Ferai Tınç

Arjantin'de krize devletçi çözüm

7 Ocak 2002
<B>ARJANTİN</B>'de devlet ekonomiye el koydu.<br><br>Arjantin'in yeni Devlet Başkanı <B>Eduardo Duhalde</B>, hafta sonunda <B>‘‘ülkenin bir kan gölüne dönüşmemesi için atmamız gereken adımlar’’</B> dediği kararları açıklarken, halka <B>‘‘yerli malı kullanın’’</B> çağrısı yaptı. Aynı saatlerde Kemal Derviş, Türkiye'de banka kurtarma operasyonu ile ilgili olarak TRT'de meslektaşlarımızın sorularını yanıtlıyordu.

Dikkat ettim, Derviş konuşmasında ulusal sanayiinin korunması gerektiğini öne çıkarttı. Bu da ulusal finans sektörünün ayakta kalmasına bağlıydı.

Yabancı sermaye mutlaka gerekliydi ama finans sektörünün ulusal niteliğini yitirmemesi için bunun yüzde 15'i aşmaması gerekiyordu.

Krizlere karşı ulusal kaynakların desteklenmesi ve harekete geçirilmesi, korumacılığa geri dönüşün ayak sesleri mi?

* * *

ARJANTİN'in, iki hafta içinde beşinci devlet başkanı olan Duhalde'ye göre yeni ekonomik paket ‘‘Korumacılığa geri dönüş’’ anlamına gelmiyor.

Karar vermeden önce paketteki önlemlere bir göz atın.

Peso, yüzde 35 değer kaybedecek.

Fiyatlar kontrol edilecek. Telekomünikasyon, elektrik ve gaz fiyatları bir dolar eşittir bir peso bazında hesaplanacak.

Ulusal sanayii korunacak.

İşten çıkartmalar altı ay süreyle yasaklanıyor. Bu süre içinde işçi çıkartmak isteyenler iki misli tazminat ödeyecek.

Yastık altı tasarruflarını ortaya çıkartmak gerekçesiyle bankadaki bireysel hesaplarının dokunulmazlığı kalkıyor. Döviz hesapları bir yıla kadar donduruluyor. 100 bin dolara kadar olan borçlar pezoya çevriliyor.

Bunlar sadece ana başlıklar. Ama ekonomiye devletin ağırlığını koyduğu günlere geri dönüşü göstermeye yetiyor.

Arjantin, çaresizlik içinde ulusal kaynakları harekete geçirerek sorunları aşmaya, son kartını oynamaya hazırlanıyor.

Yeni Başkan, ‘‘Politika-finans flörtü sona erdi. Bundan böyle üretici ile siyaset kucaklaşacak’’ sözleriyle sanayicilerin sırtını sıvazlarken, ‘‘ama siz de bir süre fiyatları artırmayacaksınız' pazarlığı yapıyor.

Sonra da bütün bunlara ‘‘korumacılık’’ değil diyor.

* * *

ARJANTİN'deki gelişmelerden en rahatsız kesim yabancı yatırımcı. Menem dönemindeki özelleştirme furyası sırasında Arjantin'e gelen çokuluslu şirketler bu kararlara, hele de servis ücretlerinin bir dolar-bir peso bazında hesaplanacak olmasına büyük tepki gösteriyorlar. ‘‘Teknolojik yatırım yapmayız. İşten adam çıkartırız’’ diyorlar ama Duhalde ısrarlı. ‘‘Halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması, bir insan hakları mecburiyetidir’’ diyor.

Globalleşme döneminde ‘‘Yerli malı, yurdun malı’’ günlerine geri dönüş mü?

Henüz karar vermek için erken ama Türkiye'deki kurtarma eğilimlerini de dikkate alırsak, öyle galiba.
Yazının Devamını Oku

Koridorlar, hayata açılabilir

6 Ocak 2002
<B>BİZ</B> çoktan beri mahsur kalmamıştık. Bugün, <B>‘‘Neydi o eski mahsur kalışlar’’</B> diye bir yazı yazmak varken çok daha farklı bir konudan söz edeceğim. Oysa, ilk mahsur kalma anımı anlatmak istiyordum. Sibirya'dan kopup gelen buzların Boğaz'ı kapatmasıyla ilgiliydi. Hayal meyal anımsıyorum, biz Yeniköylü çocuklar, işlerine gidemeyen babalarımızla birlikte, insanların buzların üzerinden seke seke Boğaz'ı aşmalarını izlemiştik.

