BİR haftadır yoktum. Amerika’daydım. Biraz tatil, biraz iş.
Doğruyu söylemek gerekirse yazmamak çok zor.
New York’ta, Türk-Amerikan ilişkilerinin nabzını tutmaya çalıştım.
Açıkçası, durum Türkiye’de zannedilenden daha vahim.
Türk-ABD ilişkileri hayli bozuk.
Amerikan medyasındaki Türkiye karşıtlığı, birkaç dizide veya programda Türkiye’ye edilen hakaretlerden daha derin.
Her fırsatta ve her gruba göre Türkiye eleştirisi yapılıyor.
Müslümanların izlediği etnik kanallarda Türkiye’de Müslümanlara yapılan baskıdan söz ediliyor, başka yerlerde Türkiye’deki insan hakkı ihlallerinden bahsediliyor.
Sokaktaki adam bile Türkiye’yi artık biliyor. Ama olumlu yönde değil.
Türkiye’de yakından tanınan yazar Pollock, Türkiye’yi çok sevdiğini söylüyor.
Makalesindeki ‘çirkin’ yaklaşımlar içinse, ‘Ortada bir sorun vardı ve kimse görmek istemiyordu. Özellikle de Türkiye tarafı. Ben bunu gösterdim. Sorunu ortaya koydum. Şimdi bunu düzeltmek için ne gerekirse yapmak lazım. Ben sizden yanayım’ diyor.
Yazısındaki ‘tonlama’ içinse, ‘Daha hafif ifadelerle yazsaydım bu etkiyi yapmayacaktı ve sorunun büyüklüğünü kimse anlamayacaktı. Ben hastalığa teşhisi koydum. Bunu da net bir şekilde yazdım. Şimdi tedavi etmek için herkes elinden geleni yapmalı’ diyor.
Ancak tedavi göründüğü kadar kolay olmayacak gibi.
Başbakan’ın haziran ayında yapmayı planladığı bir ABD gezisi var. Ancak Bush randevu konusunda ‘nazlanıyor’.
Geçtiğimiz günlerde Washington’a giden Müsteşar Ali Tuygan randevu işini netleştiremedi. Bu da kırgınlığın bir başka göstergesi.
Ancak herkes Başbakan’ın İsrail gezisinin ilişkileri normalleştirme konusunda önemli bir adım olacağı görüşünde.
ABD yönetiminde etkin isimler ise Türk-ABD ilişkilerindeki krizin sadece ilişki düzeyinde değil, ‘konumlanma’ düzeyinde olduğunu düşünüyorlar ve Türkiye’nin yeni bir açılım yapması gerektiğine inanıyorlar. ‘Türkiye’nin jeostratejik konumundan kaynaklanan ortaklık modelinden vazgeçmesi gerektiğini, bunun bugün artık çok önemli olmadığını, ABD ile farklı ve daha derin bir işbirliği içine girmesi gerektiğini’ düşünüyorlar..
Önümüzdeki dönemde Türkiye-ABD ilişkileri farklı bir boyut kazanacak gibi duruyor.
Bu boyutun olumlu mu, olumsuz mu olacağına Türkiye karar verecek.
Derviş’in başarısını küçümsemeyin
KEMAL Derviş’in ‘büyük başarısının’, Türkiye’de yeterince yankı bulmadığını görünce üzüldüm.
Derviş’in Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın başına geçmesi inanılmayacak kadar büyük bir başarı. Ve bu başarı Türkiye’nin değil, Derviş’in şahsi başarısı.
Derviş’i bu göreve aday gösteren Türkiye değil, doğrudan doğruya Kofi Annan’ın sekretaryası. Güçlü rakipleri arasından sıyrılıp görevi kapması ise Derviş’in kişiliğinden, özellikle de Avrupa’daki ‘karizmasından’ kaynaklanıyor.
Derviş için şimdi BM Genel Kurulu’nda bir oylama yapılacak ama bu sadece formalite.
Genel Sekreter’in bu göreve aday gösterdiği birinin reddedilmesi şimdiye dek rastlanmış bir şey değil.
Zaten Annan da bu kararını açıklamadan önce ‘önemli’ ülkelerin görüşünü almış.
Bu bir Türk’ün uluslararası bir kuruluşta şimdiye kadar geldiği en yüksek görev.
Kemal Derviş son iki aday arasına kaldığını öğrenince çok heyecanlanmış.
Birleşmiş Milletler’deki Türk misyonunu defalarca arayıp gelişmeleri öğrenmeye çalışmış.
Eğer seçilmeseydi büyük hayal kırıklığına uğrayacaktı.
Şimdi de haklı bir gurur içinde.
Türkiye’nin elinde aslında çok önemli bir insan kaynağının var olduğunu gösteren bir durum bu. Ama ne yazık ki, değerini bilmiyoruz.
Başbakan haklıymış
HÜRRİYET ’in dünkü manşetini görünce ‘Galiba Başbakan haklıymış’ dedim. Türkiye’de Kadınlar Günü öncesi meydana gelen olayları Türk basını geniş bir şekilde verince görüntüleri gören Avrupa Türkiye’yi yoğun bir biçimde eleştirmişti.
Başbakan da bu görüntüleri kullanan Türk basınını suçlamıştı.
Gerçi ben o zaman da Avrupalıların tavrına kızmış ve ‘Siz daha mı iyi davranıyorsunuz’ diye sormuştum ama Başbakan’a da ‘Basın özgürdür’ diyerek yanıt vermiştik. Fakat Türkiye’yi sert biçimde eleştiren Fransız basınının kendi ülkesinde meydana gelen olayları nasıl gizlediğini, nasıl görmezden geldiğini görünce Başbakan’ın sözleri aklıma geldi.
Demek ki, Avrupalı olmak böyle bir şey.
Kendi ayıbını gizleyecek, başkasının ayıbında kıyameti koparacaksın.
Bir musibet bin nasihatten iyiymiş.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Aklımızla kalbimizin sesini dinlemeden karar vermediğimiz zaman.