29 Temmuz 2011
NOKTAYI koyuyorum. <br><br>Yazılarıma son veriyor ve mesleğe başladığım Hürriyet Gazetesi ile 28 yıllık beraberliği noktalıyorum. <br><br>Karar tamamen bana ait. 1971 ve 80 darbeleri sonrası Bab-ı Ali’ye savrulan gençler kuşağından bir gazeteci olarak, tamamen tesadüfen başlayan gazetecilik hayatımın başında, bu mesleği bu kadar sevebileceğimi hiç tahmin etmemiştim.
Dış Haberler Servisi’nde çalışmak bambaşka bir heyecandır. Hele dünyanın her yerinde muhabirleri olan Hürriyet Gazetesi’nin Dış Haberler Servisi’nde uzun yıllar çalışmak, haberciliğin en parlak olduğu dönemlerde Hürriyet Dış Haberler’in her kademesinde sorumluluk almak, bir haberi dünyanın her yerindeki muhabir ağı ile çeşitli kaynaklardan doğrulatarak okuyucuya yetiştirmenin heyecanını tatmak çok keyifliydi.
Gazeteciliği ve bana dünyayı avuçlarımın içinde hissettiren Hürriyet Dış Haberciliği’ni, birlikte çalıştığım arkadaşlarımı, yöneticilerimi çok sevdim.
Evet 28 yıllık beraberliği noktalıyorum. Karar ani olmadı ve başka herhangi bir yere de gitmiyorum.
Hevesim kaçtı. Bir yıldan beri üzerinde düşündüğüm, hazırlık yaptığım ve olgunlaştırdığım bir karar.
İLK Müdürüm rahmetli Şevki Adalı, “Dış Haberler Servisi’nde çalışmak sürekli öğrenmek, bir değil birçok üniversite bitirmek” derdi.
Gerçekten de, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının hemen öncesinde ve sonra dünyadaki değişim yıllarını bir gazeteci olarak, hem de dünya gazetesi Hürriyet’te izlemek müthiş bir keyifti.
Hürriyet’in dış politika yazarı olarak, Avrupa Birliği perspektifi çerçevesinde atılan ilk adımlardan itibaren gelişmeleri takip etmek, Türkiye ve dünyadaki yeni dinamiklerin siyaset yapım süreçlerine adım atışlarını görmek de öyle.
Öyleyse neden?
16 Nisan tarihli La Repubblica Gazetesi’nde Trinidad’lı yazar, Nobel ödülü sahibi Naipul ile yapılan bir söyleşiyi vardı.
“Aynı cümleleri yazmaktan bıktığım için omuzlarımda 50 yıldan beri yazdığım kitaplarla, yazı yazmayı bırakıyorum. Başta her şey daha iyiydi. Çünkü keşfetmenin heyecanı vardı. Ama yazı yazmanın sorunu şu, bir kere yaptığında, artık neyi nasıl yapacağını biliyorsun. Ve sonunda kendini aynı şeyleri söylerken buluyorsun. Kendini tekrarlıyorsun.”
İşte benim de hevesim bundan kaçtı. Gazeteci, gerçeği izlediği için kendini tekrarlamaz diyebilirsiniz. Doğru.
Ama düşünce ve ifade özgürlüğünün her zaman kısıtlı olduğu bir ülkede gazetecilik de insanı hızla kalıplara sokar.
İktidar yandaşı görüşlerin olduğu gibi, muhalefetin bütün renklerinin de kendi kalıpları vardır.
Bozulmuşluğun da. Onu yeni ve pırıltılı tek gerçek olarak sunmanın da.
Gerçeği ortaya çıkartma koşusu olan bu meslekte ise kalıpları kırarak yürümek güzeldir.
Yeni şeyleri yeni bir dille söyleyebilmek ve bunu paylaşmak.