Sonra diğerleri de vardı. Levent'i İsviçre dağlarına çeviren 60-70 kışları. Mahallenin çocukları ve büyüklerinin merdivenleri kızak gibi kullanıp yokuştan kayma yarışları düzenlediği günlerden, karlı kış gecelerinin ‘‘şöminede sucuk' partilerinden söz edebilirdim.

Cuma günü, Taksim'in ortasında mahsur kalışımı da anlatmadan geçemezdim tabii. İstanbul'un, topyekün kuşatılmışlık hikayesi.

Ama bugün başka bir kuşatılmışlıktan söz edeceğim, açlık grevleri ve ölüm oruçlarından.

* * *

ASLINDA bu konuya artık değinmek istemiyordum. Çünkü, insanların hayatı üzerinden kitle temeli yaratıp siyasi güç kazanmaya kalkan bir örgüt, ölüm oruçlarıyla ilgili yazı yazan, bu eylemin insan haklarına uygun çözüm bulunarak sona erdirilmesini isteyen herkesi tehdit etti.

En çok çaba harcayanları bile bezdirecek bir sindirme politikası uyguladılar. Ölümlerin devam etmesini istediler. Başarılı da oldular. Kamuoyu, ölüm oruçlarında yaşamlarını yitirenlerin sayısının 83'e ulaştığını bile fark etmedi. Ama onların, orada burada kullanabilecekleri bir rakam var artık.

83 ölü. Evet, ölenlerin sayısı 83.

Devlet de, örgütler de soruna çözüm aramak yerine ‘‘bırakınız ölsünler’’ tavrını tercih ettiler.

Bir süre önce, Türkiye'nin dört büyük barosu, uzun süredir içine gömüldükleri suskunluğu bozup bir hamle yaptılar.

İstanbul, Ankara, İzmir ve Antalya baro başkanları arkalarında örgütlerinin de desteğini alarak yeni bir öneri getirdiler, ‘‘3 kapı-3 anahtar’’.

* * *

‘‘F TİPİ cezaevlerinin mimarisinde, yapısında ve güvenliğinde hiçbir şey değiştirmeden, üçer kişinin kaldığı yan yana üç odanın kapılarını açarak dokuz kişinin, o birim içinde sabahtan akşama kadar bir arada olmalarının sağlanması’’nı öneriyor barolar. Tecriti sona erdirme iradesinin ortaya konması olarak algılanabilecek bu öneri koğuş sistemine geri dönüş anlamına gelmiyor. Zaten bunu artık kimse savunmuyor.

Gelen habere göre, içeridekiler öneriyi kabul etmiş.

Adalet Bakanı kabul etmiyor. ‘‘Koridorlar, ortak yaşam alanı değildir’’ diyor. Bakan Türk, duruma gözünü kapatmıyor, tamamen kulak tıkamıyor ama kendi önerisi var.

‘‘Önce ölüm oruçlarını ve açlık grevlerini bıraksınlar. Sonra söz veriyorum, ceza infaz hukuku ile ilgili uluslararası bir sempozyum düzenleyeceğim. Türkiye'den Mimar ve Tabip odaları da dahil birçok gönüllü kuruluşun yanı sıra uluslararası örgütlerden uzmanları da davet edeceğim. Ve burada F tiplerini de tartışmaya açmaya hazırım.’’

Bakan'ın sözlerini, ‘‘Önce onlar eylemi bıraksın, sonra değişiklikleri yaparız’’ diye anlamak mümkün. Bir değişim eninde sonunda yapılacak. Öyleyse? ‘‘Bırakınız ölsünler’’ mi?

‘‘Bize ne, ölürlerse ölsünler. Kendi düşen ağlamaz. Akılları başlarına gelince bırakırlar’’ diyemiyor insan.

Baroların önerisi dikkate alınmalı. Koridorlar, hayata açılan yollar olabilir pekala.

İnsanları hayata döndürmek bir taviz değil, onları kuşatılmışlıklarından kurtarmaktır sadece. Devletin görevi de bu değil midir?
Yazının Devamını Oku

10 trilyonu kara yatırdık

4 Ocak 2002
<B>HER</B> zaman merak ettiğim bir soruyu, yılbaşında geçirdiğim yol maceralarından sonra sormaya karar verdim. Neden, bizim yollarımızda sürekli yapım çalışmaları olmasına rağmen, biraz yağmur yağsa, kar değse yollar kullanılmaz hale gelir?

