Fatih Altaylı

Başbakan’ın uçağına binmek

30 Mart 2005
<B>BAŞBAKAN ’</B>ın Tunus gezisine katılmayı planlayan 15 işadamı, Başbakan’ın <B>‘kendi uçağıyla’,</B> geziye katılan işadamlarınınsa ayrı bir uçakla gideceklerini öğrenince seyahatten vazgeçmişler. ‘Biz bu gezilerde Başbakan’a meramımızı anlatmak için yer alıyoruz. Bize ne Tunus’tan’ demişler.

Başbakan’ın gezileri genelde böyle oluyor.

Amerika’ya gidiyorsunuz, Amerika ile hiçbir işi olmayan, İngilizce’nin İ’sini bilmeyen bir alay işadamı uçakta.

Dertleri gidilen yerde değil; uçakta iş bitirmek.

Çünkü randevu alma ihtimali olmayan siyasilerle, randevu almak için kapısında günlerce bekledikleri bürokratlarla 8-10 saat boyunca uçakta dipdibe oluyorlar.

Her türlü dertlerini anlatabiliyorlar. Her türlü sorunlarını aktarabiliyorlar.

Bunda bir kötülük var mı?

Bence yok.

Ama ‘kötülük’ tarafı da olabiliyor.

Çünkü bu gezilerin bir de ‘alışveriş’ tarafı var.

‘Bazı’ bürokratlara hediye edilmek üzere alınan laptop bilgisayarlar, kaşmir paltolar, markalı takım elbiseler de hep bu gezilerde el değiştiriyor.

Bunun oranı fazla mı? Hayır değil. Ama oluyor. Bunun yanı sıra bu kadar kalabalık bir heyetle seyahat edilince, geziler Başbakan ve ekibi açısından da yorucu oluyor.

Başbakan arkadaşları ile çalışmak veya dinlenmek yerine uçakta dolaşmak, işadamları ve gazetecilerle vakit geçirmek zorunda kalıyor. Rahat edemiyor.

Bu nedenle ben kendi adıma Başbakan’ın ‘ayrı’ seyahat etmesini doğru buluyorum.

Tabii Türk basınının da tavrını anlamak bazen zor oluyor. Başbakanlar işadamlarıyla seyahat edince eleştiriliyor, işadamlarını almadan seyahat edince yine eleştiriliyor.

Bence bu gezilerdeki ‘ayrımcılığın’ tek sıkıntısı basın ile Başbakan’ın arasına ‘fazla’ mesafe koyması. Son Güney Afrika gezisinde Başbakan’ı sadece bir kahvaltıda görebildik.

Buna bir çözüm bulsunlar yeter. Çünkü biz Başbakan’ı ‘iş bitirmek’ için değil, haber yapmak için izliyoruz.

Turiste kapkaç artıyor

GEÇTİĞİMİZ haftalarda kapkaçın turizme darbe vuracağından söz etmiştim. Dün de 5 İspanyol turist kapkaça maruz kaldı. Bunlar yakında yabancı basında geniş yer bulmaya başlayınca vah bizim halimize.

Bir olumsuz haberin 100 olumlu haberi yerle bir ettiğinin acaba farkında mıyız?

Kendi hırsızını kendin vur!

‘YAPMAYIN burası Vahşi Batı mı?’
dediğim zaman kovboyluk özentisi içinde olan Canan Arıtman tarafından ‘maço’ suçlaması gelmişti.

Canan Hanım elde Smith Wesson gazetelere poz veredursun, giderek Vahşi Batı’ya benzemeye başladık.

Giderek herkes ‘kendi adaletini’ uygular oldu.

Önceki gün bir tecavüz zanlısı linç edilmek istendi. Mahalleli zanlıyı dövdü, birisi de sırtına bıçağı sapladı.

Dün de kız arkadaşı ile tartışan bir genç ‘kapkaççı’ zannedilince halk genci öldüresiye dövdü, polis genci zor kurtardı.

Benzeri haberler yurdun dört bir yanından geliyor.

İstediğimiz bu mu?

Kendi hırsızını kendin vur, kendi kapkaççını, kendi tecavüzcünü kendin bıçakla.

Eğer işi kendiniz bitiremezseniz mahkeme baksın.

Yakında her suçta mahalleli elinde yağlı bir ip, zanlıyı bir ağaç altına götürüp asacak.

Ve kimsenin umurunda değil.

Bırakın umurunda olmayı sosyal demokrat olduğunu iddia eden partinin kadın milletvekili bu işte öncü.

Bu iş şirazesinden çıktı.

İnşallah sonumuz hayırlı olur.

Hırsızlar polisle alay etmeye başladı

HIRSIZLAR
bir süredir polisle ‘gırgır geçmeye’ başlamışlardı. Öyle ya, onca işyeri dururken, karakolların, emniyet müdürlüklerinin yanındaki işyerlerini soymanın başka ne gerekçesi olabilir.

Ama işin cılkı dün çıktı.

İstanbul’da polis uygulama yapıyor. Radar kurmuş, yakalananı durdurup ceza kesiyor.

Vatandaş radara yakalanmış duruyor. Cezasını ödemek için polis aracına gidiyor ve tam bu esnada hırsızlar gelip otomobilini çalıp kaçıyor.

‘Pes’ mi demek daha uygun, yoksa ‘Yuh’ mu bilemedim. Siz içinizden geleni seçip söyleyin.

Hele hele polislerin ‘Biz radar ekibiyiz. Hırsızları takip edemeyiz’ dedikleri iddiası iyice facia.

Görülen o ki, emniyet teşkilatı bir süredir vatandaşla ‘dalga’ geçiyordu, şimdi hırsızlar onlarla dalga geçmeye başladı.

