır.
TÜRKİYE’nin, Suriye’deki gelişmeler karısında pozisyon değiştirmesinin zor olacağını tahmin etmek güç değildi.
Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada bu zorluk, sıkışıklık olarak ortaya çıkıyor.
Açıklamada, Türkiye’nin reform sürecine destek verdiği vurgulanıyor. .
Bu noktadan sonra reform sürecinin ne anlama geleceği iyice muğlaklaştı.
Yönetim ve göstericilerin reform dendiğinde aynı şeyleri kast etmedikleri kesin.
Ama açıklama bu kadarla kalmıyor.
Beşar Esad rejiminin polisleri halkın üzerine ateş açarken Ankara, “Türkiye, Suriye’nin içinde bulunduğu bu dönemde; azami teenniyle hareket edilmesi, orantısız ve aşırı güç kullanımından kaçınılması, kitle gösterilerine karşı mukabele yöntemlerinin doğru seçilmesi, reform çalışmalarının kararlılıkla sürdürülmesi, mümkün olan en kısa zamanda tamamlanması ve zaman kaybedilmeden yürürlüğe konulması, açıklanan reformların lafzına ve ruhuna uygun olarak hareket edilmesi, toplumsal barışın yeniden tesis edilmesi, olayları daha tırmandıracak uygulamalardan kaçınılması, olayların şiddet sarmalına dönüşmemesini teminen, sabır, aklıselim ve suhuletle hareket edilmesi çağrısında bulunmaktadır” diyor.
Olayların arkasında kalması bir yana bu açıklamada, bir yandan “sabır, suhulet, aklıselim, teenni” tavsiye edilirken, aynı zamanda “kitle gösterilerine karşı mukabele yöntemlerinin doğru seçilmesi”nden söz ediliyor.
Öldürme ama hareketleri dağıtmak için daha yumuşak yöntemler, mesela cop mu öneriliyor, ben anlamadım doğrusu.
BEŞAR Esad’a söylenecek şey, “gücü orantısız kullanma” demek değildir artık. Hele, “Kitle gösterilerine karşı mukabele yöntemleri”nden söz etmenin zamanı çoktan geçti.
Bundan sonra Suriye Devlet Başkanı’na söylenecek ilk şey, muhalifleri tutuklamayı, halkın üzerine ateş açmayı derhal bırakması olmalıdır.
Sabır, suhulet, teenni noktasının aşıldığı hatırlatılmalı, artık muhalefetle masaya oturmaya hazırlanması çağrısı yapılmalıdır, bunu da kaçırırsa valizlerini toplaması gerekeceği nazikçe kulağına fısıldanmalıdır.
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2011
ULUSLARARASI Gazetecilik Festivali için bir hafta önce gittiğim Perugia’dan aktaracaklarım bitmedi. 170 toplantı, 30 workshop, 9 laboratuvar ve 30 bin katılımcı ile bu yıl beşincisi gerçekleşen festivalden o kadar çok not kaldı ki geriye.
Gençler bu yıl daha önceki yıllarda olduğu gibi festivalin merkezindeydi.
Bunun nedeni sadece geleceğin medyasının baş aktörlerinin gençler olması değildi.
Onlar, yarının dünyasında rollerini üstlenebilmek için
Zaten o yüzden de her yıl olduğu gibi bu yıl da festivalin “kalbi” yani odak noktasında oldukları her fırsatta dile getirildi.
Panellerden birinde “Gençler ve Temsil” tartışıldı.
Gençler, toplumda temsil edilmek istiyorlardı.
Politikada seslerini duyurmak için araçlar gerekiyordu. Siyasi reform bunun en önemli açılımıydı.
* * *
İTALYA Ulusal Gençlik Forumu’nun düzenlediği bir başka panel ise “Kaçışa çare” başlığı altındaydı. İtalya, iyi eğitim gören gençlerini dışarıya kaçırıyordu. Bir beyin göçü vardı ve bunu durdurmak gerekiyordu. Neden?
Bu tartışma sırasında Türkiye’de gençlerin sorunlarıyla İtalya’dakiler arasındaki benzerlikler dikkatimi çekti. Diplomalı işsizler ordusu, liyakatin üstünü çoktan çizmiş olan ve yandaşlık geleneği üzerine kurulu hiyerarşi anlayışı, gençlerin gelişmesi için ayrılan kaynakların fakirliği, çok bilen büyükler, her şeyi bilen hükümetler!
