9 Mart 2005
<B>TÜRKİYE </B>artık Avrupa Birliği ve ABD’nin kendisine <B>‘dikte’</B> ettiği <B>‘sahte gündemlerden’</B> sıyrılmak zorunda. Çünkü açık ve net bir şekilde Türkiye’nin kendi meselelerini konuşması, tartışması engellenmek isteniyor.
Türkiye’nin neye odaklanacağına, Türkiye’nin neyi konuşacağına ‘bizim dışımızda’ birileri karar veriyor.
Bakın PKK terörü sona erdiğinden, yasal düzenlemelerle Türkiye’deki ‘bazı Kürt vatandaşlarımızın’ sıkıntıları giderildiğinden beri Türkiye’ye bir ‘Ermeni gündemi’ pompalanıyor. Üstelik bu gündem eşzamanlı olarak hem ABD’den, hem AB’den Türkiye’ye iletiliyor.
Özellikle ABD’nin tavrı çok ilginç. Pollock diye adı sanı duyulmamış bir yazar, Türkiye’yle ilgili bir yazı kaleme alıyor.
Sanırsın ki adam, Türkiye uzmanı. Oysa değil. Değil ama Yeni Şafak Gazetesi’nde bilmem kaç ay önce çıkmış bir yazıyı bilip hatırlayacak kadar ‘dikkatli’ bir okuyucu.
Detaylı analizleriyle Türkiye’yi yerden yere vuruyor.
Belli ki, Ankara’da ikamet eden bazı Amerikalılar, bu adama yazıyı ‘yazdırmışlar’.
Türkiye durduk yerde bu yazıya kilitleniyor. Türk-Amerikan ilişkileri bu yazının gölgesinde tartışılıyor.
Daha bu tartışma bitmeden, ABD’nin en etkin ama aynı zamanda yönetim etkisine en açık gazetelerinde Türkiye’nin Ermeni meselesini kaşıyan yazılar çıkıyor. Dün aynı konumdaki bir başka Amerikan gazetesinde, Türkiye’nin tavrı ile El Kaide’nin ABD karşıtlığı arasında paralellikler kuruluyor.
Ve Türkiye, kendisini bir anda ‘yaratılmış’ bir gündemi tartışırken buluyor.
Türkiye kendine biçilen rolü tam olarak üstlenmedikçe ve sahneye konulan oyunda zaman zaman ‘emporizasyon’ yaptıkça bu gündemler pompalanmaya devam edilecek.
Bu işin sonu bir krize kadar gidecek.
Alkollü içkide vergiler ölümüne yüksek
ADDİS Ababa’da Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ile uzun uzun sohbet ettik.
Sohbetin konusu, benim uzun zamandır dilime doladığım şans oyunlarındaki vergi ve kesintilerdi.
Türkiye Jokey Kulübü gelirlerindeki kesintilerin TJK’yı batma noktasına getirdiği tekrarladım.
‘Haklısın. Orada bir hata yaptık. Söz veriyorum, Ankara’ya döner dönmez bunu düzeltmek için gerekli yasal değişikliği yaptıracağım. Orada bizim bürokrat arkadaşlar biraz aşırıya kaçmışlar. Bunu halledeceğiz’ dedi.
İddaa ile ilgili olarak da konuştuk. Benim yazılardan sonra İddaa’ya yüzde 10’luk ekstra bir kesinti getirildiğini, bunun haksızlık olduğunu ve yasadışı bahis sitelerine ilgiyi artırdığını söyledim. Rakamlar verdim. Dinledi, ancak renk vermedi.
Benim bir yazıma konu olan sözlerine de açıklık getirdi. ‘Ben o sözleri alkollü içkiler için değil, sigara için kullandım. Ne yazık ki, yanlış aksettirildi’ diye yakındı.
Ben de kendisine, alkollü içkilere uygulanan verginin AB standartları dışında olduğunu, bunun insaf ölçülerinin dışına çıktığını söyledim.
‘Bir yerlerden vergi alacağız. Ben bütçeme bakarım. Oradan alma, buradan alma; nereden toplayacağız bu parayı. Bakın ilk kez ocak ayında işler iyi gitti’ dedi.
Ben de Unakıtan’a ‘Evet ama bu oranlar kaçakçılığı körükler’ dedim.
Biz bunları konuştuktan çok kısa bir süre sonra telefon geldi.
Sahte rakıdan zehirlenenler vardı. Ve ne yazık ki, ölü sayısı bugün itibarıyla 20’yi aştı.
Bu kadar yüksek vergiyle bir malın fiyatını yükseltirseniz, sahteyi ve kaçağı artırırsınız.
Benim tanıdığım Maliye Bakanı, bunu anlayabilecek kadar ‘akıllı’.
Dayak kötü ama Avrupalı polis de dövüyor
NE işkenceyi, ne de kötü muameleyi savunuyorum. Ama AB ülkelerinin, Türkiye’ye karşı uyguladıkları çifte standartlı yaklaşımından da tiksiniyorum.
AB yöneticileri ve basını, birkaç gün önce polisin bir grup kadını coplamasını, Türkiye’nin AB’ye yakışmadığı fikrine temel yapacak kadar ileri gittiler.
Oysa polisin şiddet kullanması konusunda AB ülkelerinin sicili Türkiye’ninkinden daha parlak değil.
İzlediğim tüm NATO, G8 ve WTO toplantılarında göstericiler, AB ülkeleri polisi tarafından öldüresiye dövüldüler.
İtalya’da bir gösterici, polis dayağıyla öldü.
Geçen yıl NATO toplantısı sırasında dayak yiyen göstericilerden en az 10’u, ambulanslarla hastaneye gözümün önünden geçirilerek götürüldü.
Gittiğim tüm maçlarda polis, taraftarlara acımasızca vurdu.
İspanya’da hiçbir neden yokken dövüldük, 2 kişi hastanelik oldu. Polis sadece Amerikan pasaportu taşıyan bir arkadaşımızdan özür diledi.