Onlar karşılıklı ‘dalgalarını geçerken’ olan vatandaşa oluyor ama kime ne?

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Geriye bakınca yaşamın ne kadar kısa, ileri bakınca ne kadar uzun göründüğünü her zaman hatırlayıp ona göre davrandığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Sadece bayrağa değil ülkeye sahip çıkın

29 Mart 2005
<B>BAYRAKLA </B>ilgili yazımdan sonra pek çok kişiden <B>‘Eline sağlık, aynı fikirdeyiz’ </B>tebriki alırken, kimileri de <B>‘Sen ne anlarsın vatan ve bayrak sevgisinden’ </B>dediler. Bakıyorum herkeste müthiş bir bayrak sevgisi. Ne güzel.

Ama sadece bayrağı sevmek yeter mi, ya da bayrak sadece mitinglerde göstermelik olarak mı sevilir?

Vergi kaçır, hırsızlık, yolsuzluk yap, rüşvet ver veya al, hak, hukuk tanıma ama Bayrağa Saygı Mitingi’ne koşa koşa git.

Bir ülkeyi ülke, o ülkede yaşayanları millet yapan tek şey bayrak değil. Ve dediğim gibi iki tane velet, kendi başlarına veya birilerinin provokasyonuyla bayrağa ‘terbiyesizlik etti’ diye bu ülkeye bir şey olmaz.

Ama buradan ateşlenecek bir fitille çok kötü şeyler olur.

Bunun bir provokasyon olduğunun farkında değil misiniz?

Şehit Aileleri Dayanışma Dernekleri’nden birine saldırdılar.

Buradaki amacı görmüyor musunuz, anlamıyor musunuz?

Bayrağa Saygı Mitingi’ne gidenlerin, hatta bu mitingleri organize edenlerin bazılarının geçmişte Amerikan, İtalyan, Fransız bayraklarının yakıldığı mitinglere katıldığını da, organize ettiğini de biliyorum. Bayrağa saygı ise her bayrağa saygı göstermemiz gerekmez mi?

Bayrakları yakıldı diye bu ülkelere bir şey mi oldu?

Dünyada en çok yakılan bayrak Amerikan bayrağı. Her fırsatta bayrak çeken Amerikalıların bayrakları iki kendini bilmez tarafından yakıldı diye miting düzenlediğini gördünüz mü?

Gelmeyin dolmuşa. Bu ülkenin bütün değerlerine sahip çıkın.

İki tane velet yaktı diye sadece bayrağına değil...

NOT: Bazıları diyor ki, ‘Ne yani, yaptıkları yanlarına kár mı kalsın’. Oysa ben dünkü yazımda diyorum ki, ‘Yakalarsın iki veledi, verirsin cezasını’. Bu, yanlarına kár kalsın mı demek?

Paris Match editörü Türkiye’nin büyükelçisi

PARİS
Match Dergisi’nin Yazı İşleri Müdürü Gilles Martin-Chauffier bugünlerde Fransa’da çok eleştiriliyor. Hatta ona şimdilerde ‘Türkiye’nin fahri büyükelçisi’ diyenler bile var.

Çünkü geçtiğimiz yıl Türkiye’ye geldi, uzun uzun araştırmalar yaptı ve oturup ‘müthiş’ bir kitap yazdı.

Kitabın adı ‘Le Roman de Constantinople’.

Bu kitap aslında dizi romandan biri; ‘dünyanın büyülü yerleri’ serisinden. Daha önce dünyanın çeşitli büyük kentleri aynı adı taşıyan romanlarla anlatılmış.

Ancak bu kez roman çok kritik bir zamanda, çok kritik bir ülkede, Fransa’da yayımlandı.

Yazar, romanda Türkiye’yi ve İstanbul’u derinlemesine ele alıyor ve Türkiye’nin neden Avrupa Birliği’ne girmesi gerektiğini anlatıyor.

Türkiye’nin Avrupa kültürünün oluşmasına binlerce yıldır yaptığı katkılardan, Anadolu medeniyetinin Avrupa’yı nasıl etkilediğinden ve koruduğundan söz ediyor.

Kitabı okuyunca bir Türk olarak bile getirdiği perspektif genişliğinden yararlanıyor, öğreniyorsunuz.

Kitap Fransa’da ‘en çok okunanlar’ listesine de 42. sıradan giriş yaptı ve yükseliyor.

Görünen o ki, Türkiye’nin AB’ye üye olması muhtemel 2013 yılına kadar Avrupa’da kamuoyu çok çok değişebilir.

Yeter ki, Türkiye kendini tanıtmakta ‘ustaca’ davransın.

NOT: Chauffier’nin kitabını Fransa’da okudum. Hafta sonunda çok sevdiğim dostlarımla Normandiya’daydım. Bu arada Pacha Tour’un Paris’i donattığı reklamlara hayran oldum. Fransızları Türkiye’ye gitmeye davet ederken ‘AB’liler Türkiye’ye girmeye hazır mı?’ diye sormuş. Çok hoşuma gitti.

Milli Takımlar Fenerbahçe sorumlusu

GAZETELERDEKİ haberi görünce gözlerime inanamadım. Ama takip eden günlerde ‘spor basınının’ tepkisizliğini görünce şaşkınlığım daha da arttı.

Milli Takım çok önemli bir maça hazırlanıyor. Neredeyse hayat memat maçı. Arnavutluk’u yenemezsek gruptaki şansımız sıfıra inecek.

Bütün futbolcuların maça konsantre olmaları lazım.

Ama Türkiye Futbol Federasyonu Yönetim Kurulu üyesi ve Milli Takımlar Sorumlusu Davut Dişli, Milli Takım kampında Emre Belözoğlu ile transfer görüşmesi yapıyor ve onu önümüzdeki sezon Fenerbahçe’ye gelmesi için ikna etmeye çalışıyor.