Geçen cumartesi sabaha karşı, Çanakkale'ye doğru yola çıktığımızda fark ettim. İstanbul-Keşan yolu, içi su dolu derin çukurlar, üstü buz tutmuş geniş çatlaklar ile bubi tuzakları hazırlamış yolculara. İki lastik parçalayarak atlattık felaketi.

Beraber yola çıktığımız arkadaşlar, yol kenarına savrulduklarını söylemek için telefonla aradıklarında, biz bir çekicinin tepesinde, parçalanmış lastiklerimizi yenileriyle değiştirmek için Tekirdağ'da dükkanların açılmasını bekliyorduk.

Üstelik bu, Şeker Bayramı'nda yağan kardan arta kalan manzaraydı. İki günden beri o bölge yine kar altında, yollar haritadan silinmiştir belki de.

* * *

AVRUPA Birliği için hazırladığımız Ulusal Rapora yazmışız.

‘‘Ülkemizde karayolu taşımacılığı, şehirlerarası taşımalarda yolcuda yüzde 96, yükte yüzde 89'a varan payı ile toplam taşımaların oldukça önemli bir bölümünü oluşturur.’’

Yani, Türkiye'de ulaşım esas olarak karayolu ile gerçekleşiyor.

Öyleyse, bu çukurlardan neden kurtulamayız biz? Hayatımızın her anında çukura girme riski ile yaşamak bizim kaderimiz mi?

* * *

KARAYOLLARINDAN, adının açıklanmasını istemeyen bir yetkilinin soruma yanıtı şu: ‘‘Yolların ömrü doldu. Biz, yama yapabiliyoruz ancak. Yamalı pantolon ne kadar dayanırsa, yollar da o kadar dayanıyor.’’

Yolların ömrü doldu ne demek? Normalde yolların ömrü 15 yıl. Fakat bu süre, vasıtaların istihap hadlerini aşmaları nedeniyle 8-9 yıla düşüyor.

Yani, otobüsler, TIR'lar kamyonlar ve diğer büyük taşıtlar kesinlikle Avrupa standartlarında yük taşımıyor. ‘‘Kurtarmıyor ki’’ gerekçesiyle yük sınırını aşıyorlar. Yükü 2 kat artırmanın yolda neden olduğu hasar ise 16 kat.

Bunun denetimi ise çok zor yapılıyor. Karayolları ve Emniyet sorumlu denetimden. Seyyar kantarlar ile çözüm aranıyor ama pek etkili oldukları söylenemez.

Bundan çıkan sonuç şu. Türkiye'de yolların büyük bir kısmı ömrünü doldurmuş. Yeniden yapımı için büyük paralar gerekiyor. Tasarruf önlemleri nedeniyle yollara ayrılacak para yok.

O yüzden yamalara devam.

E pekiyi bu bedava mı?

Tabii ki değil.

Geçen yıl, 10 trilyon lira ayrılmış bütçeden.

Sonuca bakıldığında, 10 trilyonun havaya gittiği, daha doğrusu karın altına serildiği anlaşılıyor.

Yapımından, ulaşımına kadar hiçbir alanda standart tutturamayınca sonuç bu oluyor. Paralar havaya uçuyor ve çukursuz hayat hayal oluyor.
Yazının Devamını Oku

Zor ama anlamlı bir yıldı

31 Aralık 2001
<B>TUZUM</B> kuru filan değil. Krizden ve belirsizliklerden ben de hepimiz gibi etkilendim. Ama bugün 2001'i yolcu ederken arkasından baktığımda, onu kötü yıllar arşivine yollayamayacağımı anlıyorum.

Her şeyden önce, kötü bir yıl benim için anlamsız bir yıl demektir.

Oysa 2001, hem Türkiye hem de dünya için anlamlı bir yıldı.

* * *

ŞUBAT krizi, hepimizin canını yakarken sanal alemlerimizin fanuslarını kırdı.

Türkiye, ilk defa gerçek ekonomiyi konuşmaya ve anlamaya başladı.

İki iddialı pehlivan gibi dolar ile göz göze, yüz yüze peşrevleştik. İlk dönemin şaşkınlığını atlattıktan sonra, kavrayışlarımız derinleşti.

Bozukları saymadan cebe atma dönemi bitti. Beş kuruşun bile değeri olduğunu eskisine göre daha fazla anladık. Paramızın hesabını, paramızı etkileyen siyasi kararların hesabını sorma hakkına sahip olduğumu kavradık. 2001 ile birlikte ‘‘vatandaşlık’’ öğrenmeye başladık.