Dün Kanal D Haber’de, Avrupalı polislerin şiddet sahnelerini gösteren bir bölüm yayınladık. Bizim polis onların yanında ‘insan evladı’.
Bunları görmezden gelenler, Türkiye’yi suçlamak ve karalamak için polisin tavrını sayfalara, ekranlara taşıyorlar.
Oysa bizim dibimiz kara; ama onlarınki bizden beter.
NOT: Bir rezalet de dün Ankara’da yaşandı. Emine Erdoğan’ı protesto eden sol görüşlü öğrenciler dövülürken, aynı eylemi yapan türbanlı öğrenciler salondan ricayla çıkarıldı. Çifte standart rezaleti her yerde var.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Liderler ufuklarını kapayanlara değil, ufuklarını açanlara değer verdikleri zaman.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2005
<B>BİZ </B>buralarda yokken <B>‘kaynana’</B> programlarından dolayı kıyamet kopmuş. Afrika’ya doğru yola çıkmadan birkaç saat evvel RTÜK Başkanı <B>Fatih Karaca </B>ile oturup sohbet etmiştik. Bu programlarla ilgili ikimiz de aynı fikirdeydik. Ertesi gün çıkıp ‘biraz sertçe’ konuşunca ortalık karışmış. Ama özünde haklı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu konuda ‘ahkám kesme’ hakkına sahip tek televizyoncuyum.
Çünkü ne Ali Kırca gibi üç otuz reyting uğruna kaynanaları yanıma oturtup ana haber bülteni yaptırttım, ne de Savaş Ay gibi bunların yaşadığı eve dalıp program yaptım.
Hatta daha da ötesi, Savaş bu evlerden birinde arz-ı endam eden kızlardan biriyle evlenmeye bile kalkıştı. Şimdi kalkmış yazıyor. Acaba ATV’nin yaptığı benzer program tutsaydı Kırca ve Ay aynı tarzda konuşabilirler miydi?
Ben ise her şeyi söyleme hakkına sahibim.
Bu programlardan hiçbirine ana haber bültenlerinde yer vermedim. Benzer bir program Kanal D’de başladığında haber müdürü arkadaşıma söylediğim tek bir cümle vardı: ‘Bu evde ne olursa olsun haberlerde görmek istemiyorum.’
O nedenle de şimdi yazma hakkına sahibim.
Ben bu programların ‘asıllarının’ çok da sorun olmadığını düşünüyorum.
Çünkü ehil ellerde kesilip biçildikten sonra ‘bant’ olarak yayımlanıyorlar ve fazla bir rezillik olmuyor. Asıl rezalet, bu programların ‘starlarının’ canlı yayınlara konuk olarak alınması.
Ana haberlere veya kadın programlarına canlı yayın konuğu olarak katıldıkları zaman işin rezilliği çıkıyor. Bugün hafızalarda kalan rezilliklerin hepsi reyting uğruna oralarda yaşandı.
Seda Sayan’ın programında birbirlerine su attılar. (Gerçi su fırlatma TBMM TV’de de olmuştu.) Gülben Ergen’in programında kafalarında bardak kırdılar. Daha pek çok yayında aklımda kalmayan türlü rezalet yaşandı. Çünkü bunlar canlı yayındı ve kontrol imkánı yoktu.
RTÜK Başkanı’nın hatası ise basın toplantısı yapmak oldu.
TV genel müdürlerini çağırıp sıkıntıları anlatabilir, dinlenmediği takdirde bu gibi programlara cezalar vererek RTÜK’ün tavrını gösterebilirdi.
Yine de ben, Karaca’nın uyarısının herkesin kendine bir çekidüzen vermesi açısından işe yarayacağını düşünüyorum.
Her ne kadar biraz aşırıya kaçmış olsa da...
AIDS’ten ölmezseniz hırsızlar öldürüyor
SİZE biraz da Güney Afrika’yı anlatayım. Güney Afrika’nın, Afrika ile ilgisi yok. Gelişmiş bölgeleri tam bir Amerika.
Gelişmemiş bölgeleri ise tam bir felaket. 45 milyona yaklaşan ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 15’ini beyazlar oluşturuyor.
Yüzde 75 zenciler, gerisi ise Hintli, Çinli. Hintlilerin neredeyse tamamı Müslüman.
Sayıları tam olarak bilinmese de, ırkçı rejimin sona ermesinden sonra komşu ülkelerden gelen 8 milyon civarında da zenci göçmen var.
Zenciler arasında işsizlik oranı yüzde 70’lerin üzerinde.
Yıllarca ezilmiş ve eğitimsiz kalmış zencilerin bütün desteklere rağmen iş bulma ve toplum içinde hızla yükselme şansı çok az.
En büyük sorun ise 8 milyon ipsiz sapsız göçmen. Kendi ülkelerinde bile tutunamamış bu insanlar, Güney Afrika’yı bir suç cenneti haline getirmişler.
Öyle ki, büyük kentlerde hayat güvenlik nedeniyle 17.00’de duruyor. Bu saatten sonra açık dükkán ve sokakta dolaşan insan bulmak zor.
Evlerin çevresi 3 metrelik duvarlar ve üzerinde elektrikli tellerle çevrili.
Buna rağmen soyulmayan yok.
Tam bir istatistik olmamakla beraber geçen yıl 30 bini aşkın kişi soygunlarda öldürülmüş.
Ülkedeki en önemli sektör ‘güvenlik’.
Güvenlik firmalarının yıllık cirosu 20 milyar dolar civarındaymış. Halk soygunların bitmemesini, bu firmaların pazar kaybetmeme endişesine bağlayan komplo teorileri üretiyor.
Bir diğer sorun AIDS.
Ülkede 15 milyonu aşkın insanın HIV pozitif olduğu tahmin ediliyor.
2002 yılında 350 binden fazla kişi AIDS nedeniyle ölmüş.
Hükümet 2010 yılına kadar bu sorunların üstesinden gelmeyi planlıyor.
Güney Afrika üzerine anlatılacak çok şey var.