Siz hiç böyle bir şey görüp duydunuz mu?

Normalde Fenerbahçeli bir yönetici gelip Emre ile böyle bir görüşme yapmak istese (ki normal bir durum), Milli Takımlar Sorumlusu’nun ‘Önemli bir maçımız var. Burası yeri değil. Oyuncuların konsantrasyonunu bozmayın’ demesi gerekirken, tam aksi oluyor ve Türk Milli Takımı’nın başarısından başka bir şeyi düşünmemesi gereken adam, Milli Takım oyuncusuyla tuttuğu kulüp adına pazarlık yapıyor.

İşin daha da vahimi, Türk spor basını çıtını bile çıkarmıyor, hatta bu görüşmeyi ‘Emre seneye Fenerbahçe forması giyebilir’ diyerek zafer edasıyla veriyor.

Hem Dişli’ye, hem de spor basınına helal olsun.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Taş taş üstüne koyarken, ulusların medeniyet derecelerini kentlerinin güzelliğiyle kanıtladığını unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Kalemiti Canan, Billy the Kid Onur’a karşı

25 Mart 2005
<B>CANAN Arıtman </B>için <B>‘Vahşi Batı’</B> karakteri eli silahlı kadın kovboy <B>‘Kalemiti Canan’</B> yakıştırmasını yaptığım yazıyı kaleme alırken, <B>Arıtman’</B>ın Hürriyet’in 1. sayfasındaki <B>‘eli silahlı’</B> fotoğrafını görmemiştim. Dün fotoğrafı görünce, ‘Elime sağlık. Hiç de haksızlık etmemişim’ dedim kendi kendime.

Sosyal demokrat bir partinin kadın milletvekili, ‘Herkes kendini savunsun’ deyip elde silahla poz veriyor, sağ parti DYP’nin sağında olduğu iddia edilen Genel Başkanı Mehmet Ağar ise Arıtman’ın fikrine ‘Türkiye, Teksas’a döner’ diye karşı çıkıyor. Türkiye’de siyasetin ne hale geldiğinin, CHP’nin nasıl yoldan çıktığının göstergesi Canan Arıtman.

Sanırsın ki, sosyal demokrat milletvekili değil, ABD’li silah lobilerinin sözcüsü.

ABD’de aklıselim herkes silahlanmanın önüne geçilsin diyor, silah lobileri bu sesleri susturmak için milyar dolarlar akıtıyor, Türkiye’de ‘sosyal demokrat’ Canan Arıtman elde silah baş sayfada. Fikri de süper: ‘Herkes kendini savunsun. Hızlı olan yaşasın.’

Oysa bunun bir çözüm olmadığının en açık örneği Güney Afrika.

Güney Afrika, dünyada silahlı soygun olaylarının oransal olarak en fazla yaşandığı ülke.

Çünkü gelir dağılımında müthiş bir adaletsizlik var; 8 milyon aç ve sefil, 10 milyonun üzerinde sürekli işi olmayan insan yaşıyor bu ülkede.

Hal böyle olunca hırsızlık almış başını gitmiş.

Güney Afrika’da bütün evlerin duvarları üç metre, üzerinde elektrikli teller ve istisnasız her kapıda bir yazı: ‘Armed response.’

Yani ‘Girerseniz vururum’.

Sonuç... Daha önce de yazdım. Silahlı soygunlarda yılda 30 bini aşkın kişi ölüyor.

Kimi soyan, kimi soyulan.

Canan Arıtman’ın istediği tablo bu mu?

AB’ye girmeye hazırlanan Türkiye’nin sosyal demokrat partisinin suçla mücadele programı bu mu?

Cezaları artırmak, uygulanabilir hale getirmek, polisi, jandarmayı güçlendirmek yerine ‘herkesin eline bir silah’ vermek mi?

Eğer durum buysa, hepimize geçmiş olsun.

Takalım belimize silahı, başlayalım çatışmaya.

Hızlı olan yaşasın... Ortalık Onur Özbizerdik gibi ‘Billy the Kid’lere kalsın.

Yalnız AKP’yle değil Denktaş herkesle kavga etti

RAUF Denktaş, Annan Planı’na destek verdiği günden bu yana hükümetle ipleri geriyor.

Her fırsatta hükümeti suçluyor. Hükümete ‘milli politikaları benimsemediği’ için yükleniyor.

Son olarak Cumhurbaşkanlığı’ndan ayrılmasıyla ilgili olarak da ‘AKP yüzünden ayrılıyorum’ diyor.

Denktaş’ın yaydığı havaya bakılırsa, sevgili KKTC Cumhurbaşkanı şimdiye dek çok uyumlu biriydi; ama AKP iktidara gelince bu partiyle uyuşamadı.

Oysa Denktaş’ın geçmişi ‘geçimsizliklerle’ dolu.

Denktaş 1980’den sonra özellikle Özal ve Çiller ile defalarca karşı karşıya geldi.

Turgut Özal’ın güven artırıcı önlemler paketi içinde yer alan önerileri benimsemesi ve bu çerçevede Maraş’ın Rumlara bırakılıp havaalanı ve limanların uluslararası trafiğe açılmasına sıcak bakmasından rahatsız oldu.

Tansu Çiller’le, hem Kıbrıs sorununun çözümsüz kalmasında Denktaş’ın da etkili olduğu, hem de Ada’ya yollanan paranın çarçur edildiği yolunda şikáyetleri olduğunu söyleyince araları açılmıştı.

