5 Haziran 2011
KADINLAR olmadan demokrasinin olamayacağını söylemek ne kadar kolaysa, kadın erkek eşitliği de dâhil eşitlikler temelinde demokratikleşmek o kadar zor. Bu eşitlik ruhu, yanındakine yol verebilmek kadar içselleşebilmişse ancak o zaman gerçek demokrasinin kapısı aralanabilir.
Gerisi boş.
Hele de sandık demokrasisi içi en kolay boşaltılan demokrasi. En katıksız faşist sesleri gürleştirdiğini tarih göstermedi?
“Halkın iradesi artık benim” dayatmacılığını meşrulaştırmadı mı?
Lafı bu kadar uzatmamda, kendi deneyimlerimizin öfkesi varsa da, bugün Mısır’dan söz edeceğim.
* * *
ARAP Baharı, Mısır’da kadınlar açısından pek de bahar havasında seyretmiyor.
Siyaset sahnesinin her şeye kadir olmaya bağımlı aktörleri Mısır’da da cinsellik ile siyaset arasındaki ince çizgiyi kaldırıp kadınları meydanlardan uzaklaştırmak istiyorlar.
Daha doğrusu kendi politikalarını muhafazakâr ahlak şekerine bulayıp cinselliği, kozlarını güçlendirmek ve sokağın sesini kısmak için kullanıyorlar.
Hikâye, Mısır’da askeri rejimin Mart
ayında Tahrir Meydanı’ndaki çadırlardan topladığı 17 genç kadına bekaret teste yaptırmasıyla ortaya çıktı.
İlk önce İnsan Hakları Derneği tarafından duyurulan haber, daha sonra tanıklardan bazılarının sesini yükseltmesiyle patladı.
Salwa Husseini, askerlerin önünde bir erkek doktor tarafından kontrol edildiğini açıkladı. Perdesiz pencereler önünde elbiselerinin çıkartıldığını, utandırılarak aşağılandığını açıkladı.
Mısır’da askeri yönetim bu iddiaları ret ediyor, yok böyle bir şey diyordu ama bu hafta başında ismini açıklamayan bir general CNN International’un sorularını yanıtlarken, “Evet” dedi, “Bekaret testi yaptırdık., gözaltına alındıktan sonra çıkıp da tecavüze uğradıklarını söylerlerse, hepsinin kadın olduklarını ispat edebilmek için bu önlemi aldık. Meydanlardakiler sizin benim kızlarım gibi değiller.”
Evet böyle diyor, “Meydanlardakiler sizin benim kızlarıma benzemezler. Çadırlarda erkeklerle kalıyorlar onlar!”
Uluslararası feminist hareket içinde seslerini duyurmuş ve varlıklarını yazarlarıyla, kadın hakları savunucularıyla kanıtlamış olan Mısır kadınları isyanlarda!
Hüsnü Mübarek döneminde de, kadınlar devlet tacizine uğradılar.
Mısırlı bir gazeteci arkadaşım, “İlk değil” diyor, “Tam beş yıl önce de feministler ortak eylem yaptıklarında rejimin güvenlik güçleri kadınları taciz ettiler. Mısır’da kadınlar utandıkları için tacizi gizlerler. Damgalanmaktan korkarlar. Ama bu devlet eliyle yapıldığında
işler değişti. Artık bu durumun
teşhir edilmesi caiz hale geldi.
Kadınlar şimdi konuşuyorlar. ”
* * *
MISIR’da askeri rejimin, sokağa çıkan kadınlar sizin benim kızlarıma benzemez ayrımı ile halkı en kolay katmanından bölmeye kalkışması, hâkim zihniyet refleksinin en kaba tezahürü.
Bunun çeşitli ince biçimleri de var.
Çeşitli kurumları temsil yetkisine sahip kadınlara, orada bir erkek olsaydı hiçbir zaman söylenemeyecek sözlerin söylenebilmesi gibi.
Mesela Arınç’ın Boyner’e söyledikleri. İnternetin filtrelenmesini eleştiren hiçbir erkeğe pornografi üzerinden örnekleme yapılmadı. “Siz iktidara gelince porno sitelerini açtırırsınız” denmedi.
Bir kadını “cinsellik” şamarı ile geriletme refleksi ya da hesabi (bilinçaltı-bilinç üstü)
hiç mi yoktu sizce?
Kolay değil, ama Arap baharı, muktedirlerin püskürtme taktiklerine rağmen kadınlar sokağa çıktığı oranda kök salacak, köklü dönüşümü gerçekleştirecek. Her yerde olduğu ve olacağı gibi.