Ama onları da başka bir güne saklayalım.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Avrupalı dostlarımızın pompaladığı sahte gündemlerin tuzağına düşmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2005
<B>BAŞBAKAN Erdoğan’</B>ın yurtdışı gezileri eleştiriliyor. Haksız bir eleştiri. <br><br>Gezmeli, daha da fazla gezmeli. Çünkü gezdikçe görüyor, öğreniyor ve daha önemlisi Türkiye’yi tanıtıyor, Türkiye’yi anlatıyor, dostluklar kuruyor.
Bakın dünyanın ‘önemli’ ülkelerinin liderlerine.
Başbakan Erdoğan’dan daha mı az geziyorlar, daha mı çok.
Başbakan Erdoğan’ın her gezisi yeni bir ufuk, yeni dostlar, yeni ticaret, yeni siyaset imkánları demek.
Güney Afrika Türkiye’nin en mesafeli ilişkide olduğu ülkelerden biriydi.
Gerek ekonomik, gerek siyasi sorunlar yaşadığımız bir ülke.
O kadar ki, bölücü PKK bile Güney Afrika’nın ‘direniş kültüründen’ gelen iktidarı ile Türkiye Cumhuriyeti’ne oranla daha iyi ilişkiler kurmuştu.
Bu gezi her şeyi değiştirdi diyemeyiz ama çok önemli bir hamle oldu.
Gitmek, Türkiye’nin önceliklerini anlatmak, paylaşmak çok önemli.
Çin, Afrika’da etken olmak için yırtınıyor.
Fransa ve ABD, Afrika’daki etki alanlarını geliştirmek için birbirinin gözünü oyuyor.
İngiltere, Afrika’yı ekonomik geleceğinin önemli odaklarından biri olarak planlıyor.
Biz ise ‘Başbakan çok geziyor’ diye kızıyoruz.
Türkiye, Dışişleri Bakanlığı’ndaki ‘akıllı’ bürokratlar sayesinde ‘çok odaklı dış politika’ hamlesi başlattı.
Bu politikaya hükümetin yaklaşımları da destek veriyor.
Büyük ülke olmanın temel koşullarından biri bu tür bir politikayı yürütebilmek.
Ancak bunu yaparken öncelikleri şaşırmamak ve odakların her birine ayrı ayrı konsantre olabilmek gerekir.
Bugün Türkiye’nin tek eksiği bu.
Çünkü buna göre bir yapılanma, buna göre oluşmuş bir kafa yapısı yok.
Bunun için büyük ülke olmayı hazmetmek, genlerinde hissetmek şart.
Bu noktada eleştirilmesi gereken kişi Başbakan Erdoğan değil.
Çankaya’dan sadece elinde fileyle alışverişe çıkan Cumhurbaşkanı.
Keşke o da her ay bir seyahat yapıp, ülkesini anlatabilse.
Ama nerede...
Erdoğan’a sabır testi
AFRİKA gezisi boyunca Başbakan Erdoğan’ı pek az görebildik.
Organizasyon öylesine kötüydü ki, gazeteciler ve Erdoğan neredeyse birbirinden uzaklaştırılmıştı.
Başbakan’ın da durumdan şikáyetçi olduğunu öğrenmesek, ‘bilhassa’ yapıldı zannedecektik.
4 günlük gezide Başbakan’a ‘hasret kalınca’ sonunda bizi bir sabah kahvaltısına davet etti de görüşebildik.
Kahvaltı sırasında dış politika ile ilgili pek çok soru sorduk. Sohbetin sonunda dayanamayıp iç politikaya da atladık.
Erdoğan’a ‘Biliyoruz ki, AKP demek Erdoğan demek. Siz olmasanız partiniz bu oy oranının yarısını yakalayamazdı. Ancak siz siyasetteki bu gücünüzün farkında değilmiş gibi davranıyorsunuz. Sürekli parti içi dengeleri gözetiyorsunuz. Öyle ki, kabine revizyonu bile yapmıyor, yapamıyorsunuz. Her yerden çatlak sesler çıkıyor. Siz ise masaya yumruğunuzu vurmuyorsunuz. Parti içi demokrasi iyi de, bu kadarı fazla değil mi?’ dedim.
Erdoğan gülümsedi.
Grubun büyüklüğünden, partinin çok sesli olmasının avantajlarından söz etti. Ama sıkıntılı olduğu belliydi.
Yalçın Doğan atıldı, ‘Demirel’le konuştuğunuz zaman size söylemiştir. Parlamentoda kontrol edilemeyecek kadar kalabalık bir grup iyi değildir derdi’ diye.
Ben de dayanamadım, ‘Nerede çokluk...’ dedim.
Masada kahkahalar patladı. Erdoğan da güldü ama ‘Tövbe estağfurullah. Böyle şey söyleyemeyiz canım’ dedi.
Ama hemen ardından aba altından sopayı gösterdi:
‘Sabrediyorum. Belkiyorum. Dinliyorum. Bazı arkadaşlar da galiba benim sabrımı test ediyorlar’
Şimdi merak ediyorum Erdoğan’ın sabrı ne zaman tükenecek diye.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Başkalarının zamanına saygı göstermenin medeniyet ölçüsü olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2005
<B>BAŞBAKAN Erdoğan’</B>ın <B>‘Afrika Yılı’</B>ndaki ilk Afrika gezisine katıldık. <br><br>İlk durak dünyanın hiç kuşkusuz en fakir beş ülkesinden biri olan Etiyopya’ydı. Kişi başı yıllık geliri 92 dolar olan, ortalama yaşam süresi 42 yılı aşamayan bir ülke.
Nüfusun yüzde 10’a yakını AIDS hastası ve tahminlere göre yüzde 30’un üzerinde bir oranı da HIV pozitif.
Etiyopya’da fakirlik tahminlerin ötesinde. Öyle ki, sokaklarda çöp yok. Çünkü halkın çöpe atacak bir şeyi bile yok.
Diyeceksiniz ki, Başbakan Erdoğan dünyada gidecek yer bulamadı da mı Afrika gezisine Etiyopya’dan başladı.