Denktaş’ın tartıştığı ilk Türk yetkililerden biri Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs’a yolladığı ilk büyükelçi olan Mehmet Emin Dırvana oldu. Dırvana Rumların bombaladığı söylenen enformasyon dairesini TMT üyelerinin bombaladığı gerekçesiyle Denktaş hakkında soruşturma açtırmış ve onunla karşı karşıya gelmişti. O gün TMT’yi savunan Denktaş, yıllar sonra bu olayı TMT’li arkadaşlarının yaptığını kabul etti. Dırvana dönemindeki bir diğer önemli olaysa öldürülen 2 Türk gazetecinin durumu oldu. Elçiliğe yakınlıklarıyla bilinen ve asıl meslekleri avukatlık olan Ayhan Hikmet ve Muzaffer Gürkan 1985 yılında öldürüldüler. Sahibi oldukları Cumhuriyet Gazetesi’nde Denktaş ile ilgili ağır eleştiriler yayımlayan bu iki kişinin öldürülmesi Dırvana’yı kızdırdı. Dırvana bu işin arkasında Denktaş’ın olabileceğini ima eden açıklamalar yaptı.

Bunların yanı sıra Denktaş, yardımcısı olduğu Türk Toplumu Lideri Doktor Fazıl Küçük ile de uzun yıllar küs kaldı. Küçük öldüğünde, bu küslük sürüyordu.

Yani anlayacağınız ‘sempatik’ tavırlarına rağmen Denktaş öyle ‘geçinilmesi kolay’ biri değil.

Ve Kıbrıs’taki ‘çözümsüz statükoyu’ koruma konusunda da Rum meslektaşı kadar kararlı.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Öfkeyle kalkanın genelde zararla oturduğunu unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

İki velet ülkeyi germeli mi?

24 Mart 2005
<B>OKURLAR </B>arıyor ve diyor ki: <B>‘Fatih Bey bayrak konusunda bir şey yazmadı.’<br><br></B>Evet yazmadım. Yazma niyetim de yoktu. Mersin’deki mitingde olanlar, Kanal D Haber merkezinde benim de önüme geldi. 14-15 yaşlarında birkaç ‘velet’ Türk bayrağını yakmaya çalışıyor.

‘Bu görüntüleri kullanmayın. Bu haltı yiyen ve yedirtenlerin ekmeğine yağ sürmeyin. Bunu yapanların amacı tahrik etmek’ dedim.

Çünkü gazeteci bakış açım ile vatanseverlik arasında bir tercih yapmak zorundaydım.

Bu görüntülerin toplumda yeni bir ayrışma, yeni bir karşıtlık başlatacağını düşünüyordum.

İki ‘veledin’ böylesi bir nefret tohumu atma hakkına sahip olmadığını düşünüyordum.

Hálá da öyle düşünüyorum.

İki ‘velet’ Türk bayrağına terbiyesizce davranıyor. Ülke birbirine giriyor. Ayrımlar körükleniyor.

Yakalarsın o ‘terbiyesiz veletleri’, verirsin cezasını biter gider.

Bunların yaptığı üzerinden ülkeyi germek, ülkeyi yeniden kamplaştırmak, yeni tartışmalar başlatmak bence doğru değil.

O iki velet yaktı diye Türk bayrağına, Türkiye’ye bir zarar gelmez.

Ama anlamsız tartışmaların yeniden başlamasından, etnik grupların ister istemez tahrik olmasından çok zarar gelir.

İşte sonuç ortada.

İki ‘velet’in yaptığı günlerdir tartışılıyor.

Onlar yüzünden ülke geriliyor...

Türkiye’nin açığını TJK kapatabilir mi?

HÜRRİYET’in ekonomi sayfalarında bir haber değerlendirmesi.

‘Çocuklara trilyonluk at yarışı desteğine fren.’

‘TJK, gelirlerinin yüzde birini Çocuk Esirgeme Kurumu’na aktarmamak için yargı yoluna gitti’
denilerek TJK karalanıyor.

Sanırsın ki, TJK’da hiç kesinti yok ve para içinde yüzüyor. Zavallı yetimlere yardım etmiyor.

Oysa durum tam tersi, TJK gelirlerinden Savunma Sanayii Destekleme Fonu’na, Olimpiyat Fonu’na, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu’na, Türk Tanıtma Fonu’na, Kızılay Küsurat Fonu’na, Cumhurbaşkanlığı’na kesintiler yapılıyor. Üzerine Şans Oyunları Vergisi, Katma Değer Vergisi alınıyor.

Yani TJK’nın gelirlerinin yaklaşık yüzde 60 küsuru fonlara ve kesintilere gidiyor.

Bu kesintilerin yüksekliği yüzünden at yarışı bahisleri cazip olmaktan çıkıyor ve TJK bir iki yıl içinde batacak.

Bunu bilmeyenler yazıyor, ‘TJK, Çocuk Esirgeme Kurumu’na yüzde bir vermiyor’ diye.

Anlaşılan Türkiye’de her yere para yetiştirmek de TJK’nın görevleri arasında.

O zaman vergi dairelerini kapatsınlar. Türkiye’nin bütçesini TJK gelirleriyle denkleştirsinler.

Kalemiti Canan

DÜN ben, ‘Katil olmak istemiyorum’ diye yazınca ‘katil olmak isteyenlerden’ tepkiler geldi.

Kimi ‘Evime gireni vururum’ diyor, kimi ‘Yazınızı üzülerek okudum’.

Niye üzüldüklerini anlamadım. Benim fikrim bu. Benim fikrime ‘üzülenlerin’ birini öldürmekten üzüntü duymayacaklarını beyan etmelerine de doğrusu şaşırdım.

Ancak en ‘acayip’ yanıt Canan Arıtman’dan geldi.