YAPTIKLARI haberler yüzünden ya da düşüncelerini yazdıkları için cezaevinde tutuklu bulunan sosyalist, Kürt, milliyetçi, İslamcı basından gazetecilerin sayılarının azalacak yerde gittikçe arttığı bir ortamda, basın özgürlüğüne yönelik müdahalelerin birçok gazeteci tarafından bile “olağan” karşılandığı bir iklimde, tek işleri gazetecilik olanların heveslerinin kaçması olağan bir sonuç değil midir?
Tabii ki basın özgürlüğü için çalışmaya devam edeceğim. Eşitlikler temelinde özgürlük ve demokrasi yolundaki yolculuğum sürecek.
Ama bana müsaade sevgili okuyucularım, arkadaşlarım. Ustalık bana göre değil. Her şeyin tekrarlandığını sanarak yaşamak yerine, acemisi olduğum şeylerin heyecanını yaşayacağım bir çıraklık dönemine yelken açıyorum. İzninizle, ayrılıyorum.
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2011
Yazarımız yıllık izninin bir bölümünü kullandığından yazılarına bir süre ara vermiştir.
Yazının Devamını Oku 20 Haziran 2011
CEZAEVİNDE bulunan ve sayısı altmışın üzerinde olan gazeteciler özgürlük müjdesi bekliyor. Hepimiz bunu bekliyoruz.
Mahkemelerin bağımsız olduğu, siyasi müdahalenin söz konusu olamayacağı söylense de öyle değil.
Bu ülkede ve her yerde, siyasi mesajlar, mahkemelerin seyrini etkiliyor.
Hukukta orantısallık kavramı üzerinde biraz düşündüyseniz, hakimin yasaları yorumlama sürecinde belli oranda şahsi görüş ve inançlarının da rol oynadığı gerçeği bugün bu bilimin kabul ettiği bir konu.
O yüzden siyasi mesajlar önemli.
Bu da yeterli değil tabii, basın özgürlüğünün önündeki yasal engellerin de kaldırılması lazım.
Düşüncenin suç, kitabın bomba, medyanın şeytan ilan edildiği bir ortamda, gazetecilerin susturulmaları, cezalandırılmaları ve hapislere atılmaları kolaylaşıyor.
Gazetecilerin terör suçlusu oldukları için hapiste olduklarını söylemek ikna edici olmadığı gibi büyük bir haksızlık.
Nedim Şener terörist mi?
Sosyalist ve Kürt oldukları için, toplumda yaratılan terörist algısına kolayca kabul ettirilen birçok gazetecinin dosyasını incelediğinizde görüyorsunuz.
Devletin artık gizliliği de kalmayan görüşmeler sürdürdüğü bir dönemde Abdullah Öcalan’ın resmini basmak, açıklamalarını yayınlamak terör örgütü propagandası kapsamında değerlendiriliyor, gazete propaganda broşürü, gazeteci de terörist olarak kolayca susturuluyor.
Bir örgütün, terörist ilan edilmiş bir grubun neyi savunursa savunsun ne olduğu, faaliyetleri, savundukları hakkında bilgi sahibi olmak mı yoksa cahil kalmak mı halkın savunma gücünü onun karşısında sağlamlaştırır?
Yeni bir döneme adım atıyoruz.
Toplumda yeni Anayasa beklentisi çok yüksek. Bunun için uzlaşma iklimine ihtiyacımız var. Seçim öncesi gerginliklerle sağlam bir yol haritası çizilemez.
Sadece iktidar değil, muhalefetten de işbirliği, uzlaşma arayışı bekliyor toplum.
UZLAŞMA iklimini oluşturmak için ilk adım cezaevlerindeki gazetecilerin özgürlüklerine kavuşması olmalıdır. Başbakanın davalarından vazgeçmesi yerinde bir karar.
Düşüncelerin serbestçe ortaya konduğu, tartışıldığı, farklı düşünenlerin ne dediklerini dinleyip anlayarak yaratabiliriz uzlaşma ortamını.