Anlatayım.
Etiyopya, hem Türkiye, hem de Afrika açısından önemli bir ülke.
Türkiye açısından önemli, çünkü yaklaşık 500 yıldır ilişki içindeyiz.
Osmanlı döneminden beri Etiyopya ya da eski adıyla Habeşistan ile yakın ilişkiler kurmuşuz.
Cumhuriyet döneminde de Türkiye’nin ilk dış temsilciliklerinden biri bu ülkede açılmış.
Gerçi son dönemde ilişkiler buzdolabına konulmuş olsa da, geçmişi çok çok eski.
Etiyopya’nın bir diğer önemi ise Afrika Birliği’nin merkezi olması. Yani AB için Brüksel ne ise Afrika için Etiyopya o.
Bunun yanı sıra Birleşmiş Milletler’in Afrika’daki merkezi de yine Addis Ababa’da. Yani BM için Cenevre ne ise Addis Ababa o.
Tabii Addis Ababa’da dolaşırken insan hiç de kendini Brüksel veya Cenevre’de hissetmiyor.
Fakirlik, özellikle de çocukların durumu sık sık insanın gözlerini yaşartıyor.
Biz Addis Ababa’daki fukaralığın boyutundan söz edince, yerel yöneticiler, ‘Burası çok zengin. Siz bir de Addis Ababa’nın dışını görün’ diyorlar.
Ben hayatımda bundan daha üzücü, bundan daha keder verici bir ülke görmedim.
İnsanın içi acıyor.
Mandela ödülü almamakta haklıymış
BAŞBAKAN Erdoğan’ın Afrika gezisinin ikinci durağı Güney Afrika Cumhuriyeti’ydi. Açıkçası Atatürk Barış Ödülü’nü reddettiği günden bu yana Mandela’ya ve ülkesine ‘sıcak’ bakamıyordum.
Ancak, gerçekleri öğrenince Mandela’ya olan kızgınlığım geçti. Kendimize olan kızgınlığım ise arttı.
Güney Afrika ile Türkiye arasında pek de dostane olmayan ilişkilerin temelinde Turgut Özal’ın koyduğu bir bomba var.
Güney Afrika’da ırkçı rejimin hüküm sürdüğü ve bütün dünyanın bu nedenle Güney Afrika’ya ambargo uyguladığı yıllarda Turgut Özal, bu ülkeye bir dostunu yollar ve ticaret yapmanın yollarını arar.
Ve ambargoya rağmen bu ülkeye mal sattırmaya başlar. Hacim öyle atla deve bir miktar değildir ama ambargo delinmektedir.
Daha sonra ırkçı rejim yıkılır. Mandela serbest kalır. Ülkenin başına geçer.
Mandela’nın çalışma arkadaşları ise ırkçı rejim döneminde iç savaşların ve çatışmaların hüküm sürdüğü çevredeki ülkelerde sürgünde bulunan Güney Afrikalılardır.
Bunlar ülkenin yönetimine geçince Mandela’ya rapor sunarlar.
Bu rapora göre Afrika ülkelerindeki iç savaşlarda kullanılan silahlar bu ülkelere Türkiye tarafından satılmaktadır. Daha doğrusu Türkiye, İsrail yapımı bu silahların satışına aracılık etmektedir.
Bunun üzerine Mandela Türkiye’ye bir temsilci gönderme kararı alır. Ve bu konuyu Türk yetkililerle görüşmek maksadıyla Thabo Mbeki Türkiye’ye doğru yola çıkar.
Ancak temsilci Mbeki Türkiye’ye sokulmaz bile. Havaalanında kısa bir görüşmeden sonra adam ülkesine geri yollanır. Ve ilişkiler büyük darbe alır. Daha sonra Mandela’ya verilen ödül ile bu yara onarılmak istenir ama iş işten geçmiştir.
Peki o gün Türkiye’ye sokulmayan Mbeki’ye ne oldu dersiniz!
Söyleyelim. Bugün Güney Afrika Cumhuriyeti Devlet Başkanı o gün Türkiye’ye sokulmayan Mbeki’den başkası değil.
Ne politika yapmışız değil mi!
Ortadoğu bizden sorulur ama soran yok
TÜRKİYE Ortadoğu’nun ağırlıklı ülkesi diye kasılıyoruz.
Ben ise sık sık ‘Bu politikalarla Ortadoğu’daki zurnanın son deliği oluruz’ diyorum.
Ben böyle dedikçe Dışişleri Bakanı Gül ve bazı danışmanları bana kızıyorlar.
Ama sonuçta sık sık olduğu gibi haklı çıkan ben oluyorum.
Bu hafta başında Londra’da 33 ülkenin katılımıyla Ortadoğu’nun siyasi geleceğinin planlanması amacıyla bir toplantı düzenleniyor.
Filistin’deki yönetimin değişmesinin ve İsrail ile yeni bir sürecin başlamasından sonra bu toplantı büyük önem taşıyor.
Toplantıyı düzenleyen ülke İngiltere. Amaç ekonomik destekli olarak siyasi gelecek planlaması.
Katılan ülke sayısı 33.
Ortadoğu ülkelerinin tamamı davetli. Biri hariç.
Hangisi mi?
Türkiye. Ortadoğu’nun ‘güçlü’ ülkesi, bölgenin ‘etkin gücü’ Türkiye, İngiltere’nin düzenlediği Ortadoğu Zirvesi’ne davet edilmeyen tek Ortadoğu ülkesi.
İsrail davetli olduğu halde katılmıyor. Türkiye ise davet bile edilmiyor.
Konuyu Dışişleri Bakanlığı’nın Ortadoğu masasına bakan Genel Müdür Oğuz Çelikkol’a soruyorum.
‘Doğrusu biraz ayıp ettiler. İngiltere bölgeyle ilgili konularda Türkiye’ye her zaman biraz kıskançlıkla yaklaşmıştır. Herhalde bu kez de böyle yaptılar’ diyor.