Ama en önemlisi, yıllardan beri övündüğümüz ‘‘büyüklüğün’’ borç olduğunun farkına vardık.

İMF ve Dünya Bankası'na verilen niyet mektuplarına düne kadar bizim dışımızda teknik bir takım anlaşmalar gözüyle bakarken, bunun azgın öğrencilere verilen aynı cümleyi defalarca yazma cezasından farklı olmadığını anladık.

Her niyet mektubunun aslında bir ‘‘adam olacağım’’ ödevi olduğunu gördük. Uluslararası sistem ile entegre olmak için gerekli ekonomik , sosyal ve siyasi reform sözleri verdik.

Avrupa Birliği hükümranlık haklarımızı tehdit eder mi etmez mi diye tartışırken, İMF ile içli dışlılığın bir şirkete müdür atama pazarlıklarına kadar indiğini fark ettik.

Nasreddin Hoca'nın, ‘‘Parayı veren düdüğü çalar’’ fıkrasındaki ana fikrin ne olduğunu ilk kez bu yıl anladık.

Dev aynalarını kırdık. Tabularımızı sarstık.

2001 ile gerçeğe yolculuğu başlattık.

* * *

O melun güne kadar bir dönemin daha sona erdiğini bilemedik. 11 Eylül ile birlikte Sovyet sonrası dönemin kapandığını fark ettik.

Miloşeviç'in insan hakları mahkemesine gidişiyle soğuk savaş, zihniyetiyle birlikte tarihe gömülüyor, 11 Eylül sonrası terörizme karşı mücadele şemsiyesi altında oluşan ittifak ile Sovyet sonrası dönem de kapanıyordu.

Rusya, tankın üzerine fırlayan lider imajı iyice silikleşen Yeltsin'i çarçabuk unutuyor, Putin ile işbaşı yapan St. Petersburg grubu, kara para ve yolsuzluk mafiasına kırmızı kart gösterip Batı ile entegrasyona hız veriyordu.

Afganistan operasyonu ile gelişen Putin-Bush arkadaşlığının, ABD Başkanı‘‘Anti Balistik füzeleri sınırlandırma anlaşmasını bozuyoruz. Savunma Kalkanı yapacağız’’ dediğinde diğerinin, ‘‘Yanlış bir şey ama çok da fazla önemli değil’’ yanıtı ile sıradışı bir yakınlaşmaya dönüştüğü ortaya çıkıyordu. Rusya 2001'de NATO'nun kapısından adımını atıyordu.

Bu arada, Kuran-ı Kerim ve İslamiyet ile ilgili kitaplar ABD ve Avrupa'da en çok satanlar listelerine giriyor, Hıristiyan alemi İslamiyeti anlamaya çalışırken, İslam dünyası ve Arap ülkelerin liderleri, terörizme karşı ittifak içinde, Filistin ile İsrail'i başbaşa bırakacak kadar yer alıyordu.

ABD, tek başına her şeye hakimmiş gibi görünüyor ama liderliğini güçlü bir ittifaka dayandırma zorunluluğu, bu ortaklıkta herkese söz hakkı veriyor, tek başına hareket etmesini eskisine göre daha da zorlaşıyordu.

2001, Sovyet sonrası dönemi kapatıyor, yeni dönemin rekabet içinde işbirliği yolunu döşüyordu.

Zor ama bence çok anlamlı bir yıl oldu 2001.

Yeni yıl daha kolay olmayacak, ama onun da çok heyecanlı bir yıl olacağından eminim.

Hepinizin yeni yılını kutluyorum. Barış ve bereket diliyorum.
Yazının Devamını Oku

İçimizdeki büyücü

30 Aralık 2001
<B>EĞER </B>o küçük kızın, annesinin çantasına ne tıkıştırdığına dikkat etmeseydim, içimdeki büyücüden de haberim olmayacaktı. İnsanın her yaştan arkadaşları olması da işte bu yüzden önemli. Hayatı çoğaltıyor. Gelişmeleri izleme merakı uyandırıyor.

* * *

ARKADAŞIMIN sekiz yaşındaki kızı Ayşe Balá, annesinin arkasından uzandı ve elindeki koskoca kitabı çantaya yerleştirmeye çalışırken sorumu yanıtladı.