Tepedeki uzlaşmalar önemlidir, çünkü verdikleri siyasi mesaj halkı cesaretlendirir ama kitleler bu mesajı sindiremezse geçici olmaya mahkumdur.
Tahrik, iftira, tehdit, şiddete övgü tabii ki düşünce, ifade ve basın özgürlüğüne girmez.
Ama bunları çürütmenin en sağlıklı yolu yine basının kendi içindeki mekanizmalar, eleştiri ve yalnızlaştırmaktır.
Özgürlükçü bir anayasa için yola çıkacaksak eğer mutlaka basın özgürlüğünün önündeki tüm yasal engelleri kaldırmak zorunda olduğumuz kabul edilmelidir.
Anayasa çalışmalarına hakim olacak zihniyetin belirlenmesinde çok etkili bir başlangıç olacaktır bu adım.
Önümüzdeki günlerde, siyasiler düşünce, ifade ve basın özgürlüğünden yana mesajlar verirlerse, çok sayıda gazetecinin özgürlüklerine kavuşacağını umuyorum.
Bu konuda da, Meclis’e yeni giren meslektaşlarımızın örnek olmasını diliyorum.
Kendileri gibi düşünmeyenlerin de haklarını savunma konusunda herkesten fazla titizliği ve öncülüğü onlardan bekliyorum.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2011
BİRKAÇ gün önce bir dana burnunu kurtarmaya çalışırken onun tarafından sokuldum. Allah’tan yarı baygındı da danalar gibi bağırtmadı beni.
İyilik de farklı yorumları olan bir kavram değil mi?
Ben ona iyilik yapmak için müdahale ettim, o özgürlüğüne müdahale algıladı.
Suriyeli mülteciler, kamplarda sıkı güvenlik önlemleri altında tecrit edilmekten şikayetçiler.
Dışarısı ile temasları engelleniyor. Başlarından geçenleri basına anlatmaları istenmiyor.
Bunun için açlık grevi yapanların olduğu haberlerini bile aldık.
Türkiye bu işin altından tek başına kalkmak istiyor. Her kafadan bir ses çıkması bu durumlarda ne kadar büyük karmaşaya yol açar biliyorum.
Sığınmacıların üzerinden çeşitli çıkarlar kendi ajandalarını hayata geçirmeye çalışarak ev sahibi ülkeyi sıkıntıya sokarlar.
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2011
DÖRT yıl önce, canlarını kurtarmak için yollara düşen insanlar Suriye’nin kapısını çalmışlardı.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin temsilcisi arkadaşım Metin Çorabatır ile birlikte Şam’da kurulan merkezleri gezmiştik.
Iraklı bir Ermeni’nin sözleri hiçbir zaman aklımdan çıkmadı. “Hayatımı çaldılar” demişti, önce ailesi Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmıştı.
Bir insanın hayatının doğmadan önce de çalınabileceğini onunla konuşurken fark etmiştim. Dört yıl önce Şam’da rastladığım hayatı çalınan o adam, Suriye’de kendisine yeni bir hayat bulmak için kapı kapı dolaşıyordu.
Şimdi Suriyeliler yollarda.
Dün babalarının hayatlarını çalanlar, bugün çocuklarınınkine el uzatıyorlar.
Dört yıl önce, Amerikalılarla Iraklılara sahip çıkmak için para pazarlıklarına oturan Beşar Esad bugünleri eminim aklına getirmemişti.
O kaçaklara kapılarını açmak, Beşar Esad’ın uluslararası toplum nezdinde itibarını arttırmış, “meşru muhatap” kabul edilmesine, çevresindeki tecrit duvarını çatlatmasına yaramıştı.
Tabii ki zor durumdaki insanlara el uzatmanın siyasi getirisi vardır.
Ama siyasi güvencesi yoktur.
Dün başkasının halkına kucak açanlar, bir gün gelir kendi halkını aynı duruma düşürebilirler. Bu işlerin tek güvencesi demokratik rejimin sağlıklı biçimde işlemesidir.