Canan Arıtman, teklifini şöyle savunuyor:

‘Kadınların kendi özel yaşam alanlarının, konutlarının ve ailesinin yaşam hakkını korumak adına bilgisi ve rızası dışında evine, artık malına mı, canına mı, namusuna mı kastettiği belli olmayan kişilerin girmesi durumunda meşru müdafaa hakkının genişletilmesini talep ediyorum. Bunun her türlü savaşa karşı olmak yanında kendi vatanının işgaline karşı gözünü kırpmadan savaşmaktan hiçbir farkı yok. İşte bu duyarlılığı anlamayan erkekler maçodur, kadından anlamaz. Bu tür erkeklerle yaşamak zorunda kalan kadınlara yazık ki, ne yazık.’

Arıtman ‘maçoluk’
takıntısını yanıtının sonunda da tekrarlıyor: ‘Canan Arıtman’ın her yasa teklifinde mutlaka kadın bakış açısı ve kadın duyarlılığı vardır. Ama kadından anlamayan maçolar bunu anlamaz.’

Aklınca bana maço diyor. Kadından anlamaz diyor.

Bu köşeyi yıllardır okuyanlar, ikide bir ‘kadın ve aşk’ yazısı yazmıyor olsam da kadınlara karşı bakış açımı gayet iyi bilirler. Maçoluk bir yana, eğer tam tersi bir unvan varsa bana yakışanın o olduğunu da bilirler.

Ama Canan Arıtman ‘milli mücadele hamaseti’ ile kadınları ‘Kalemiti Ceyn’leştirmeyi meşru kılmak istiyor.

Acaba Canan Arıtman, bu teklifiyle kadınları tehlikeye attığını fark edemeyecek kadar şuursuz mu?

Silahlı bir soyguncu ile hayatında belki de silahı ilk kez eline alan bir kadının karşılaşmasında sizce ‘düelloyu’ kim kazanır!

Ben biliyorum ki, eşim eline silah alsa kendini vurma ihtimali, karşısındakini vurma ihtimalinden fazladır.

Ben diyorum ki, ‘Ben kendimi savunmak zorunda değilim. Bunun için polisin maaşı benim vergimle ödeniyor. Onlar işlerini yapsınlar’.

Canan Arıtman
diyor ki, ‘Sen maçosun, kadından ne anlarsın’.

Doğru, kadın uzmanı değilim. Böyle bir iddiam da yok. Ama maço olmadığımı biliyorum. Üstelik yazdıklarına bakınca kimin ‘maço’ olduğu anlaşılıyor. Maço olmak için erkek olmak şart değil.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Sevgiden kaynaklanan zaafı sömürmediğimiz zaman.
Yazının Devamını Oku

1 Mart Türkiye tarihine kara gün olarak geçecek

23 Mart 2005
<B>1 </B>Mart tezkeresi olarak bilinen ABD askerlerinin Kuzay Irak’a Türkiye üzerinden girmesine imkán sağlayacak <B>‘izin tezkeresi’</B> Meclis’e gelirken, topu topu birkaç yazardık bu işe destek veren. Bunun bölgemizde bir milat olduğunun farkındaydık.

Meclis bunu reddetti.

Dün Ertuğrul Özkök’ün de yazdığı gibi ‘bazıları’ bazı gazetecileri kullanarak bu reddin ‘zeminini’ hazırladılar.

Hisleriyle hareket eden bir grup milletvekili de bu tarihi dönemeçte ‘bence hatalı’ olan ve tarihin de beni doğrulayacağını düşündüğüm bu karar için el kaldırdılar.

Bakın 1 Mart tezkeresinin reddinden sonra neler olmaya başladı.

Ermeni soykırımı konusu Türkiye’nin önüne önce antre olarak getirildi. Ana yemek ve tatlı olarak da getirilecek. Başımız epey ağrıyacak.

Ardından Abdullah Öcalan’ın ‘ABD desteğiyle’ yakalanmasından sonra çözülme aşamasına giren PKK’da bir canlanma görülmeye başlandı.

Önce Kuzey Irak’ta güç topladılar, ardından Türkiye’de yeniden aktif hale gelmeye başladılar. Sonuçlarını önceki gün görmeye başladık.

Türkiye’nin önüne bu ağır faturayı niye koyduk diye soran var mı acaba?

6 yıl önce savaşın eşiğine geldiğimiz Suriye’yi Amerika’ya karşı desteklemek, Amerikan askerlerini ve Türk kamyon şoförlerini öldürenlere şehit demek uğruna.

Bu mudur politika. Bu mudur dünya gerçekleriyle yüzleşmek. ABD ile Afrika’da, İran’da kıyasıya bir gizli mücadele yürüten Fransa’nın aklıselim gazetesi Le Monde ‘Amerika’ya haksızlık mı ediyoruz’ manşeti atarken, Türkiye’nin yaptığı akıl kárı mı?

1 Mart tezkeresinin reddi Türkiye’nin dünyadaki yeri açısından bir dönüm noktası olarak tarihe geçti.

Korkum aynı zamanda ‘Türkiye’nin bölünmesi için düğmeye basılan gün’ olarak da tarihe geçmesi.

ABD’de birileri her geçen gün Kürtlerin ‘daha güvenilir ve daha bağımlı’ müttefik haline geldiğini söylemiyor mu zannediyorsunuz!

Edelman niye istifa etti

ABD Büyükelçisi Eric Edelman’ın Türkiye’deki görevinden ‘istifa etmesi’ ile ilgili olarak çeşitli tevatürler üretiliyor.

Yok ‘İlişkileri gerdiği için istifaya zorlanmış’, yok ‘Türkiye ABD’ye Edelman’dan rahatsız olduğunu bildirmiş’, yok ‘Daha üst bir göreve gelecekmiş’.

Bunların tamamı hayal mahsulü.

Size Edelman’ın ‘neden istifa ettiğini’ anlatayım da bir halttan anlamayanların palavralarına kanmayın.