Kitap, Harry Potter'ın son cildiydi ve yeni cildi henüz yayınlanmadığı için, altıncı kez aynı kitabı okuyordu. Öncekiler zaten sullar seller gibi okunmuş, bitirilmişti.

Milyonlara ulaşan satış rakamına, 750 binden fazla internet kulübüne, filmine, hergün hakkında çıkan haberlere pek yüz vermemiştim ama sekiz yaşındaki bir kızın tuğla kalınlığındaki bir kitabı hem de altıncı kez okuyor olmasının bir sırrı vardı elbet.

Ertesi gün, kitabı aldım ve okumaya başladım.

* * *

HARRY Potter, aynı hayal aleminin devamı olsa da konuşan çaydanlıklar, ders veren tavşanlar, yürüyen merdivenler, iskambil evler dünyasında onunla birlikte dolaştığımız harikalar diyarındaki Alice'ten çok farklı.

J. Alcott'un Küçük Kadınları gibi, büyüklerin dünyasına hazırlanan kız kardeşlerin öykülerine de hiç benzemiyor.

Kırmızı Saçlı Çocuk, Gizli Bahçe ve Pardayanlar'dan da çok farklı.

Pekiyi, ne var bu yeni de?

Muggle'ları ve sihirbazları, asaları ve Nimbus 2000 modeli uçan süpürgeleri, en iyi sihirbazlık okulu ve sihirbaz futbolu Quidditch ile Harry Potter, bir büyü öyküsünde gerçek hayatı anlatıyor.

Ortak dil yaratıyor.

* * *

ÖRNEĞİN 'Muggle'lar. Şimdi bütün çocuklar bunun ne demek olduğunu biliyor. Büyücülük yeteneği olmayan insanlara ‘‘Muggle’’ deniyor.

Bunlar, dar kafalı, bencil, küçük hesaplar peşinde, başarısız insanlar. Aramızda çok var böyleleri. Artık çocuklar, insanların yüzüne bakıp kimin ‘‘muggle’’, kimin büyü yeteneğine sahip olabileceğini anlıyor.

Büyü, sadece asa sallayıp, birkaç gülünç sözcük söylemekle olmuyor.

Duvarların açılması için incelikle rica etmeyi bilmeniz, kapıların geçit vermesi için doğru yerlerinden gıdıklamanız gerekiyor.

‘‘Gerçek. Hem en güzel hem de en kötü şeydir. Bu yüzden de büyük bir titizlikle ele alınmalıdır.’’

Bu yüzden de Tılsım öğretmeni Profesör Hogwarts, öğrencilerine gerçeğin değiştirilmesini ‘‘büyülerin en karmaşığı ve tehlikelisi’’ olarak tanıtıyor.

Ve, herkesin değiştirme gücü kendi yetenekleriyle belirleniyor. Asa sahibini seçiyor.

* * *

KÜÇÜK bir kız çocuğu sayesinde bir haftadan beri ben de klübe katıldım. İçimdeki büyücüyü keşfettim. İnsandaki değiştirme isteği, gücü ve cesaretine bağlı bir yetenek bu.

Durmadan büyüler yapıyorum. Sıkıntıları, sorunları, kızgınlıkları, yalnızlıkları, sevgisizlikleri değiştirmenin sihirli anahtarlarını aradıkça kendimde buluyorum.

O akşam Ayşe Balá ile tesadüfen bu meseleyi konuşmasaydık eğer, 'muggle'laşma tehlikesi ile her an karşı karşıyaydım.

Muggle'laşmayın sakın. Büyü yapın, değiştirin, hayatı güzelleştirin.
Yazının Devamını Oku

2001'in soruları

28 Aralık 2001
<B>YIL</B> sonu değerlendirmeleri dönemine adım attığımız bugünlerde, ben de en çok karşılaştığım soruları bulmaya çalıştım. Bu yıl, en sık hangi sorularla karşılaştım?

Durmadan sorulan, üstelik de format bile değiştirmeyen sorular bunlar.

Katıldığım bir televizyon programında; markette, kuyrukta beklerken; sınıfta öğrencilerimle tartışırken; annemin ağzından ve elektronik postadan gelenler arasında hep aynı sorularla karşılaşıyorum.

Bu soruları sizinle de paylaşmak istiyorum. Kısa yanıtlarıyla birlikte.

Önce, son günlerin en moda sorusundan başlayalım.

* * *

. ABD IRAK'a girecek mi?