Ama sonuçta Ortadoğu konuşuluyor, biz uzaktan dinlemeye çalışıyoruz.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
En tehlikeli yalanların kendimize söylediklerimiz olduğunu anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2005
BANKALAR Birliği Başkanı Ersin Özince’nin bir gazetede yer alan sözlerini okuyunca gözlerime inanamadım. BDDK’nın hazırladığı Kredi Kartları Yasa Taslağı ile ilgili olarak konuşan Özince, sanki Türkiye’de yaşamıyormuş gibi konuşmuş. Bankalar Birliği Başkanı sıfatıyla konuşan Özince diyor ki: ‘Bankaların kime kaç lira limitli kredi kartı verdiğinden kime ne? Bir risk varsa bu bankanın riskidir ve kimseyi ilgilendirmez.’Sanırsınız Türkiye’nin Bankalar Birliği Başkanı değil de, Citibank’ın yönetim kurulu başkanı. ‘Risk bankalarınmış, kime neymiş.’Türkiye’de yaşayan bir bankacının ağzından çıkabilecek son derece talihsiz sözler. Biz Türk halkı olarak ‘bankalara ait riskin’ ne olduğunu çok çok iyi biliriz. Çok uzak değil, yakın, hatta hayli yakın geçmişte bankaların ‘kendi risklerinden’ kaynaklanan ve bugün bile tam miktarı hesaplanamayan ama 45 ila 80 milyar dolar arasında olduğu tahmin edilen riskleri bu millet ödedi.Bugün Türkiye’nin dış borcunun neredeyse yarısına yakın olan bu rakamı Türkiye ‘risk alan’ bankalar yüzünden kaybetti. Bu parayı Bankalar Birliği karşılamadı. O para bu milletin vergilerinden karşılandı. O parayı ben, siz, benim 4.5 yaşındaki kızım hep birlikte ödedik ve daha uzun yıllar ödemeye devam edeceğiz. Ama Ersin Özince bunları hiç hatırlamıyor. ‘Risk bankanındır’ diyor. Sanki batan bankanın parasını beş beş cebinden ödeyecekmiş gibi. Hava Kuvvetleri’nde pilot kalmayabilirTÜRK Hava Kuvvetleri, yakında uçaklarını uçuracak pilot bulamayacak. Şaka yaptığımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Durum ne yazık ki bu. Çünkü Türk Hava Kuvvetleri pilotları, mecburi hizmet süresini doldurur doldurmaz, hatta kimileri bir yolunu bularak bu süreyi doldurmadan Hava Kuvvetleri’nden ayrılıp, daha yüksek ücret için sivil havayolu şirketlerine geçiyorlar. Özellikle art arda açılan özel havayolu şirketlerinin yarattığı talep patlaması nedeniyle Hava Kuvvetleri her yıl giderek artan sayıda pilotunu kaybediyor. Ocak-şubat aylarındaki istifa ve emeklilik döneminde, Türk Hava Kuvvetleri’nde şimdiye kadar 87 pilot ayrılmak için dilekçe verdi. İşin ilginci bunlardan 28’i geleceğin generali olarak görülen kurmay pilot subaylar oldu. Türk Hava Yolları’na Hava Kuvvetleri’nin verdiği 25 pilot da eklenince, bu dönemde ayrılan uçucuların sayısı 112’ye ulaştı. Ayrıca, yan branşlardaki 90 hava subayı da ayrılmak için başvuruda bulundu. 900’ün üzerinde toplam pilotu bulunan Türk Hava Kuvvetleri’nde istifa oranı yaklaşık yüzde 10 düzeyinde. Bu istifa ve ayrılmalarla birçok kıdemli ismin de Türk Hava Kuvvetleri’nden ayrıldığı belirtiliyor. Bu çok kritik bir durum. Hatta bu savaş filo komutanlıklarına kıdemliler yerine çok genç isimlerin gelmesine yol açar. Tecrübelerin genç nesillere aktarılmadan kaybolmasına neden olabilir. Peki bunca pilot neden Hava Kuvvetleri’nden ayrılıyor. Tek neden ekonomik. Pilotlar daha fazla kazanabilmek için sivile geçmeyi tercih ediyorlar. Hava Kuvvetleri’nde kıdemli isimlerin ayrılmalarında maaşla birlikte diğer önemli unsur da, son olarak 2500 saat üstü uçuşu olan karargah uçucularının her yıl eylülde aldıkları yaklaşık 5 bin dolarlık toplu uçuş ikramiyelerini artık alamaması. Bu durumda her biri 30 milyon dolar olan F 16’ları uçuran pilotların aldığı 1.5 ila 2.5 milyar lira arasındaki maaş sivil pilotların eline geçenin yarısı bile olmuyor. THY’de pilot maaşları yılda 2 ikramiye ve mesailerle birlikte 5 bin dolar civarında. Özel sektörde ise en düşük pilot maaşı 5 bin dolar ile 7 bin 500 dolar arasında. Hava Kuvvetleri’nde pilot maaşları ele geçen olarak 1.5 ile 2.5 milyar arası. Bence bu pilotlar biraz daha fazla maaşı hak ediyor. Emine Erdoğan ve misafirleriBUGÜN size Başbakan Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın pek de bilinmeyen bir yüzünü anlatacağım. Recep Tayyip Erdoğan başbakan olduğundan bu yana, Emine Hanım da partiyi ve özellikle de Bakanlar Kurulu’nu bir ‘aile havasına’ sokmaya çalışıyor. Bu amaçla bakan eşlerini sık sık evinde topluyor. Çaylar, yemekler bir dostluk ortamı oluşturuyor. Bakan eşleri özellikle de eşleri seyahatte olduğu dönemlerde sık sık Erdoğanlar’ın evinde ağırlanıyor. Öyle ki, çoğu zaman Emine Erdoğan misafirlerini yollamıyor, yatıya kalmalarını istiyor. Tam bir Anadolu evi havası ortaya çıkıyor. Emine Erdoğan’ın en sevdiği bakan eşlerinden biri ise Erkan Mumcu’nun eşi Işıl Mumcu. Daha doğrusu Işıl Mumcu’ydu. Erdoğan, Mumcu’ya özel bir özen gösterir, bir abla gibi davranırdı. Bu nedenle olsa gerek Erkan Mumcu’nun partiden ayrılmasına Emine Erdoğan çok üzüldü. Ama onu en çok üzen Işıl Mumcu’nun kendisini arayıp veda etmemesi olmuş. Anlaşılan o ki, siyaseti bir ‘aile havasına’ çevirmek çok da doğru değil. NE ZAMAN ADAM OLURUZ?Yarısından çoğu açlık sınırında yaşayan bir milletin en önemli sorununu diyet yapmak zannetmediğimiz zaman.