Eric Edelman Bush yönetimine çok yakın bir isim.

Neredeyse politikaların mimarları arasında.

ABD’deki başkanlık seçimleri sonrasında yeni yapılama sırasında Edelman’ın da yeni beklentileri vardı.

Daha üst bir göreve getirilmek, en azından Dışişleri Bakan Yardımcısı olmak arzusundaydı.
Ancak Bush yönetimi yeniden yapılanırken, Edelman’ın bu beklentilerine yanıt vermedi.

Edelman’a beklediği görevlerden hiçbiri önerilmedi.

Edelman da küstü. Ve bu küskünlüğünü göstermek için istifa yolunu seçti.

Olayın Türkiye ile uzaktan yakından ilgisi yok.

Katil olmak istemiyorum

BUNU
söyleyen bir kadın milletvekili olmasa bu kadar garipsemeyecektim.Ama fikir CHP’li Canan Arıtman’a ait.

Arıtman diyor ki: ‘Evimize giren hırsızı vurma yetkimiz olsun.’

Öneriye bakın.

Birisi sevdiklerimin canına kastederse yetkim olsun olmasın onları korurum ama kimseden ‘katil olma yetkisi’ istemiyorum.

Çünkü evime hırsızlık amacıyla giren birini vurup hayat boyu vicdan azabı çekmek, yasalar karşısında olmasa bile kendi vicdanım karşısında ‘katil’ olmak istemiyorum.

Ben sadece beni korumak için, benim vergimle ödenmiş maaşı alanların görevlerini yapmasını istiyorum.

Üç otuzluk malı korumak için katil olmak değil.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

İşimize saygımız egomuza saygımızdan fazla olduğu zaman.
Yazının Devamını Oku

Artık tasdike gerek yok

22 Mart 2005
<B>GEÇEN </B>hafta yazdığım <B>‘Bakan Akdağ bu neyin tasdikidir’</B> başlıklı yazıma Sağlık Bakanlığı’ndan yanıt geldi. 25758 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan ‘Başbakanlık Genelgesi’ ile ‘Reçete ve sevk evrakında doktorun kaşe ve imzasının bulunması yeterli sayılacak, ayrıca başhekim tasdiki aranmayacaktır’ hükmü yer almış.

Bunun yanı sıra işyeri hekimi tarafından yazılan reçetelerin ‘Eczacı Odaları tarafından tasdiki’ uygulamasına da ‘4 Nisan 2005’ tarihinde son verilecekmiş.

Gereğini yapıp, gereksiz bürokrasiyi ortadan kaldıranlara teşekkür ederim.

Testi kırıldı polis yeşil sermayenin peşine düştü

‘YEŞİL sermaye’
olarak bilinen, kimilerinin de ‘İslami holdingler’ dediği ‘saadet zincirleri’ birer birer yıkılıyor.

Son olarak Endüstri Holding’in foyası ortaya çıktı.

300 trilyonu buharlaştırmışlar, şimdi polis peşlerine düşmüş.

Komedi.

Bu saadet zincirleri hakkında yazdıklarım, televizyon programlarında söylediklerim hálá hatırlanıyor.

JET Fadıl Akgündüz Reha Muhtar’ın programında otomobil fabrikası kuracağını söylediğinde ‘Sen o fabrikayı kur, bir tek otomobil üret, ben Taksim Meydanı’nda anırırım’ demiş ve ‘Ben de bunu üreteceğim’ diyerek oracıkta kağıda çizdiğim bir otomobili ekrandan göstermiştim.

O zaman meslektaşlarım bu konunun üzerine gitmek yerine benim ‘anırma ihtimalimden’ keyif almışlardı.

Daha sonra bu holdingleri bir Teke Tek programında ele almış, bugün polisin peşine düştüğü Endüstri Holding’i de o programda ortaya koymuş ve üretilmeyen malların reklamını yaparak Almanya’da vatandaşlarımızı dolandırdıklarını söylemiştik.

Oradan buraya neredeyse 4 yılı aşkın zaman geçti. Yimpaş’ı, osu, busu hepsi bizim köşeden veya programdan geçti.

Hepsini anlattık.

O zaman kimse ‘Bunlar ne yapıyor’ demedi. Kimse bunların peşine düşmedi. Ne Maliye, ne polis ilgilendi.

Bir tek SPK uyarılarda bulundu, onu da takan olmadı.

Şimdi peşlerine düşmüşler.

Aferin onlara, bu saatten sonra kırılan testinin parçalarını bile bulamazlar.

Eskişehir’i sarmak lazım

CEMALETTİN Sarar’
ı yıllardır tanırım.

Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu türde işadamlarından biridir.

Eskişehir’deki küçücük bir fabrikada dünya devlerine fason imalat yapmaktan, 10 yıl gibi bir sürede dünya markası haline gelmiş bir firmanın en tepesindeki adam.

Cemalettin Sarar şimdi de ‘Eskişehir’i dünya markası yapacağım’ diyerek Eskişehir Ticaret Odası Başkanlığı’na aday olmuş.

İnanılmaz sevindim. Çünkü dediğini yapar.

İstanbul’dan sonra Türkiye’nin en dinamik kentlerinden biri haline gelen Eskişehir’in Cemalettin Sarar’dan alacak çok şeyi var.

Unu, yağı ve şekeri olan Eskişehir’e de Cemalettin Sarar’ın vereceği çok şey var.

NOT: Başarılı işadamları her nedense işlerini bahane ederek böyle görevlerden kaçarlar. Cemalettin Sarar’ın onca işi arasında bu göreve talip olması da ayrı bir cesaret.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Duygularla yönetince bazen, akılla yönetince her zaman başarılı olunduğunu unutmadığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

İTO seçimleri ve siyaset

21 Mart 2005
<B>İSTANBUL </B>Ticaret Odası seçimlerine siyasetin karışacağı çok önceden belliydi. AKP, önce alttan alttan, sonra açık bir biçimde İTO seçimlerinde etken olmaya çalıştı. Bu durum eleştiriliyor. Oysa ‘iktidar’ İTO seçimlerine ilk kez müdahale etmiyor.

Geçmişte de, gerek ANAP gerekse DYP bu seçimlerde hep ‘rol’ oynadılar.

Devrilen Başkan Mehmet Yıldırım’ın DYP ile çok yakın ilişkileri olduğu, bu partiden belediye başkan adayı olabilecek kadar bu partiyle iç içe olduğu bilinmeyen gerçekler değil.

Bundan sonra da kim iktidar olursa olsun, Türkiye’nin bu en büyük işadamları örgütünde etkin olmak isteyecektir.

Diğer yandan da işadamları örgütü de iktidara yakın olmak isteyecektir. AKP İTO seçiminde geçmişte yapılanlardan çok da farklı bir iş yapmadı. Sadece bunu yapış biçimi ‘zarafetten’ uzaktı.

Yine de ben konuya içerik açısından bakmayı tercih ediyorum.

Mehmet Yıldırım başarılı bir İTO başkanıydı ama 10 yıldır o koltukta oturuyordu. Değişme zamanı sizce gelmemiş miydi!

Yıldırım’ın yerini alanlara da bakmak lazım.

Yeni Başkan Murat Yalçıntaş bu koltuğa layık biri değil mi?

40 yaşında, iyi eğitimli, birkaç yabancı dile hákim.

Tanımıyorum ama seçimde Yıldırım’ı destekleyenlerin bazılarının bile itiraf ettiği kadarıyla ekibi de ‘fena değil’.

Kötü mü bu kan değişimi.

‘İyi de iktidar müdahalesiyle oldu.’

Peki iktidar müdahale etmeseydi, Mehmet Yıldırım ‘10 yıl oldu. Yerimi gençlere devretmeliyim’ deyip Murat Yalçıntaş veya gerekli özelliklere sahip başka birine bu görevi bırakacak mıydı, bırakmayı düşünüyor muydu?

Doğrudur, İTO seçimlerine AKP müdahil olmuştur, sonucu etkilemiştir. Ama bu sonucun ‘kötü’ olduğunu söylemek için elimizde gerekli veri yoktur.

İktidara taşıyanlar mutsuz Erdoğan gergin

BAŞBAKAN Erdoğan hayli sinirli. Her fırsatta patlıyor. Bu patlamalar Başbakan’ı yıpratıyor.

Çünkü patlamalarına hak verenlerin sayısı her geçen gün azalıyor.

Bu patlamalar hedef saptırma olarak algılanıyor.

Başbakan’ın öfkesinin arkasında yatan ise seçimlerden sonra halktan istediği sürenin sonuna gelmiş olması.

Hükümetin ‘zorlu’ ekonomi politikalarına bugüne kadar kayıtsız şartsız bir destek verildi.

Çünkü 3. yılda ‘Olumlu sonuçlar halka yansıyacak’ sözü vardı.

Ancak bu olmadı. Olmamasını bırakın olacağına dair bir işaret dahi yok.

Çiftçi mutsuz. Belki de hayatlarının en zorlu dönemini yaşıyorlar. Tamam, tarımsal üretimde devletin hataları vardı ve buradan dönmek gerekiyordu ama bu dönüşüm olmadı. Alternatif politikalar üretilmedi.

Küçük esnaf umutsuz. Piyasalar bir türlü açılmıyor.

Küçük ve orta ölçekli sanayici keyifsiz. Kapasite kullanımı artıyor ama bu kárlılığa yansımıyor. Vergi ve sosyal güvenlik politikaları küçük işvereni eziyor.

İhracatçı en zor durumda olan kesim. İşçilik maliyetleri yükseldi. TL aşırı değerli. İhracatçı zararına iş yapıyor. Daha ne kadar yapabilir hesaplayamıyor bile.

İşçi ve memur keyifsiz. Kaçak işçi çalıştırma oranları yükseliyor. SSK uygulamaları ve iş güvencesi yasası ekmeği aslanın ağzından midesine indirdi.

Halinden nispeten memnun olanlar dev holdingler.

Yıl sonu rakamlarından görüyoruz ki, büyük holdingler uçuyor. 5 yıl sonraki hedefler şimdiden yakalanmış. Kárlılıklar artmış. Devletle sorunlarını en rahat çözebilen kesim de yine bu büyük holdingler olmuş.

Holdinglerin büyümesi, kárlı olması kötü değil elbet ama Erdoğan’ı iktidara taşıyanlar onlar değil, bugün mutsuzluğu artanlar.

Bütün bunlar Erdoğan’ı geriyor. Yerinde olsam beni de gererdi.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Dedikodu yaparak sadece dostlarımızı değil, saygınlığımızı da kaybettiğimizi anladığımız zaman.
Yazının Devamını Oku

Bakan Akdağ, bu neyin tasdikidir?

19 Mart 2005
<B>HASTANELERDE </B>başhekim odalarının önünde uzun kuyruklar oluşuyor. En acil hastaların yakınları bile bu kuyrukta. <br><br>Neden mi? Çünkü doktorun yazdığı ilacın alınabilmesi için hastane başhekiminin ‘tasdiklemesi’ gerekiyor. Haliyle başhekimin böyle bir zamanı yok. Binlerce reçeteyi bakıp tasdikleyecek hali de. Ne yapıyor? Veriyor bir odacının eline mührü, doktorun yazdığı reçeteyi odacı tasdikliyor.