Yazının Devamını Oku 3 Haziran 2011
DÜN sabah Yargıtay yeni başkanını, ışık hızıyla seçerken, adliye binaları arı kovanı gibiydi.
Mahkemeye işi düşmemiş tek bir vatandaşının bile bulunmadığı bir ülke haline hızla gidiyoruz ve yeni adliye binaları ile gururluyuz.
Ben dün sabah, Cumhuriyet tarihinin, farklı olan her düşünceyi tehlikeli gören tahammülsüzlük sembolü Sansaryan Han’daydım.
Koridorları işkence kokan Sansaryan Han bugün Sirkeci Adliyesi.
Bir vatandaşın fenalık geçirip yerlere yuvarlanmasıyla, binalarıyla övündüğümüz adliyelerde sağlık merkezi olmadığını öğrendim.
Taşa yatırım, insana yatırımdan daha hızlı geri dönüyor.
Ergenekon davasıyla ilgili olarak cezaevinde bulunan gazeteci Müyesser Yıldız’ın davasını izlemek için oradaydık.
Gazetecilere Özgürlük Platformu temsilcileri dün ikiye ayrılmak durumunda kaldık. Bir kısım gazeteci Bakırköy Adliyesi’ne Nedim Şener’in duruşmasını izlemeye, diğer bir grup da Müyesser Yıldız için Sirkeci’ye gittik.
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2011
LİBYA, Suriye ve Yemen’den değil, son günlerde Mısır dahil Kuveyt ve Lübnan’dan da gerilim haberleri geliyor.
Arap Baharı denen isyanların kolay durulmayacağı artık ortada.
Bir zamanlar Türkiye’nin bölgedeki tek istikrar adası olduğu söylenirdi. Galiba bundan sonra eskisi kadar kolay söylenemeyecek.
Çevredeki istikrarsızlık devam ettikçe, bölgesel çapta örgütlerin güçlenme olasılığının artmasının yanı sıra, bu dalganın siyasi, ekonomik ve toplumsal sonuçlarının kıyılarımıza ulaşmaması imkansız.
O dalgalara karşı güçlü dalgakıranların oluşması ise, istikrarın köklerinin sağlamlığına bağlı.
İktidar kabul etmese de Türkiye’de ciddi sorunlar var.
Kürt meselesinde söz etmiyorum. En temel meselelerdeki sorunları aşmadan, köklü ve cesur bir atılım gerçekleştirmeden Kürt meselesi ile baş etmek zaten mümkün değil.
İnsan hakları ihlalleri, iktidar partisi ve çevresindekiler kabul etmese de devam ediyor.
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2011
KÜRT siyasi hareketlerinin oluşturduğu güç birliği, bağımsız adayların desteklenmesi için Türkiye çapında çalışıyor. BDP Eşbaşkanı Filiz Koçali, telefonda “Önce Diyarbakır’ı Ankara’ya taşıdık, şimdi İstanbul’dayız” dedi. Düzenledikleri toplantıya daha önceden verilmiş sözlerim olduğu için katılamadım ama onları yakından izliyorum.
Aralarında çok sayıda siyasetçiyi yıllardan beri tanıyor ve bu sorunun barışçı çözümü için çalıştıklarını biliyorum.
Seçim öncesi taleplerini netleştirdiler. Cezaevlerindeki açlık grevleri ile de desteklenen kampanyalarla da isteklerini duyurmaya çalışıyorlar.
Kürt kimliğinin anayasal olarak tanınması, ana dilde eğitim, özerklik.
Bu istekler bir süreden beri tartışmaya açıldı. Onları biliyoruz.
Bilmediğim şey, PKK, Abdullah Öcalan ile yapıldığı Başbakan tarafından da doğrulanan görüşmelerin ne durumda olduğu.
Bu dönemler, sorunun çözüme doğru ilerlediği her süreçte zordur. İngiltere ile
İRA, İspanya ile ETA’da olduğu gibi.
Hele de seçim rekabeti ortamı iyice
gerer. Ama ne bu gerginlik kamuoyunda olumlu bir etki yapar, krizi tırmandırmak sürece fayda sağlar.
* * *
KÜRT sorunu ile ilgili olarak Türkiye çok yol kat etti. ‘Kürtler vardır’ demek bile ağır suç sayılırken bugün her siyasi parti bu sorunu tartışma ve çözüm için politika üretme noktasına geldi.
CHP’nin son arayışları, olumlu bir gelişmedir. CHP’nin mahalli yönetimlerin özerkliğinden söz etmesi, ana dilde öğretime kadar gelebilmesi olumludur.