. Hemen değil. Sonrası da koşullara bağlı. Önce Saddam'ın önüne, kendi kuyusunu kendisine kazdıracak kararlar sürecek. Amaç, Saddam'sız bir Irak. O yüzden sonra ne gerekiyorsa yapılacak.

. Irak bölünecek mi?

. Irak, şu anda bölünmüş durumda. Irak ordusuna ait uçakların ülkenin kuzey ve güneyinde seyretmesi yasak. Bölünmüşlük Habur'dan itibaren, ‘‘Welcome to Kurdistan’’ tabelasıyla başlar. Buna göre, Irak üçe ayrılmıştır. Kuzey Irak (kendi içinde ikiye ayrılır, Barzani ve Talabani'nin bölgeleri) Saddam'ın Irak'ı (36-33'üncü paraleller arası) ve güneyde Şiilerin çoğunlukta olduğu Basra eyaleti. (Saddam, bu bölgeye uçak gönderemez fakat yönetim onun elindedir ve halkın üzerinde ağır bir baskı vardır.) Sorulması gereken soru, 'Irak, bölünmüşlükten ne zaman kurtulur' olmalıdır. Yanıtı: Saddam'dan kurtulup, demokratik bir ülke olarak uluslararası toplumda yerini alınca.

* * *

. AVRUPA, Türkiye'yi alacak mı? (Bu, genellikle kötümserlerin yönelttiği bir sorudur ve kaşlar kalkık, gözler kısılarak sorulur.)

. Evet. Güçlü bir ekonomi, insan haklarına saygılı demokratik bir rejim, bu rejimin garantisi güçlü kurumlara ve eğitim düzeyi yüksek bir nüfusa sahip olduğumuzda Avrupa Türkiye'yi alacak.

. AB üyesi olmak, milli egemenliğimizi Avrupa'ya teslim anlamına gelmez mi?

. Hayır. Avrupalı da milli egemenliğini teslim etmiyor. AB üyesi ülkelerde yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre, yanıt verenlerin yüzde 89'u, ulusal kimliklerinin Avrupalı kimliğinden önce geldiğini söylüyor.

* * *

. KIBRIS'ı veriyor muyuz?

. Hayır vermiyoruz. Her şeyden önce, bizim olmadığı için veremiyoruz. Kıbrıs, Kıbrıslı Türk ve Rum toplumlarına ait. O yüzden de Ada'daki Türk ve Rum toplumlarının kabul edeceği, Türkiye ve Yunanistan'ın kaygı duymayacağı bir çözüm amacıyla başlayan görüşmeleri destekliyoruz.

. Kıbrıs'ta çözüm olacak mı?

. Evet olacak. Çünkü: 1. Ege ve Doğu Akdeniz'in istikrarı 11 Eylül'den sonra çok önem kazandı. 2. Avrupa Birliği'nin, 2002 yılı sonunda genişleme programını gözden geçirecek olması, Türk ve Rum toplumları kadar Türkiye ve Yunanistan üzerinde de baskı yaratıyor.

* * *

. ORTA ASYA'yı kaybettik mi?

. Hayır, çünkü daha Orta Asya'yı kazanamadık. Ama 11 Eylül sonrasında ortaya çıkan yeni ortam, Türkiye'ye Orta Asya'yı kazanma şansı da veriyor. Türkiye-ABD ve Rusya'nın işbirliği dönemi başladı bölgede. Özellikle, askeri eğitim konularında Türkiye etkili oluyor. Folklorik kıyafetli öpüşüp koklaşma sahnelerinin yerini çalışma komisyonları aldıkça Türkiye Orta Asya'yı kazanıyor.

. Bakü-Ceyhan hayal mi?

. Hayır. En hayal gibi göründüğü zamanlarda bile inandım Bakü-Ceyhan'ın gerçekleşeceğine. Şimdi çok daha gerçek.

* * *

. Neden bu kadar iyimsersiniz?

. Çünkü, iyimser olmak kendine güven, mücadele etme ve kazanma gücü verir de ondan.
Yazının Devamını Oku

Kadın, ümmetin yabancısı siyasetin yanaşması

24 Aralık 2001
<B>AFGANİSTAN'</B>da yeni yönetim hazırlıkları yapılırken, kadınların eşit biçimde yeni hükümette temsil edilmeleri için dünya ayağa kalktı. Amerikan Kongresi'nden Beyaz Saray'a, Birleşmiş Milletler'den Avrupa Birliği'ne kadar her plaftormda girişimler gerçekleşti. Türkiye'deki bazı sivil toplum örgütleri ve siyasiler yer aldılar bu girişimlerde.