ÖNCEKİ gün, Türkiye’deki vatandaşlarını geri çağıran Suriye rejimi, dün sabah ülkenin kuzeyindeki kentlerde saldırılarını sürdürdü.
Beşar Esad, artık muhatap alınması zor bir yönetici, sözü senet değil. Birkaç saat içinde reform yapacağını vaat ettiği konuşmasının ardından, halkın üzerine ateş açıldığı haberleri geliyor.
Gerek Başbakan Erdoğan, gerek Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Türkiye’nin açık kapı politikasına devam edeceğini söylerken, bazı Suriyeli kaynaklardan gelen haberler, dünden itibaren girişlerin zorlaştırıldığı iddialarını taşıyor.
Uluslararası anlaşmalara ve insan haklarına uygun biçimde, canını kurtaracak yer arayanları kucaklamak önce insanlık namına yapılması gereken bir şey. Aynı zamanda Türkiye’nin ve hükümetin itibarını artıran bir adım.
Yarın Suriye’de iş yeni hükümet kurma çalışmalarına geldiği zaman, bugün Türkiye’nin kollarını açtığı bir çok kişi Şam’a doğru yola çıkacak.
Eğer hâlâ Beşar Esad’ı doğru yola getirme ısrarı sürmez ve önemli yanlışlar yapılmazsa, Türkiye’nin rolü artabilir.
Tabii ki işler bu kadar kolay değil. İran, Hizbullah faktörlerini, İsrail’i de hesaba katmak lazım.
Yine de Türkiye, daha önce başarıyla yönettiği Bulgar, Makedonya ve Irak’tan gelen sığınmacı akınlarının deneyimine sahip.
SURİYE Yönetimi, sınır kentlerindeki operasyonların bölgeyi teröristlerden temizleme amaçlı olduğunu söylüyor. Eldeki listelere göre evlerden insanları topladıklarını da itiraf ediyor.
Cisr El Şugur’dan sonra dün, tanklar Maret el Numan’a yöneldi.
Sadece Türkiye değil, Lübnan ve Irak sınırlarına da yığılma var. Hatta Golan tepelerinde de birikme olduğu haberleri geliyor.
Kim bilir, belki de Esad rejimi, kendisinden sonra, gelişmelerin nasıl geniş bir bölgeyi tehdit edeceğini göstermek istiyor.
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2011
DÜN oylarımızı kullandık. Birimiz Adalet ve Kalkınma Partisi’ne verdik. Diğerimiz vermedik.
Adalet ve Kalkınma Partisi, Cumhuriyet tarihinde ender görülen seçim zaferlerinden birini kazandı.
Tebrik ediyorum. Bu zaferi sadece Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kişisel karizmasına bağlayan yorumlara katılmıyorum. Parti örgütü “seferberlik ruhu” içinde çalışmayı biliyor. Ayrıca hükümet olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin elindeki olanakların muhaliflerini hiç birinde yoktu. Bunu da gözden uzak tutmamak gerekiyor.
Yeni bir dönem başlıyor.
Her ne kadar Başbakan dün akşam balkon konuşmasında, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy vermeyenleri de kucaklayacaklarını söylediyse de, aynı vaadi dört yıl önce de duyduğumuz için bu kez daha mesafeli dinledik.
Umuyorum, Başbakan Türkiye’nin diğer yarısını yok saymaz.
Ama yine balkon konuşmasında Erdoğan, “kazanan milli iradedir, Millet kazanmıştır” diyor.
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarını önümüzdeki dört yıl için her türlü sorgu sualden vareste kılacak bir yorum bu.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2011
ARAP baharı Türkiye’nin dış politika vizyonunda gedikler açmıştı ama en ağır darbe Suriye’den geldi. Reformları yaptı yapacak diye gözlerimiz gözlerinde beklediğimiz Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Ankara’nın sözünü hiç dinlemedi.
‘Reform yapıyorum’ derken, önce askerlerini, sonra tanklarını şimdi de helikopterlerini halkın üzerine gönderdi.