button
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2005
<B>DÜN ‘Türban takmayandan vergi alacak mısınız?’ </B>diye sorunca <B>Murat Mercan </B>aradı. <B>‘Bu düşünceniz doğru değil’</B> diyerek. Ben de kendisine, ‘Bu benim düşüncem değil. Ben geçen hafta kendi düşüncemi yazmış ve dini gerekçelerle değil, kolay para toplamak maksadıyla böyle hareket ettiğinizi düşündüğümü yazmıştım. Ancak Maliye Bakanı Unakıtan içki içilmesin diye böyle yaptığınızı söyleyince ben yanıldığımı yazdım’ dedim ve Maliye Bakanı’nın Vatan Gazetesi’ndeki sözlerini referans gösterdim.
Mercan ekledi: ‘Bizi tanıyorsunuz. Başbakanımızı tanıyorsunuz. Başbakan’ın fikirlerini benim kadar biliyorsunuz. Bir gizli ajandamız olmadığını biliyorsunuz. Başbakan’a benim kadar yakınsınız. Nasıl böyle bir şey düşünebiliyorsunuz?’
‘Murat Bey,’ dedim, ‘ben böyle bir şey düşünmüyorum. Maliye Bakanı bunu söylüyor ben de kendi düşüncemde yanıldığımı söylüyorum.’
Mercan ısrarlı: ‘Avrupa’nın pek çok ülkesinde içki Türkiye’dekinden daha pahalı. Orada da vergiler yüksek.’
‘Hayır’ diyorum. ‘Özellikle şarap çok çok daha ucuz.’
‘Benim içkiyle işim olmadığı için bilemem ama sigaranın daha pahalı olduğunu biliyorum.’ diyor ve ekliyor: ‘Sizin ilk düşünceniz doğru. Buradan kolay bir gelir imkanı var. Maliye bunu değerlendiriyor. Başka amaç yok.’
Bunun üzerine Murat Mercan’a Maliye Bakanı Unakıtan’ın Vatan Gazetesi’ndeki sözlerini aktarıyorum.
Murat Mercan ‘Bunda bir kötülük yok. Şimdi Yeşilaycılara sorsanız onlar da sigara ve içkiye maksimum vergiyi koymak isterler ki, içilmesin. Kemal Bey de bunu söylüyor.’
‘Yapmayın Murat Bey,’ diyorum, ‘Siz Yeşilay mısınız?’
Gülüyor. ‘Bunda bir art niyet olmadığını bilmenizi isteriz’ diyor.
Ben de bu konuştuklarımızı aynen yazacağımı söylüyorum.
İnönü Stadı kepazeliği
İNÖNÜ Stadı’nın ‘güvenlik sorunu’ bir türlü çözülemiyor. Son rezalet rakip takım oyuncularının stadın güvenlik görevlileri tarafından dövülmesi ile patlak verdi. Oysa bugüne gelineceği, daha lig başlamadan statta yapılan bir konserde ortaya çıkmıştı. Güvenlik görevlisi kılığındaki eşkıyalar sahada konseri izlemeye gelenleri öldüresiye pataklamıştı.
Ardından statta bir de cinayet işlendi. Ancak hálá değişen bir şey yok. Geçtiğimiz haftalarda röportaj yaptığımız bir ‘güvenlik görevlisi’, ‘Kahvede oturuyordum. Statta güvenlik görevlisi olacaksın dediler kalktım geldim. Bu işin eğitimini falan almadım’ diyordu.
Belli ki, stadın güvenlik işi tribünlerdeki ‘gruplardan’ birilerine ‘ihale’ yani ‘kediye ciğer emanet’ edilmiş.
İçişleri Bakanı’nın oğlu Beşiktaş’ta yönetim kurulu üyesi olunca işler iyice sarpa sarıyor.
Dedikodular yayılıyor. Bu hafta meydana gelen olaylardan sonra Murat Aksu’nun olayın sorumlularının ‘araziye uymasında’ yardımcı olduğu iddia ediliyor. Doğru mudur, değil midir bilemem ama İçişleri Bakanı’nın oğlu bu işlerin bu kadar içinde olunca ağızlar büzülemiyor. Federasyon ise basiretsiz ve eyyamcı.
Beşiktaş baskısı altında bunalınca, kepazelik iyiden iyiye büyüyor.
Suçu CMUK’a atacaklar dememiş miydik!
NASIL da dediğimiz oluyor. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün basiretsizliğinin faturası CMUK’a çıkarılacak diye yazdık, anında öyle oldu. ‘Polisin eli kolu bağlı’ diyorlar. Kanun polisin elini kolunu bağlar mı, yoksa güçlendirir mi, bunu hesaplayan yok. İşini iyi yapmamanın, işini savsaklamanın, proje plan üretmemenin sonucunda ortaya bir tablo çıkıyor, sorumlular topu yasaya atıyor. ‘Bu yasa ile çalışamayız.’ Allah’tan Adalet Bakanı ‘adam gibi adam’ da, yanıtı veriyor. Ama bence bu iş burada bitmeyecek. Bu kafayla çalışan Emniyet haklılığını ortaya çıkarmak için suç oranlarının daha da yükselmesini bekleyecek. Göreceksiniz.
Ürdün Kralı yalan mı söylüyor?
UZAN Ailesi’nin kaçaklarının nerede olduğu tam bir muamma. Belli ki, geziyorlar.