Sonuç? Sadece iki kadın bakan girebildi geçici hükümete.

Bir tek kadın bakan bile olmayan bir ülkeden bakıldığında Afganistan kadınlarının bizlerden daha başarılı olduğunu düşünebiliriz.

Hatta 'General Dostum'a bile tek bakanlık verilirken, kadınların iki bakanlık alması fena mı?' diye düşünenler bile çıkacaktır aramızdan.

Oysa, savaşlarla hırpalanmış bu coğrafyada, en büyük bedeli ödeyen kadınlara eşit temsili sağlamadan Afganistan'da istikrar mümkün değil.

Çünkü kadın meselesi özünde bir demokrasi meselesidir. Bir zihniyet değişikliği meselesidir.

11 Eylül ile birlikte İslamiyet'in kadına bakışı konusu da tartışmaların merkezine oturdu. Müslüman toplumlarında çoğulculuk ve kadın sorunu önümüzdeki on yılın en önemli tartışmasını oluşturacak.

* * *

ŞU tartışma hep vardır. Hükümetlerin seçimle işbaşına geldiği toplumlarda, kadınlar da oylarını serbestçe kullanmıyorlar mı? Evet kullanıyorlar, öyleyse seçimlerin olduğu her toplum çoğulcu demokratik toplumdur.

Hayır, demokrasi, herkesin sesini eşit biçimde duyurabildiği toplumlarda mümkündür. Örneğin, İran'da da kadınlar oylarını serbestçe kullandılar ve reformcu lider Hatemi'yi ezici bir çoğunlukla yeniden devlet başkanlığına taşıdılar.

Ama seçimlerden hemen sonra, mollaların ilk işi gerektiği gibi örtünmeyen kadınların ve flört eden gençlerin peşine düşmek, vitrinlerden 'uygun' olmayan giysilerin kaldırılmasını sağlamak olmadı mı?

Faslı feminist Fatma Mernissi'ye göre, 'İslam hem hukuki hem de kültürel bir sistem olarak, kadının kontrol edilemez bir güç-bu yüzden de bilinmez 'öteki' olduğu fikriyle yoğrulmuştur.'

O nedenle Müslüman toplumlarda kadın, çoğulculuk tartışmalarının hep odağında yer alacaktır. Çünkü 'ümmet' içinde kadınlar 'yabancı'yı temsil ederler.

Azınlıklar gibi kadınlar da, 'görünmezliğe' mahkumdurlar.

* * *

TÜRKİYE'de kadın, bunca kazanıma rağmen hálá 'görünmez' durumda. ANAP Genel Başkanı Yılmaz önceki gün kadın Kongresi'nde kadınları siyasete çağırıyor.

Bu çağrıları inandırıcı bulmuyorum. Çünkü seçim dönemlerinden önce hatırlanan kadınlar seçimlerden sonra ilk unutulanlar listesinin başında yer alıyorlar.

Kadınlar, siyasetin hep kenarında. Kilit konuma gelenler ise, temsilcilik özelliğini zaten kaybetmiş olanlar. Çiller gibi.

Önemli olan, ‘öteki’likten kurtulmak. Bu, kadınlar açısından da bir zihniyet değişimi gerektiriyor. Değişmeyen başkanlar, etraflarında onlara hayran kadınlardan oluşan sivil toplum örgütleriyle siyasetin sığıntılığından kurtulmak zor.

* * *

AFGANİSTAN'daki geçici hükümet, kadınlarla ilgili bunca baskıdan sonra sadece iki kadına yer bulabildi. İslam toplumlarında kadın siyasetin sığıntısı olmadan, ümmetin yabancısı durumundan nasıl kurtulacak? Önümüzdeki dönemde, İslam toplumlarının yanıt arayacağı soru bu. Bizim yanıtımız ne olacak?
Yazının Devamını Oku

Arjantin'in sorunu karakter bozukluğu mu

23 Aralık 2001
<B>SANKİ</B> 20'inci yüzyılın edebiyat dehası<B> Jeorge Luis Borges</B>, <B>Julios Cortazar</B> o topraklardan çıkmadı. İnsan cinselliğinin karmaşık örgüsünü bir tül dokur gibi ince ince işleyen, Örümcek Kadının Öpücüğü'nün yazarı<B> Manuel Puig</B> Arjantinli değil miydi? Şimdi yağma olaylarına bakıp, o toplumun zenginliğini, tecrübesini kültürünü yok farzedercesine, krizin boyutunu karakter tahlilleri ile açıklamaya çalışıyoruz.

1930'larda dünyanın en zenginleri arasında olan Arjantinli, 70 yıl sonra neden yağmacılığa tenezül ediyor?

Bu sorunun yanıtını titizlikle aramak yerine biz, üç günden beri Türkiye ile Arjantin'i karşılaştırıyor ve bu sahnelerin Türkiye'de yaşanmıyacağına kendimizi ikna etmeye çalışıyoruz.

Bizde yağmalama olmaz, çünkü Türkler esnektir. Çünkü yardımlaşma kültürü Türkler arasında güçlüdür.

Çünkü, köyden koliler gelir. Türkler aç kalmazlar. Köyden gönderilen un ve yağ ile börek filan yapıp yerler.

Çünkü, biz Müslümanız. Fitre ve zekat veririz ve fakirler açlıktan kurtulur. (Pekiyi ya Müslüman olmayan Türkler? Onların durumları konusunda henüz bir açıklama yok.)

21'inci yüzyılın bu ilk yağmalama olaylarını genetik bozukluk, karakter zayıflığı, dayanışma zaafı ile açıklama girişimlerini hayretle izliyorum.

Herkesten önce bizim, Arjantin gerçeğini tüm çıplaklığıyla anlamak zorunda olduğumuzu düşünüyorum.

* * *

ARJANTİNLİ gazeteci Mariano Gordona, krizle ilgili olarak kaleme aldığı kitabında, ‘‘Hayatımda, krizden çıktık galiba diyebildiğim bir günü bile zaten anımsamıyorum. 1930 darbesiyle birlikte devlet meşruiyetini kaybetti ve bugünlere geldik. Artık devlet iktidarını da kaybetti’’ diye yazıyor.

1991-97 arasında ekonomik başarı örneği olarak gösterilen Arjantin'de kriz bizdekinden daha eski. Dört yıldan beri ülke derin bir krizde.

Bunun en büyük nedeni pesonun dolara sabitlenmiş olması mı? Herkes öyle diyor ve dalgalı kura geçmiş olmanın Türkiye için bir güvence teşkil ettiği ileri sürülüyor.

Amerikalı tanınmış ekonomist, MIT profesörlerinden Rudy Dornbush, İtalyan La Stampa Gazetesi'nde yayınlanan röportajında bu soruya şu yanıtı veriyor:

‘‘Hayır tek neden bu değil. Bu, Arjantinlilerin gerçeği görmesini engellemeye yarıyor. Kendilerine şu soruyu sorsunlar. Neden yabancı yatırımcı gelmiyor yıllardan beri ülkeye? Bugünkü durumun nedeni aşırı borç yükü, yatırımın olmaması ve zayıf hükümetler ve yolsuzluğa batmış bir siyasi sınıf.’’

Arjantin'in resmine baktığımızda nüfusunun yüzde 40'ının vergi vermediği bir toplum görüyoruz. Devletten sağladığı kredilere sırtını dayayan ve uluslararası rekabete açılacak kaliteyi üretemeyen bir iş dünyası. Parasını Miami'de bankalarda tutan zenginler. Yolsuzluklara batmış politikacılar ve halka bir hedef gösteremeyen siyasi partiler. Devlete, partilere, ekonomiye güvenini kaybeden öfke içinde umutsuz bir halk.

Madalyonun öteki yüzünde ise IMF'nin sorumluluğu çıkıyor karşımıza. IMF'de görevli olan ekonomist Michael Mussa anlatıyor: ‘‘IMF, geçen ağustos ayında Arjantin'e para vermemeli ve uyarmalıydı. O zaman ülke bu duruma düşmezdi. Arjantin, Ağustosta borç ertelemesi ve devaülasyona gitmeliydi. Ama yapmadılar. Çünkü yabancı piyasalar hazırlıksız yakalanacaktı. Oysa, şimdi yabancı piyasalar kendilerini korumak için önlemlerini aldılar. Artık Arjantin'in borç ödememesi onları pek etkilemeyecek.’’

* * *

TÜRKİYE, Arjantin ile ortak noktalara sahip. Ama Arjantin olmayabilir. Genetik özelliklerimiz ya da stratejik üstünlüklerimiz nedeniyle değil, ciddi değişim programımız Avrupa Birliği hedefi sayesinde.
Yazının Devamını Oku