Olayların ilk gününden beri ülkesini gazetecilere kapattığı için, gerçekleri öğrenme hakkımız da elimizden alındı.
Ne olup bittiğini ancak tanıklıklardan öğrenebiliyoruz.
Basın özgürlüğünün adım atmadığı Suriye’nin yaptığını aslında ondan farkı olmayan Libya bile yapmadı.
Neyse söyleyeceğim bu değil, dikkat çekmek istediğim sadece, hak ve özgürlük ihlallerinin varacağı noktayı her fırsatta olduğu gibi burada da, fırsat bilerek, ufak bir hatırlatmada bulunmak.
Esad’ın orduları sınırımızdan sadece 10 km mesafede insanların üzerine ateş açıyor. Kadınlar çocuklar, yaralılar Türkiye’ye kaçıyorlar.
Önceki gün Şam Yönetimi, “Onlar terörist. Biz terörle savaşıyoruz” diyordu.
Bu klişenin ikna ediciliğini 1990’larda bıraktığını fark etmeyenlerden biri de Şam.
Dünya kamuoyu, baskıcı bir rejimin sonu geldiğinin farkında ve insanların terörist olduklarını, dış güçlerin teşviki ile sokağa çıktıklarını iddia eden resmi açıklamaları hiç ama hiç ciddiye almıyor.
Gelişmeleri, tankların önünden kaçışan insanların çığlıkları belirliyor.
* * *
2010 yılında Suriye ile terörle mücadele anlaşması imzalayan, bu yıl bir adım daha atarak bu anlaşmayı ortak önlemler çerçevesi ile derinleştiren Türkiye bugün, Şam rejiminin terörist ilan ettiği Suriye halkına kapılarını açıyor.
Bu da, dış politika vizyonlarının dayandığı temelin önemini ortaya koyuyor.
Diktatörler ile yapılan anlaşmalarda al-ver’ler daha net, daha kolay olabilir ama değerinin ve kalıcılığının olamayacağını Ortadoğu’daki son gelişmeler gösteriyor.
Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerini düzeltmesi AK Parti Hükümeti döneminde gerçekleşti. Çok da iyi oldu. Ama bu yakınlaşmanın Esad Yönetimi’nin meşruiyetini güçlendirdiğini de unutmamak lazım.
Yönetim karşıtlarına Türkiye’nin başlarda izlediği mesafeli tavrın altında “Esad ve zevceleri ile kişisel dostluk” kisvesinin de etkisi yok muydu?
Kaddafi ile Libya’da olan, Esad ile Suriye’de tekrarlandı.
Şimdi ne Kaddafi, Türkiye’nin “artık ülkeni bırak, nereye istersen biz arabulucu olalım seni oraya yerleştirelim” teklifine yanıt veriyor, ne de Esad “reform yap” tavsiyesini dikkate alıyor.
* * *
SURİYE’deki gelişmelerin en ciddi sonucu, Türkiye’yi Suriye, İran ittifakından koparmak oldu.
Bu süreçte İran, Şam Yönetimi’nin arkasında durdu. Olayların bu seviyelere ulaşmasından önce, İran’dan Suriye’ye giden şüpheli kargoda silah yakalayan da Türkiye idi zaten.
Üçlü eksen çöktü.
Türkiye, uluslararası toplum ile birlikte hareket etmeye hazırlanıyor. Bu kez, ne İran’a yaptırımlar ne de Libya’daki gibi olacak. Seçimlerden hemen sonra, BM’de Suriye konusu ele alındığında Türkiye’nin pozisyonu, Suriye’ye karşı hiçbir adım atılmasını istemeyen Rusya’dan ayrışacak.
Diktatörlerle sıfır soruna dayalı dış politika vizyonu Ortadoğu’nun yeniden biçimlendiği bu dönemde ömrünü tamamladı.
Türkiye haklar, özgürlükler ve eşitlikler temelinde demokratik değerlere dayalı, yumuşak gücüyle ilham veren, uluslararası sistemle uyumlu uzun vadeli yeni bir vizyon belirleyebildiği ölçüde bölgenin değişim dinamiğini yönlendiren güç olacak.
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2011
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan yine köşe yazarlarını hedef gösterdi. Milliyet’in eğitim uzmanı Abbas Güçlü’ye meydanlardan “er geç bedelini ödeyeceksin” diyor, The Economist Dergisi’ne, “bu ne densizlik” sözleriyle ağzının payını veriyor.
Milliyet yazarı Nuray Mert’e “namertsin” diyor. Onu, PKK’nın sırtını sıvazlamakla suçluyor.
Basın özgürlüğü ile ilgili bütün eleştirileri reddeden Başbakan, “BDP’ye karşı bu kadar uysal, AK Parti’ye karşı nasıl bu kadar saldırgan olabiliyorsun” diye soruyor Mert’e.
Eleştirilerin özüne yanıt vermek yerine, dozuyla uğraşmak farklı görüşlere karşı tahammülsüzlüğün ta kendisidir.
Neden ona değil de bize karşısın diye meydanlarda hesap sormak, PKK ile neredeyse işbirliği ile suçlamak düşünce ve ifade özürlüğü ile mi yoksa basın özgürlüğü ile mi örtüşüyor?
Bazı düşüncelere katılmayabilirsiniz, iddiaları doğru bulmayabilirsiniz ama onları dile getirenleri susturmaya, bastırmaya çalışarak kendi yanıt hakkınızı kendiniz gasp ettiğinizin farkında mısınız?
BAŞBAKAN Nuray Mert’i hedef tahtasına yerleştirirken, kadın kimliği üzerinden gönderme yaparak karşı salvonun etkisini artırmayı hesaplıyor.
“Güya bayansın, Cizre’de yüzleri yakılan Kürt çocuklarını görmezden gelip, BDP’nin, PKK’nın sırtını neden böyle sıvazlıyorsun?” diyor.
Her şeyden önce yüzleri yanan çocuklar sadece kadınların değil, tüm toplumun başta da o çocukların yüzlerinin gülmesinden sorumlu olan siyasi yöneticilerin sorunudur.
Bu ayıp, iktidarın da ayıbıdır. Türkiye’nin ayıbıdır. Sorunların silahla, askerle, güvenlik güçleri ile çözülemediğini görüp de bir türlü gerekeni yamayanların ayıbıdır.
Bir erkek yazarı eleştirirken Başbakan güya erkek yazar olacaksın demiyor.
Ama Nuray Mert’e kadın kimliği üzerinden eleştiri yapmayı daha etkili buluyor.
Aynı konuşmada, Hopa’daki olayları protesto eden bir göstericiden söz ederken, “Ankara’da polis panzerine tırmanan kız mıdır kadın mıdır bilemem” diye başlıyor sözüne.
Polis tarafından ağır biçimde dövülerek yürüyemez duruma getirilen bir vatandaşın güvenliği ve sağlık durumu bu ülkenin başbakanı olarak kendisini hiç ilgilendirmiyor olabilir ama o göstericinin kız mı kadın mı olduğu başbakanı neden ilgilendiriyor, anlamak zor.
SEÇİM meydanlarında gazetecileri, köşe yazarlarını hedefe koyarak kitleyi hareketlendirme taktiği yüzünden Türkiye, en güçlü partisinin sağlayacağı zihniyet değişimi olanağından mahrum biçimde giriyor seçimlere.
Zihniyet değişiminin eşlik etmediği bir sorun çözme süreci ise tabii ki mümkün değil.
Tepeden inmeci, dayatmacı, verdiğim kadarıyla idare etçi bir yaklaşımla Türkiye’yi kilitleyen ana sorunlardan hangisi çözümlenebilir?
“Güya bayansın”daki sorunlu yaklaşımı fark etmeden, diğerlerinin çözümü beklenebilir mi?
Yazının Devamını Oku