Başbakan Erdoğan’ın, Kürt açılımından söz ederken ‘Kürt sorunu yoktur’ noktasına gelmesini çok hatalı buluyorum ama bunu bir seçim taktiği olarak görüyorum.
Seçimlerden sonra AKP’nin geri
adım atacağını kuvvetle tahmin etsem de, tek başına anayasa hevesi gibi tek taraflı çözüm formülünün devreye sokulma ihtimali kuvvetli. Önümüzdeki dönemde, sağlıklı bir çözüm sürecinin şiddetin, bombaların gölgesinde olgunlaşabileceğine inanmıyorum.
Bir yanda PKK bombaları, diğer
yanda güneydoğudaki operasyonlar, tutuklamalar, en temel insan hakları
ihlalleri ile karşılıklı restleşmeler ve tehditlerle hiçbir şey halledilmez. Dün de çözülmedi, bugün de çözülmez.
Barışa giden yolu savaşların döşediği yalanını Irak’tan Afganistan’a, hatta Balkanlar’a kadar yakın tarih örneklerinde gördük, görüyoruz.
Gerçekten barış isteyen taraf, karşıdaki öyle yapmıyor diye barışı savunmaktan vazgeçemez.
Çözüm diyorsak, barış diyorsak, diyalog diyorsak, tek taraflı da olsa bu çizgiyi kararlı biçimde uygulama, zorlama ve savunmak durumundayız.
Değişimi sağlayacak irade bu iradedir.
* * *
ÇÖZÜM bir tarafın istemesi, diğer tarafın da bu istekleri karşılaması kadar basit bir denklem değil.
Bu süreç, özerklik, ana dil eğitimi, biraz da anayasal kimlik verin bir arada yaşayalım anlayışıyla yani “Sıkışalım beyler, gelenlere yer açalım” türünden otobüs mantığıyla ilerleyebilir mi? Tabii ki hayır.
Kürt meselesinin çözülmesi, Türkiye’nin yeni bir dönüşümü gerçekleştirmesiyle mümkün. Bir alışveriş değil, yeniden yapılanma sürecine hazırlanmalıyız.
Önce otobüstekileri indireceğiz. Sonra yeni bir yerleştirme ile yola devam edeceğiz.
Bu yerleştirmeyi de yolcuların hepsinin ihtiyaçları ile otobüsün maddi koşulları belirleyecek. Kimse kimseyi ezmeyecek, kimse dışarıda kalmayacak.
Çözümü dönüşümle birlikte düşünürsek, ortak çıkarlar temelinde daha rahat buluşulur.
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2011
DÜN sabah, Yugoslavya’da savaş günlerinin ağır baskılar altında yayın yapan radyo istasyonu B92 verdi ilk haberi. Kesin olmamakla birlikte Ratko Mladiç yakalanmıştı. Sonra haber doğrulandı. Yakalanan oydu. Srebrenica katliamının baş aktörü Mladiç. Yugoslav Halk Ordusu’nun başarılı generali Mladiç, ülkesinin dağılmasını engellemek için savaşmıştı.
Kahramanlık madalyalarıyla ödüllendirilmeyi beklerken on yıldır kaçak yaşadığı ülkesinde “Savaş suçlusu” olarak tutuklanıp Lahey’e gönderileceğini aklına getirmemişti eminim.
Çünkü gelişmenin yönünü görememişti. Halen Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde hesap veren eski Yugoslavya yöneticileri gibi o da değişimi fark edememişti.
Slovenya ve Hırvatistan neyseydi, de Bosna’yı kaybetmeyi göze alamazlardı.
Onu kaybetmemek için her şey yapılacaktı.
Bosna’daki Sırp Meclisi 1992 yılında Bosna Ordusu’nu kurma kararı alırken, hemşehrileri olan generali de başına atadı.
O coğrafyanın efendisi olarak Hırvat ve Müslümanlara karşı aldıkları savaş kararının arkasında sadece askerler yoktu, siviller de vardı.
Yugoslavya’nın dağılma süreci, halkların sesine kulak vermeden sorunları çözme iddialarının yol açacağı şiddet sarmalında, asker ve siyasetçi sorumluluğunun ortak olduğunu gösteren bir örnek olarak tarihe geçti.
SREBRENİCA, Birleşmiş Milletler’in denetimi altındayken beş gün boyunca Sırp ordusu tarafından bombalanmıştı.
Sonra Sırplar BM denetimindeki bölgeye girdiler, 11 yaşından küçük erkek çocuklar dışında tüm erkekleri orada tutup kadınları gönderdiler.