Boşu boşuna zaman kaybı, emek kaybı, insanlara eziyet. Sadece o mu? İşte bir hekimden gelen mektup: ‘Ben büyük bir işyerinin doktoruyum. Dahiliye uzmanıyım. Şirket personeline yazıp kaşelediğim reçetedeki ilaçları personelimizin alabilmesi için, Şişhane’den en yakın eczacı odası olan Mecidiyeköy’e giderek tasdik ettirmesi, sonra da eczaneden ilacı alması gerekmektedir.

Allah ışkına bu neyin tasdikidir? Ne şirket personelimizin, ne de doktor olarak benim odada kaydımız vardır. Acaba eczacı odası neyi tasdik etmektedir? Bunun faydası nedir? SSK’lı işçinin zamanını almaktan ve para sarfından başka ne işe yarar.’

Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın bu sorulara bir yanıtı var mı? Bu tasdikler ne işe yarar!

Müslüman ülkede içki pahalı mı olur?

GEÇTİĞİMİZ günlerde içki ithalatçısı firmaların, içkileri Türkiye’ye düşük faturalarla soktuklarına ilişkin müfettiş raporlarına değinen bir yazı yazdım.

Ortada ciddi bir vergi kaybı vardı. Bu yazıdan sonra ilgili firmalardan ortak bir mektup aldım.

Söz konusu müfettiş iddialarının yargıya intikal ettiğini ve pek çok davanın kendileri lehine sonuçlandığını ve ithalatın GATT tarifelerine göre düzenlendiğini bildirdiler.

Bu arada alkollü içki ithalatçılarından Nadir Yelkenci de ziyaretime geldi.

Yüksek vergilerin kaçakçılığı ve sahteciliği teşvik ettiğini, bazı sınır kapılarından ve durum bu şekilde devam ederse Bulgaristan üzerinden kaçak ve hatta sahte alkollü içkilerin Türkiye’ye girmeye başlayacağını, devletin bu işten vergi geliri elde etmeyi umarken vergi kaybına uğrayacağını söyledi.

Yelkenci’nin verdiği bilgilere göre 70 cl’lik bir şişe viskinin Türkiye’de satılabilmesi için ödenmesi gereken en düşük vergi miktarı 11.68 Euro. Bu minimum miktar. Yani viski 2 Euro değerindeyse bunu 13.68 Euro’dan daha ucuza almak mümkün değil.

Bu vergi miktarı İzlanda’da 2.25, İrlanda’da 1.10, Fransa’da 0.40 Euro.

70 cl’lik votka veya cin için ise Türkiye’de ödenmesi gereken minimum vergi 6.82 Euro.

Bu miktar İzlanda’da 2.25 Euro, İngiltere’de 0.79 Euro, Fransa’da 0.40 Euro.

Bunlardan çok çok daha düşük vergi alan ülkeler çoğunlukta.

Yani Türkiye’de ithal içki üzerindeki vergiler, AB ülkelerinin çok çok üzerinde.

Bu durumun kaçakçılığı artıracağı kesin.

Maliye Bakanlığı burada da yüksek vergi yüzünden gelir kaybına uğrayacak.

Kimbilir belki de ‘İçmesinler zıkkımı. Ben de oradan gelir elde etmeyeyim’ diyor olabilirler. Ama turizm sezonu gelirken, ‘Türkiye’de içkiler niye bu kadar pahalı?’ diye soran turistlere ne diyeceğiz.

‘Kusura bakmayın burası Müslüman ülke. Bizde böyle’ mi?

Galatasaray’ın hakkını kim savunacak!

GALATASARAYLILAR DAN çokça mektup ve faks alıyorum. ‘Kulübümüzün hakları ayaklar altına alınıyor. Yönetimin durumu malum. Eskiden siz bizim haklarımızı korurdunuz. Şimdi sizden de ses seda yok’ diyen mektuplar.

Doğru, ses seda çıkarmıyorum.

Çünkü birincisi bu yönetim anlayışıyla ben ne desem boş.

Meydanı bırakmışlar ezeli rakibe, izliyorlar. Federasyon Fenerbahçe yönetiminde.

Basiretsiz Başkan Bıçakcı’nın adı var ama Federasyon’da egemen güç Davut Dişli.

O da başta sorumlusu olduğu Milli Takımlar olmak üzere Fenerbahçe bayrağını dalgalandırıyor. Federasyonda ağır bir Fenerbahçe hegemonyası var, Galatasaray’da tık yok.

Beşiktaş bile gerektiğinde kıyamet koparıyor. Hakkını arıyor ve bazen alıyor, Galatasaray sağ yanağa bir tokat atılınca sol yanağını uzatıyor. İşte Song’a verilen ceza. Bakalım aynı durum başka takımlar için söz konusu olunca aynı cezalar verilebilecek mi?

Sanmıyorum. Hatta eminim ki veremeyecekler, ama Galatasaray’da nasılsa ses seda yok.

İkincisi, Galatasaray taraftarlarının tavrı. Hasan gibi, Arif gibi bu takıma büyük emekler vermiş çocuklara sövüyorlar. Siz kimsiniz de bu çocuklara sövüyorsunuz! O çocuklar değil mi size şampiyonluklar yaşatan, siz sevinin diye tekmeye kafa uzatan.

Ve üçüncüsü. Biz herkese ve her şeye rağmen bu kulübün haklarını korurken, üç otuzluk menfaat uğruna bana da demediğini bırakmayanlar siz değil misiniz.

Siz ve yönetim adam oluncaya kadar ben bu kulübün haklarını falan savunmam.

Ne haliniz varsa görün.

NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

En büyük kötülüğün iyilik yapıyormuş görüntüsü altında yapılan olduğunu anlamayacak kadar aptal olduğumuz zannedilmediği zaman.
Yazının Devamını Oku