Ama devletin istihbarat birimleri Kemal ve Hakan Uzan’ın ‘merkez üslerinin’ Ürdün’de olduğundan emin. Geçen hafta konuştuğum çok önemli bir isim, ‘Ürdün’de oldukları kesin. Nereye giderlerse gitsinler Ürdün’le bağlantılarını koparmıyorlar. Bütün işlerini de Ürdün üzerinden yürütüyorlar’ dedi. Türkiye, Uzanlar’ın Ürdün’deki adreslerini bile tespit etmiş. Bana bunu anlatan yetkiliye, ‘Peki Ürdün Kralı Başbakanımız’ın gözünün içine baka baka yalan mı söyledi’ diyorum. Yanıt vermiyor ama tebessüm ediyor. Şimdi Türkiye Uzanlar’ı istiyor. Nereden olduğu açıklanmasa da biliyoruz ki Ürdün’den. Bakalım Ürdün Kralı Ortadoğu’nun ‘güçlü ülkesi’ Türkiye’ye yalan söylemeye devam edecek mi?
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
En umutsuz durumda bile uğraşmaktan vazgeçmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2005
<B>YANILMIŞIM. </B>Geçtiğimiz haftalarda TJK’nın gelirlerindeki yüksek kesintileri yazarken, <B>‘AKP’nin alkollü içki ve şans oyunları vergilerini yükseltmesinin arkasında partinin dini bakış açısının etkin olduğunu iddia edenler var’</B> demiştim. Bu kanaati paylaşmadığımı da eklemiştim.
İşte burada yanılmışım.
Maliye Bakanı Unakıtan’ın Vatan Gazetesi’nde okuduğum sözleri net:
‘İçmeyin diyecek halimiz yok. Vatandaşımızı vergileri artırarak uyarmış oluyoruz.’
Gerçekten de her nevi alkollü içeceğe müthiş vergiler bindiriliyor.
Devletten Tekel’in içki bölümünü alanların hesapları altüst. Devlet tarafından kazıklanmanın acısı içindeler. Fakat ses çıkaramıyorlar, çünkü devletle yaptıkları çok iş var. Kazığı sineye çekmiş durumdalar.
Birada da durum farklı değil. Türkiye’deki vergi oranları AB’nin neredeyse 4 katı.
Türkiye’de son yıllarda büyük atılım yapan şarap sektörü de yüzde 150’yi aşan vergi yüküyle boğuşmak zorunda.
Peki ya şans oyunlarındaki vergilere ne demeli.
TJK’nın bahis oyunlarındaki kesintilerin azaltılması gerektiğini yazmış ve İddaa oyunundaki vergileri örnek göstermiştim. İddaa’daki kesinti makul düzeydeydi.
Elim kırılaydı da yazmaz olaydım. TJK’nın vergi oranları düşürülmedi ama İddaa’nın vergi oranları artırıldı.
Benim yazılardan birkaç gün sonra Spor Toto Genel Müdürlüğü’ne İddaa’dan yüzde 10’luk bir ekstra kesinti yapılacağı bildirildi.
Anlaşılan o ki, hükümet İslam’a uygun olmayan davranış biçimlerini zorla değil, ekonomik yolla engellemek amacında.
Yakında namaza, oruca, hacca vergi iadesi, başı açık gezene vergi oranı artırımı gelirse kimse şaşırmasın.
Yasadışı bahis 1 milyar dolar
BAZILARI çıkıp diyebilir ki: ‘Be adam sana ne şans oyunlarındaki kesintilerden. Oynayan düşünsün. Yüksekse oynamasın.’
Ama iş öyle değil.
Bunu oynayanları engellemek mümkün değil.
İnternetten, yazıcılardan, bir yerlerden oynuyorlar.
Resmi oyunlarda kesinti yüksek olunca, şans oyunları meraklıları yasadışı bahisçilere yöneliyorlar.
Çünkü bunlar isim hakkı, vergi, fon ödemedikleri için devletin verdiği oranlardan yüzde 20 hatta 30 daha fazla oranda para dağıtıyorlar.
Üstelik devlet kesintileri artırdıkça bunların kár marjları da yükseliyor.
Geçen yıl Türkiye’de yasadışı bahis organizasyonlarının elde ettiği gelir miktarı yaklaşık 650 milyon dolardı.
Bu yıl 1 milyar dolara dayanması bekleniyor.
Bu devletin cebine girecekken kaçmış para demek.
İşin ilginci Türkiye’de yasadışı bahsin en yüksek oranda oynandığı yer Diyarbakır.
Toplamın neredeyse yüzde 70’i bu ilde.
Bunun ne anlama geldiğini benden daha iyi herhalde MİT veya Milli Güvenlik Kurulu bilecektir.
Batakhaneye giden dayak yer
THE Guardian’ın seyahat yazarının İstanbul’daki pavyon macerası İngiliz basınına yansıyınca tartışma başladı.
Oysa yıllardır İstanbul pavyonlarında ne turistler dövüldü de kimsenin ruhu duymadı.
Dünyanın neresine giderseniz gidin, bilmediğiniz yerlerde, batakhanelerde dolaşırsanız kazıklanırsınız, soyulursunuz, dayak yersiniz.
Bunu en iyi bilenler de, dünyanın her yerini dolaşan ve bolca batakhane gezen İngilizler.
Bu yüzden de bu habere bakıp, ‘Türk turizmine büyük darbe’ demenin álemi yok.
Emin olun ki, İngilizler bu haberi bizim kadar ciddiye almamışlardır.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Hükümeti açıkça destekleyen yazarlardan değil, hükümetle gizlice görüşen yazarlardan korktuğumuz zaman.
Yazının Devamını Oku 26 Şubat 2005
<B>DEVLET </B>Bakanı <B>Abdüllatif Şener’</B>le BDDK’nın kredi kartlarıyla ilgili olarak hazırladığı yasa taslağını tartıştık. <br><br>Bence taslak delik deşik. Bir ihtiyaç olduğu kesin ama ihtiyaç duyulan yasa bu mu orası kesin değil.