Gençlerin geleneksel medyada temsilinin önemi ve gençlerin seslerinin duyurulmasında geleneksel medyanın rolü tartışıldı ama özellikle yeni medya üzerinde duruldu. Çünkü internet medyası, sosyal medya ortamları haber kadar örgütlenmeyi de hızlandırıyordu.
Ama dikkat!
* * *
İNGİLTERE’nin tanınmış blogcularından ve YouGov’un kurucusu Stephan Shakespeare, “Aman dikkat” diyor, “Hala insanları isteklerini söylediler diye hapse atan ülkeler var. Facebook ve Twitter’in gösterileri örgütlemek için ideal bir mecra olduğu doğru. Ama aynı zamanda bu mecra gizli polis için şahane bir kaynak. Sizin bütün ilişkilerinizi facebook üzerinden ya da diğerlerinden görebilirler. Daha korunaklı yeni sosyal medya araçlarına ihtiyacımız var. Çin ile Google’ın, Türkiye ile bir iletişim şirketinin işbirliğini unutmayın. (Sevgili okuyucular burada Türkiye’deki iletişim şirketinin adını o verdi, ama ben vermemeyi tercih ediyorum, arzu eden kendisine sorabilir.) Onlar-şirketler- hükümetlerin istediklerini yerine getiriyorlar, yoksa hapsi boylarlar. Baskıcı rejimlerde bir şey organize ediyorsanız, anonim kalmanın yollarını bulmak zorundasınız.”
* * *
BU panelde Çin ile Türkiye’den aynı satırda söz edilmesi tabii ki canımı sıktı.
Ama ne yazık ki görüntü bu.
Üniversite’ye giriş sınavları için çocukluklarını bile doğru dürüst yaşamamış olan gençlerin, “Sehven ya da kasten, sınavlarda hata yapılmasın” dediler diye suçlanmaları, tehdit edilmeleri, “gösterilerin arkasında kim var biliyoruz” imalarının hedefi olmaları iddiaları haklı çıkartıyor.
Ama istedikleri kadar gazete sayfalarında, televizyon yayınlarında ya da dijital ortamda düşüncenin peşini kovalasınlar, gerçek başını uzatacağı mecraları buluyor. Gazeteciliğin gelenekselinde de yenisinde de.
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2011
SEÇİM barajını indirmeye yanaşmıyorsunuz.<br> <br>Açılım diyorsunuz Kürt meselesini çözmek için samimi bir işbirliği eli uzatmıyorsunuz.
İnsanların damarına basıyorsunuz.
Sonra da “taşkınlık, şiddet, isyan”la suçluyorsunuz. Bu sözüm, seslerini meşru yollardan duyurmak için siyaset yapmaya çalışanların önünü kesen ve bunu doğru bulan herkese.
BDP, siyaset sahnesinde sol politikaları üretmeye çalışarak, parlamentoda önemli bir boşluğu doldurdu.
İşçi hakları, çevre, özgürlüklerle ilgili ciddi muhalefet yaptı.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2011
PERUGİA ROMA’dan Perugia’ya gitmek hiç kolay olmadı, günüm yollarda geçti ama sonucundan memnun kaldım. Bu Ortaçağ kentinde festival beş yıldan beri düzenleniyor. Bu yıl, program çok dolu ve canlı idi. İtalya ve Avrupa’nın önde gelen gazetecilerini dinlemek, ilginç tartışmalara katılmak fırsatı buldum. Deneyimler yerel olsa da, sorunların küresel olduğunu bir kez daha gördüm.
Bir gazeteci arkadaşım, “sakın otobüsle gelme, bu ülke iyice geri kaldı otobüs müşteri toplamak için her durakta duruyor, dört saatlik yere altı saatte ulaşıyorsun” demişti.
Otobüsle gitmedim ama sorunlar havaalanında başladı. Laptopumu bağlayacak priz bulamadım. Güvenlik gerekçesiyle havaalanında priz yokmuş. Basın odası kapalıymış başka bir yerde de, üyelik kartım olmadığı için çalışmam mümkün değilmiş. Uçaktan iner inmez geçmem gereken yazıyı geçemedim.
Otelde de priz yoktu. Ütü de güvenlik gerekçesi ile odalara verilmiyor.
Bunlar küçük şeyler.
Günün en ilginç olayı bunlar değildi. Berlusconi’nin önceki günkü açıklamalarıydı.
HAKKINDA açılan davalar nedeniyle savcı ve hakimlere ateş püsküren Berlusconi’yi dinlerken, gördüğüm bir rüyayı yeniden görmek, tanığı olduğum bir sahneyi yeniden yaşamak gibi bir duyguya kapıldım.
“Yargı çöktü” diyordu Berlusconi, “Hepsinin içine solculuk işlemiş. Kendi görevleri dışına çıkmış bir yargı ile karşı karşıyayız. Halkın seçtiği hükümeti değiştirip, yenisini getirmek istiyorlar.”
Tabii Anayasa Mahkemesi de payını aldı.
“Anayasa Mahkemesi siyasi bir kurum haline geldi. Solcu milletvekillerine hizmet eden siyasi bir kurum.”
Sonra da suçladı. “Yargının içinde gizli bir örgüt var! Parlamamento’da bu konuda bir araştırma başlatacağım.”
Buradaki gazetecilere göre, Berlusconi Kızıl Tugayları kast ediyordu.
“ARTIK kanıtım var. Berlusconi’nin yönetimi altında İtalya eskisine göre daha az özgür. Bunu kendi gözlerimle gördüm” tanınmış gazeteci Riccardo İacona yeni kitabını tanıtırken böyle diyordu.
Yine de İtalya’da son zamanlarda Berlusconi ile ilgili yazılan kitapları gördükçe imrendim.
Alexandra Schmidt (Der Standard- Avusturya), Galina Sidorova (Rusya), Beppe Severgnini (Corriera della Sera-İtalya) ve Anthony Mills, (Lüksemburg) ile birlikte katıldığım panelde, kin ve nefreti tahrik eden siyasi açıklamalar karşısında ne yapması gerektiğini tartıştık.
Ortak sorun, bu söylemin sadece aşırılık yanlısı siyasi hareketlerle sınırlı kalmamasıydı.
Yargıçları terörist ilan eden Berlusconi’den, göçmensiz Fransa yaratma çabasına giren Sarkozy’ye, gazetecileri terörist ilan eden Türkiye Başbakanı’na, ülkesindeki göçmenlerin isteklerine kulaklarını kapatan Avusturyalı yöneticilere kadar geniş bir yelpazede ayrımcı söylem ve yaklaşım hakim olunca, gazetecilere yapacak fazla bir şey kalmadığı sonucuna varıldı tartışma sonunda.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2011
ERTUĞRUL Mavioğlu ve Ahmet Şık hakkındaki davayı izlemek için, Gazetecilere Özgürlük Platformu adına bir grup meslek örgütü temsilcisi ve çok sayıda gazeteci Kadıköy Adliyesi’ndeydik. Ergenekon davasıyla ilgili olarak kaleme aldıkları kitap nedeniyle tutuksuz olarak yargılanan Şık, tutuklandıktan sonra ilk kez duruşmaya çıkacaktı.
Ama, araç bulunamadığı gerekçesi ile Kadıköy’e getirilemedi. Mavioğlu duruşmadaydı. Salonun kapısında beklerken, duvardaki listeye gözüm takıldı.
Dün Kadıköy Adliyesi’nde kaç gazeteci ile ilgili dava vardı biliyor musunuz?
Benim saydığım on gazeteci ve yazarla ilgili ondan fazla dava.
Çoğu da gizliliğin ihlâli gerekçesi ile açılan davalardı.
Gizli belgeleri sızdıranları merak etmeyip, gazetecileri cezalandırıyor bu ülke.
Gizliliğin ihlâli davalarının yüksekliğinin yanı sıra çok sayıda gazetecinin de hapiste olması Türkiye’yi eleştiri oklarının hedefi haline getiriyor.
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın Strasbourg’da, basın özgürlüğü ile ilgili eleştirilere verdiği yanıtlar, bu durumun hükümeti de rahatsız ettiğini ortaya koyuyor. Yoksa savunmayı, kitaplarla bombaları karşılaştıracak kadar ileri götürmezdi diye düşünüyorum.
Eleştirilerin dozu arttıkça, savunmalar tuhaflaşır.
Demokratik olduğunu iddia eden bir ülkede kitapları bombalarla eş değer görmeyi, eleştiriler karşısında sıkışma dışında başka türlü izah etmek mümkün değil.
Strasbourg’daki konuşmada anlaşılması en güç nokta da buydu zaten.
Başbakanın, azınlıklar, din özgürlüğü ve seçim barajı ile ilgili sözleri, Avrupa’ya laf çakmasının anlaşılması daha kolaydı. Ne de olsa Türkiye için seçim öncesiydi ve o Meclis’te oturan bütün siyasetçiler bunun ne demek olduğunu biliyorlardı.
Ama kitapları bombalar ile karşılaştırmayı demokratik ülkelerde anlatmak zor.
Çünkü basın özgürlüğü tam da bu. Yani en rahatsız edici, sarsıcı düşüncelerin bile ifade edilebilmesi.
AVRUPA Konseyi’ndeki parlamenterlerin basın özürlüğü ile ilgili şüphelerini gidermeleri için Türkiye’ye bir heyet gelecekmiş.
Bunun için Avrupalıların teftişine gerek mi var?
Biz burada gazeteciler, taleplerimizi, sıkıntılarımızı dile getirmiyor muyuz?
Mahkemeler gazeteci davalarıyla dolu
değil mi?
Seçim barajıyla ilgili olarak, ‘biz halkımızla bunu çözeriz bu iş size kalmamış’ diyen Başbakan, neden, basın özgürlüğü konusundaki sorunlara ‘biz kendimiz aşarız’ demedi, merak ediyorum.
Bunu demek, bu konuda bir sorun olduğunu kabul etmek anlamına geleceği için mi?
Üstelik bu mesele sadece mahkemelere intikal edenlerle sınırlı da değil.
Birer ikişer kapana köşeler, kulislerde katlana katlana yayılan korku hikayeleri gazetecilik iklimini iyice zehirlemiyor mu?
Bu sorunlar, dışarıdan gelen heyetler ‘var’ dedikleri için var olmayacak, yok dedikleri için de ortadan kalkmayacaklar.
Duruşma salonlarının kapısında bir günde görülen davalardan ondan fazlası gazetecilerle ilgiliyse, sorun ciddi demektir.
Basın özgürlüğü kriterleri ile bu sorunları çözecek yasal değişikliği yapmak bu ciddi sorunun çözümü için bir ilk adım. Zihniyet değişikliği birlikte gelir.
Avrupa Konseyi’ndeki varlık nedenimizin, Kadıköy Adliyesi’ne yansıması başka türlü pek mümkün değil.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2011
ÇARŞAMBA günü Başbakan Tayyip Erdoğan sürpriz bir basın toplantısı yaptı ve Libya’da çatışmaların son bulması için Türkiye’nin bir yol haritası hazırladığını açıkladı.
Bu yol haritası, taraflar arasında ateşkes sağlanmasını, insani yardım yollarının açılmasını ve “kapsamlı bir değişim ve demokratik reform sürecinin derhal başlatılmasını” öngörüyor.
Bu planın Washington tarafından desteklendiği açıklamasıyla birlikte, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Çarşamba günü Doha’da yapılacak Libya Temas Grubu toplantısında Türkiye’nin yol haritasıyla ilgili bilgi vereceği de açıklandı.
Biz, Türkiye’nin yol haritasıyla ilgili temaslarını izlerken, dün Afrika Birliği ülkelerinin devlet başkanları kendi “yol haritaları”nı tartışmak üzere Libya’ya gittiler.
Onların “yol haritaları” mart ayında kabul edilen plan doğrultusunda geliştirilmişti. Dünkü açıklama böyleydi.
Güney Afrika, Mali, Kongo, Uganda ve Moritanya devlet Başkanları dün Kaddafi ve geçici yönetim temsilcileri ile görüştüler.
Afrika Zirvesi’nin yol haritasındaki öneriler de aşağı yukarı Türkiye’nin önerilerine benziyor.
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2011
BASIN örgütleri ve İnsan Hakları kuruluşlarının seslerine kulak verilseydi, elimdeki rapor çok daha farklı çıkabilirdi. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın, Türkiye ile ilgili 2010 İnsan Hakları Raporu, kendi halkının şikayetlerini ciddiye almayanların çıkmazını ortaya koyuyor.
Bir ay önce önümüze gelen Avrupa Birliği İlerleme Raporundakilerden farklı değil bu raporun bize yansıttıkları.
O zaman Brüksel’e gidip pembe tablolar çizmeye çalışanlar, şimdi Amerikan kulislerinde fır dönecekler.
Sadece bu hükümetin meselesi değil, daha önceki hükümetler de içeriden gelen eleştirilere aldırmadılar. Dışardan gelenlerin ağırlığı her zaman daha fazla oldu.
O yüzen bizler de bu raporları hep kavruk bir ruh haliyle, çok önemsedik.
Önemsemeye de devam ediyoruz, bizi dinlemiyorlar belki onları dinlerler diye.
Raporda olumsuzlukların yanı sıra olumlu gelişmelere de yer veriliyor. Haksızlık olmasın diye önce onlara değineyim. Türkçeden
Yazının Devamını Oku