“Erkekleri sorgulayacağız” dediler. Beş gün sonra haber geldi. Her yaştan 8 bin Hırvat ve Müslüman Srebrenicalı erkek (kimine göre 7 bin 500) öldürülmüştü. BM’nin ve dünyanın gözleri önünde bir katliam yapılmıştı.
Serebrenitzalı kadınlardan kimine daha sonra Bosna’da rastladığımda acıdan katılmanın ne demek olduğunu gözlerimle görmüştüm.
Sırbistan Parlamentosu geçen yıl Srebrenica’dan “özür” diledi. Bu hiç de kolay olmadı, katılım düşüktü ve çoğunluk güçlükle sağlanmıştı. Özür dileyen Sırp milletvekillerinin, eleştirilere yanıtı, “metinde soykırım sözcüğünü kullanmadık ya” olmuştu.
Belgrad hükümetleri, savaş suçlularının teslimi için Batı’nın ağır baskılarıyla karşı karşıya kaldı. Kosova’nın ellerinden çekilip alınmasından sonra Avrupa Birliği üyeliği hedefi artık alternatifsiz tek seçenekti Sırbistan Cumhuriyeti için. Ama onun önündeki son engel de, ülkede hâlâ birçok kişi için “kahraman” olan Mladiç’in Savaş Suçluları Mahkemesi’ne teslim edilmesiydi. Dün bu adım da atıldı.
Artık Sırbistan’ın Avrupa Birliği üyeliği’nin önünde engel kalmıyor. Hırvatistan’dan hemen sonra sıra Sırbistan’a gelecek.
Yirmi yıldan bu yana Avrupa sahnesindeki büyük değişimi izliyoruz. Gerçek kahramanların gelişmeleri doğru değerlendirip, akıntıya karşı çıkma cesareti gösteren öncüler olduğunu anlıyor muyuz, onu bilemiyorum.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2011
Başbakan’ın, istifa etmiş olan MHP’li milletvekillerine ve MHP’ye karşı tavrını doğrusu onaylamıyorum.
Demokratik siyaset, eşit rekabet ortamında ve saptanmış kurallar çerçevesinde mücadeleyi gerektirir.
Darbelere, darbecilere neden karşı çıkıyoruz? Bu kuralları bozmaya kalktıkları için, halkın eşit rekabet içinde kendisine en yakın geleni seçme iradesinin önüne geçtiği için değil mi?
Amaca ulaşmak için her yolu mubah gören “yönetici”lerle gerçek demokrasiye ulaşılamaz.
MHP’nin karşı karşıya kaldığı bu “operasyon” ile ilgili çeşitli söylentiler var. Kimileri parti içi muhalefet diyor, kimilerine göre AKP-Cemaat ortak yapımı.
Ne olursa olsun, bu operasyon seçim ortamını zehirleyen ciddi bir tehdit.
Üstelik siyasi ahlak anlayışını çarpıtıyor, ülkenin ciddi sorunlarını ve ahlaksızlıkları gölgeliyor.
* * *
BİR siyasetçinin ilişkileri tabii ki önemlidir. Ama esas önemli olan halka karşı dürüst olup olmadığı. Yalan söyleyip söylemediğidir...
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2011
AMERİKAN başkanlarının konuşmaları, izlenen ve izlenecek siyasetin ipuçlarını taşımaları açısından her zaman önemli.
Obama’nın Ortadoğu ile ilgili son konuşması da önemliydi ama o vizyonun nereye kadar hayata geçeceği kesin değil.
Daha önceki başkanlar gibi Obama da İsrail konusunda yeni yerleşim yerlerini kabul etmeyeceğini açıklamış olmasına rağmen, pragmatizm galip geldi ve Washington söyledikleri sözleri geri aldı, göz yumdu.
Bu parantezi açtıktan sonra Obama’nın son konuşmasına dönmek istiyorum.
ABD Başkanı bu kez Amerika’nın imajını kurtarmak adına değil, izledikleri yolun ne kadar başarılı (El Kaide’ye ağır darbe) ve Müslüman halkların yararına olduğunu söylemek için seslendi.
Önceki konuşmalarında İslamiyet, yani dini aidiyet üzerinden açılım yaparken bu kez demokrasiyi ön plana çıkarttı.
“Ortadoğu ve Kuzey Afrika ulusları uzun süre önce bağımsızlıklarını kazandılar ama halkları kazanamadı. Adalet onların sorunlarına çözüm olmuyor, seslerini duyuracak bağımsız medya yok, görüşlerini temsil edecek güvenilir siyasi partiler yok, insanların istedikleri lideri seçebilecekleri adil ve özgür seçimler yapılmıyor” dedi.
Seçimlerin de demokratikleşme için yeterli kriter olmadığını, sivil toplumun özgürce örgütlenip kendisini ortaya koyabileceği bir ortamın şart olduğunu vurguladı.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2011
AMERİKALI general ve CIA yetkililerinin Türkiye’ye gidiş geliş haberlerini peş peşe duymaya başladığımız son günlerde Büyükelçi Francis Ricciardone’nin Başbakan ile havaalanındaki görüşmesi dikkat çekiciydi. Bu görüşmeden sonra yapılan açıklamada, ani randevu gerektirecek herhangi bir konu kamuoyuna iletilmedi. Her zaman ele alınan başlıklar sıralandı. Kısaca biz gazeteciler açısından açıklamada görüşmeye ilişkin ipucu yoktu.
Ama bazı ipuçlarını, bir gün sonra Washington’da alınan bir kararda bulmak mümkündü.
ABD Başkanı Barack Obama, çarşamba günü Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ve altı üst düzey yönetim yetkilisi ile ilgili yaptırım kararı aldığını açıkladı.
Yaptırımlar Esad ve diğerlerinin ABD’deki mal varlıklarının dondurulmasını ve Amerikan vatandaşlarına o şahıslarla her hangi bir ticari ilişkiye girme yasağını öngörüyor.
Obama, Kongre liderlerine gönderdiği mektubunda, “Suriye halkına yönelik şiddetin sürekli olarak artması” nedeniyle bu kararı aldığını söylüyordu.
Bu yaptırım kararının en büyük özelliği, Amerikan Yönetimi’nin ilk kez Suriye Devlet Başkanı’nı hedef almasıydı.
Obama, söylemedi ama yönetim çevrelerinden gelen haberlerde, ilk kez “Esad ya bu şiddete son verir ya da gider” açıklamalarını duymaya başladık.
Yaptırım kararının bir başka önemli özelliği de ABD Başkanı Obama’nın dün yaptığı konuşma öncesi alınmış olmasıydı.
Yani Washington, Suriye’ye etkili bir mesaj göndermek istedi.
BU mesaj gerçekten etkili olabilir mi?
Suriye’ye karşı ABD uzun yıllardan beri yaptırımlar uyguladığı için özellikle Esad ailesinin Amerika’da mal varlığı bulunmadığı kuvvetle tahmin ediliyor.
Bu nedenle yaptırım kararının can yakması mümkün görünmüyor.
Suriye Devlet Başkanı’nın mal varlığının nerelerde bulunabileceği konusunda çeşitli spekülasyonlar var.
İran ile olduğu gibi Suriye konusunda da Washington’un yaptırımların etkili olması için Türkiye’den destek istediği aşikar.
Türkiye bunu yapacak mı?
Kaddafi’ye can siperane kol kanat gerenlerin aynı sıcaklığı Esad’a gösterdiklerine tanık olmuyoruz ama Avrupa Birliği ve ABD’ni aldığı yaptırım kararlarına destek verilir mi orası soru işareti.
ABD Başkanı Obama dünkü konuşmasında Ortadoğu’ya seslendi. Konuşmanın temelinde bölgedeki demokratikleşme rüzgârlarına ABD’nin verdiği destek vardı.
Mısır’ın borçlarının silinmesi bu desteğin somut kanıtı olacak, ama konuşmanın satır aralarında Libya ve Suriye de vardı. Bu iki ülkenin paralel ele alınması önümüzdeki günlerde Esad’a yönelik baskıların artabileceği mesajı taşıyor.
Beşar Esad’ı Kaddafi kadar hızlı bir biçimde gözden çıkartmayan Washington ve Avrupa’nın, vites değiştirdiklerini görüyoruz.
Esad, yaptırımlardan etkilenmemiş olsa bile, durumu kavrayabilir ve kendisini yavaş yavaş iktidarı paylaşmaya hatta devre hazırlarsa Suriye’de yumuşak geçiş sağlanabilir.
Ama önceki gün El Watan Gazetesi’nde yayınlanan açıklamasında olduğu gibi, 850 kişinin ölümünü, binlerce kişinin hapislere tıkılmasını, “polisimizin eğitimi yetersiz”e bağlamaya devam ederse tırmanış bizim de kapımızı çalabilir. Umarım yaptırımlar etkili olur, belki Esad dahil herkes bu tırmanıştan kurtulur.
Yazının Devamını Oku