Yasa en önemli ‘boşluklardan’ biri olan faizlerle ilgili bir düzenleme yapıyor.
Faizlerin ne zamandan itibaren başlayacağını belirliyor.
Bazı bankaların yaptığı gibi harcamanın yapıldığı günden değil, ödemenin geciktirildiği günden itibaren faiz uygulanacak.
Bu önemli.
Ama bankaların kredi kartı taksitlendirmelerine uygulayacağı faize bir sınırlama getirmiyor.
Oysa bugün bankalar yüzde 3.5 ile yüzde 8.5 arasında değişen faizler uyguluyorlar. Bakan Şener’e ‘Bu kadar taksit ve bu kadar belirsiz faizler tüketiciyi yanıltmıyor mu?’ diye soruyorum.
Bakan ‘Ekonominin aktörleri ekonomik gerekçeleri göz önünde bulundurup ona göre hareket etmeli’ diyor.
Yani kredi kartı kullanıcılarının taksitin lehe mi aleyhe mi çalıştığını görmeleri gerektiğini, kredi kartı seçerken de kartı veren bankanın uyguladığı faiz oranlarını hesaplayarak buna göre seçim yapmalarını öğütlüyor.
İyi de bunu yapacak olan kim?
Türkiye’de anlı şanlı holding patronları bile bu konuları hesaplamakta güçlük çekiyorlar.
Hasbelkader bir kredi kartı alıp hayatını kolaylaştırmak isteyen Ayşe Teyze bunu nasıl hesaplayacak.
Tabii şunu da unutmamak lazım.
BDDK’nınki sadece bir tasarı. Bu hükümete ve komisyona gidecek.
Bunu tartışmakta fayda var. Çünkü son şeklini bu tartışmalardaki ‘akıl ve mantık’ düzeyine göre alacak.
Bırakın da yaşayalım
YILLAR önce bir yazı yazmış, Hürriyet’in yazı işlerindeki ‘ağabeylerimi’ kızdırmıştım. Gazete yöneticilerinin yaşları ilerledikçe gazetelerde sağlık haberlerinin arttığını, Hürriyet’in de bundan nasibini aldığını söylemiştim. Hürriyet’in açtığı bu yolda şimdi tüm gazeteler ilerliyor.
Her tarafta sağlık, sıhhat ve özellikle ‘gençlik’ haberleri.
Son günlerin ‘idolü’ ise Ertuğrul Akbay.
Benim çocukluğumun ‘yakışıklı’ muhabiri şimdilerin ‘hormonlu ihtiyarı’ olmuş.
Ama tabii ihtiyar demeye bin şahit. Bir süredir de ‘nasıl genç ve formda’ kaldığını Hürriyet’te tefrika ediyor. Okudukça gülüyorum.
Çünkü bana sorarsanız Ertuğrul Akbay hepimizle ‘dalgasını geçiyor’.
Genç mi kalacaksın?
Git Kaf Dağı'nın ardına bilmem ne amca ile konuş yaşa.
Sonsuz gençliğin sırrına mı ermek istiyorsun.
Yallah Hindistan’a, Hint fakiri ol.
Yani bir anlamda ‘Benim gibi olamazsınız’ diyor, çünkü hiçbirimizin kalkıp oralara gitme ve bunları yapma ihtimali yok.
De ki, kafayı bozduk gittik.
Yine Akbay’dan öğrendiğimiz kadarıyla oralarda kabul görmek de kolay değil.
Sadece Akbay mı?
Her yerde bir sağlık, bir cinsel performans muhabbetidir gidiyor.
Sabah’ta birisi ‘Sigarayı bıraktım artık yatakta süperim’ diye yazmış.
Okuyor, tövbe estağfurullah diyorum.
Hıncal Ağabeyimiz zaten başlı başına bir fenomen.
Osman Müftüoğlu ve ona özenen bir grup beslenme ve sağlıklı yaşam uzmanı.
Gazete mi okuyorum, sağlıklı yaşam dergisi mi, cinsel hayat ansiklopedisi mi artık karıştırıyorum.
Bunları ciddiye alsam sabahtan akşama abuk sabuk ne buldumsa yiyeceğim, ya vitamin komasına gireceğim, ya obez olacağım, ya da zafiyet geçireceğim.
Yahu acıyın bize.
Ne zaman sofraya otursam gün boyu okuduklarım vicdan azabı gibi üzerime çöküyor.
Yeter yahu..
Dedem 90 küsur yaşında ‘kaza sonucu’ öldüğünde her sabah tereyağını ekmeğe sürer, inciğin iliğini yerdi. Ama eminim ki, gazetelerin sağlık köşeleri o zaman var olsa adam yeme içme stresinden 70’ini zor görürdü.
Avrupa’da başarı vizyondur, para değil
KANAL D’de Türkiye’nin boşa yaptığı yatırımları anlatan bir dizi haber yayınlıyoruz.
Ben de, başka yazar dostlar da değindiler.
Dizinin adı ‘Havaya Savrulan Trilyonlar’.
Kimi bir liman, kimi bir yol, kimi bir spor salonu, kimi bir havalimanı.
Sonuç getirmeyen, bir işe yaramayan büyük yatırımlar.
Haber merkezindeki arkadaşlar dizinin dünkü bölümünü getirdiler. Başlık ilginçti: ‘Havaya savrulan trilyonlar, bölüm 80: Fenerbahçe’
Aramızdaki Fenerbahçeliler dahil hepimiz güldük. Ama aylar önce bu köşede yazmıştım.
Fenerbahçe’nin bugünkü yönetim anlayışı ve vizyonuyla Avrupa’da başarılı olması mümkün değil diye.
Benim Alex’le ilgili yazımı ‘gayet iyi hatırlayan’ Fenerbahçeli dostlarımın bu yazıyı hatırlamamalarına doğrusu şaşıyorum.
NE ZAMAN ADAM OLURUZ?
Sadece işimize gelen şeyleri hatırlamakla yetinmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku