Eyüp Can

Bursalı Mösyö İmam’ın gizemli aşkı

25 Temmuz 2010
“CÜPPEYİ giyip cemaatin önünde ‘Allah- u Ekber’ diyerek ellerimi kaldırdığımda karşıma hayali dikiliyor, ne okuyacağımı şaşırıyordum. <br><br>Namazım da niyazım da o olmuştu... Secde ettiğimde sanki ona secde ediyordum...”
* * *
Dört çocuk sahibi evli bir imam, görev yaptığı Saint Dizier’de, sürekli gittiği bir kafede çalışan, evli ve iki çocuk sahibi Fransız bir kadına âşık olursa ne olur?
Hele de bu imam tutkuyla bağlandığı Katrin’e duyduğu aşkı karısı Münire’den gizleyemeyecek bir hale gelmişse...
Dahası oturup bu aşkı merkeze alan bir kitap yazmış, adını da Mösyö İmam koymuşsa...
Ve kitabı şu sözlerle karısına ithaf etmişse...
‘Beni dil ucuyla değil yürekten affetmeni dilerim.
Elimde değildi...
Kendimle olabildiğince mücadele ettim.
Amansız bir hastalığa yakalansam bana yine kırılır mıydın?
Buda öyle bir şey işte...’ 
* * *
Bırakın Türkiye’yi İslam dünyasında cok az insanın cesaret edebileceği bir işe girişmiş Mehmet Oyan.
Sadece karısıyla değil Tanrı, aşk, din, ibadet, para, cinsellik aklınıza gelebilecek ne varsa her şeyle adeta günah çıkarırcasına yüzleşmiş...
Aptallıkları, saçmalıkları, korku ve umutları yok yok bu kitapta...
* * *
İslam’da Hıristiyanlıktaki gibi günah çıkarma mekanizması yok...
Eğer olsa hiç tereddüt etmeden Mösyö İmam’ı bu türün başyapıtı ilan ederdim...
Oysa karşı karşıya olduğunuz kitap her anlamda bir ilk yapıt.
Alabildiğine acemi...
Kıblesi aşk, inanç, mizah, samimiyet ve cesaret olan bir itirafname...
* * *
Ölüm korkusu ve Fransa’da morgda yıkadığı cesetle ilgili anlattıkları onun kişiliğini en çıplak haliyle ele veriyor...
Bir trafik kazasında ölen Türk genci uzun zaman peşini bırakmamış.
Öyle ki evde yalnızken sürekli Hüseyin’in morgdaki hali gözünün önüne gelmeye başlamış...
Çare olarak ne yapmış dersiniz Mösyö İmam?
‘Bazı din büyükleri böyle durumlarda okuyup üfleyin der. Oysa okuyup üflemek öteki dünya ile irtibatınızı arttıracağı için daha da korkmanıza yol açabilir. Ben Fransa’da ürperdiğim zaman gecenin kaçı olursa olsun müzik setine bir oyun havası koyar, ‘Oyna Mehmet Hoca oyna!’ diyerek şakır şakır oynardım. Çok faydasını gördüm...’
* * *
Durun bitmedi Mösyö İmam şimdi de cenneti anlatıyor...
‘Çocukken benim için cennet, kilolarca ayçekirdeği ve binlerce cilt Teksas-Tommiks’ti. On yaşlarında sinema salonlarını cennet diye görmeye başladım. Ergenlik yıllarımda cenneti dansözler, huriler, striptiz yıldızlarıyla dolu hayal ettim. Oysa cenneti âşık olunca anladım. Tutkuyla bağlandığın bir kadının gözlerine bakmak demek cennet...’
Mösyö İmam ona cenneti yaşatan Katrin’e onca ziyarete rağmen bir mektup kadar yaklaşabilmiş...
Adına şiirler yazıp şarkılar bestelediği kadına “Senden hiç bir şey beklemeden sana âşık bir imamım...” diyebilmiş...
* * *
Radikal Cumartesi’den Pınar Öğünç’le yaptığı keyifli söyleşide “İnsanlar günah işlemezse Allah neyi affedecek?’ diyor...
‘Mösyö İmam’ Münire Hanım’ın şu çarpıcı sözleriyle son buluyor...
“Böyle aşklar artık yaşanmıyor. Sen bunları yazarsan belki de imkânsız aşkların daha tatlı, daha büyük olduğu anlaşılır. Kadınlık gururum incinse bile böylesine gizemli bir aşkın gizli kalmasına gönlüm razı gelmez...”
Mösyö İmam, Mehmet Oyan  Doğan Kitap, Temmuz 2010
Yazının Devamını Oku

‘Bölücülüğü savunmak serbest olmalı’ diyen siyasetçi

24 Temmuz 2010
“TÜRKLER ve Kürtler beraber yaşamalı mı?

Türkiye’nin huzursuz Kürtlerinden birçoğunun bu soruya cevabı uzun bir süredir ‘Hayır’dı. Fakat şimdi Türkler birlikte yaşamanın yararını sorguluyor...”
Bu satırlar İngiliz The Economist Dergisi’nin son sayısından...

Makalede bölünme senaryolarından Türk güvenlik ve istihbarat yetkilileriyle Abdullah Öcalan arasında bir süredir süren “gizli görüşmelere” ilginç iddialar var...

Benzer iddialar zaman zaman Türk basınında da tartışılıyor...

Yazının Devamını Oku

Ezber bozan bölünme kararı

23 Temmuz 2010
HAYATA ‘kategorik’ bakanlara çok kötü bir haberim var...

Uluslararası Avrupa Adalet Divanı dün ‘ezber bozacak’ çok önemli bir karar verdi.

Birleşmiş Milletler’in en yüksek yargı organı Adalet Divanı, Kosova’nın 2008 yılında ilan ettiği tek taraflı bağımsızlık kararının ‘meşru’ olduğuna kanaat getirdi...

Gerçi alınan kararın bağlayıcılığı yok ama Lahey’deki uluslararası mahkemenin ‘coğrafi bir bölünme’ konusunda aldığı ‘ilk karar’ bu...

Ve bu yönüyle sadece Sırbistan’ı değil, ‘ayrılıkçı gruplarla’ uğraşan onlarca ülkeyi çok yakından ilgilendiriyor.

Yazının Devamını Oku

Havaalanlarında yaşayan gizemli gazeteci

21 Temmuz 2010
ASLINDA o saatte sahneye İngiltere’nin en ünlü mimarlarından David Adjaye çıkacaktı. Fakat TED’in kurucusu Chris Anderson ‘David gelemiyor, size bugün sürpriz konuğumuzu sunacağım’ dedi.
Herkes şaşkınlık içinde ‘sahneye kim çıkacak?’ diye beklerken, Oxford’da TED izleyicilerinin karşısına dijital çağın ‘en sansasyonel gazetecilik devrimine’ imza atan wikiLeak.org ’un yaratıcısı Julian Paul Assange çıktı.
700 kişilik salonu derin bir merak ve sessizlik sardı.
* * *
Nasıl sarmasın?
Chris’in daveti üzerine tüm gizemiyle sahneye gelen beyaz saçlı, davudi sesli adam 2006 yılında kurduğu herkese açık sitede yayınladığı ‘çok gizli’ sızdırma dokümanlarla Çin’den Rusya’ya, İzlanda’dan Amerika’ya hükümetlere kök söktürmüş.
Müşterisini aldatan bankalardan, takipçilerini dolandıran Scientology gibi dini akımlara birçok kurumu yayınladığı sızdırma belgelerle zor durumda bırakmış...
Özellikle 2007 yılında Irak’ta Amerikan ordusuna ait bir helikopterin, aralarında gazeteciler ve çocukların da bulunduğu sivillere dönük kanlı saldırı görüntüleriyle tüm dünyanın dikkatini üzerine çekmiş...
Tahmin edebileceğini gibi en çok da Amerikan ordusu ve istihbarat servislerinin şimşeğini üzerine çekmiş.
Öylesine çekmiş ki wikiLeak sitesi sık sık saldırıya uğramış, Assange defalarca ölüm tehditleri almış...
* * *
‘Nerede yaşıyorsun?’  sorusuna gayet normal ‘hava alanlarında...’  cevabı veriyor.
Hiç bir şehirde birkaç günden fazla kalmıyor.
Tıpkı çocukluğunda annesiyle Avusturalya’da bir şehirden diğerine yaptığı yolculuklar gibi...
Assange’yi post-modern gazeteciliğin ‘gizemli kahramanı’ yapan hikaye aslında annesinin onu resmi eğitim almaması için sürekli seyahat yapmak zorunda bırakmasıyla başlamış.
Çocuğunun karakterinin resmi eğitim kurumları tarafından şekillenmesini istemeyen anne, Julian’ı daha çocukluktan itibaren her türlü kurumsal yapıyı sorgulayan bir anlayışla evde eğitmiş.
İşte bu bilgisayara ve felsefeye meraklı çocuk, 30’larında bir grup gazeteci ile kurduğu sızdırma belgeler yayınlayan site ile her türlü kurumsal yapıya kafa tutuyor...
Dünyanın dört bir tarafından çok gizli belgeler wikiLeak’e akıyor.
Şimdiden ellerindeki belgelerin sayısı 1,2 milyonu aşmış.
Otoriter rejimlerin suç dosyaları da var belgeler arasında, Amerikan ordusunun Irak ve Afganistan’da işlediği insanlık dışı savaş suçları da...
Bilderberg’lerin 1950-80 arası gizli tutanaklarını da yayınlıyorlar, finans dünyasının gizli skandallarını da.
Tek bir prensipleri var; kaynakların hem kimliği hem de çıkış noktaları gizli...
İşte bu gizlilik dünyanın dört bir tarafından wikiLeak ’e belge akmasını sağlıyor...
* * *
Fakat çok önemli üç sorunları var...
Bir, can güvenlikleri tehdit altında...
İki, bu işi para karşılığı yapmadıkları için 200 bin Euro’ya kurdukları siteyi yaşatmakta güçlük çekiyorlar...
Üç, gönüllü gazetecilerin desteğine rağmen ellerindeki belgeleri istedikleri hızda ve kalitede sunamıyorlar.
Assange açık açık ‘en büyük sorun bize sızdırılan bilgi ve belgelerin doğru ya da orijinal olup olmadığını çek etmek’ dedi...
Dijital medya çağında konvansiyonel olmayan gazeteciliğin en temel sorunu bu...
‘Manipülasyona ve spekülasyona çok açık bir gazetecilik yaptıklarını’ kendisi de kabul ediyor...
Fakat ‘annem bana çocukluğumda hep mazlumun yanında zalimin karşısında olmayı öğretti’ diyerek gazetecilik tavrını da koyuyor...
* * *
Türkiye son zamanlarda ‘sızdırma haber’ kavramını epey tartıştı.
Bir yanda akıl almaz iddialar karşısında bile kafasını kuma sokan, her türlü eleştirel habere ‘ihanet’ gözüyle bakan gazeteciler var...
Diğer yanda tek yanlı sızdırma haberciliği ‘kahraman gazetecilik’ olarak sunanlar...
Bir de Julian Assange gibi kelle koltukta sızdırmaya dayalı post modern gazeteciliğin tüm avantajlarını ve dezavantajlarını dürüstçe yaşayan gazeteciler...
Dijital çağda haberin nereden geldiğinin artık hiçbir önemi yok...
Bütün mesele nasıl verildiği...
WikiLeaks bunun en çarpıcı örneği...
Kafasını kuma gömenlere duyurulur...
Yazının Devamını Oku

Belediye başkanlarının okuması gereken dergi

20 Temmuz 2010
Monocle Dergisi her yıl dünyada ‘yaşanabilir en iyi 25 şehri’ tespit ediyor. Toplu taşımadan güvenliğe, çevreden sosyal dokuya birçok kıstas var.

Fakat en önemli kıstas ‘yaşam kalitesi...’

Dünyada artık ülkeler değil, şehirler; marka değeri ve sundukları yaşam kalitesiyle öne çıkıyorlar.

‘Ulus devlet’ ölmedi ama eski önemini yitirdi, dahası ‘şehir devlet’ kavramı gündelik yaşamda giderek ‘ulus devlet’ kavramının önüne geçiyor.

Mesela ‘Ülke turizmi’ çoktan yerini ‘şehir turizmine’ bıraktı.

Eskiden önce ülke sonra şehir gelirdi...

Tersi bir trendle karşı karşıyayız...

* * *

‘Nerelisin’ sorusuna yurt içinde zaten herkes şehri ile cevap veriyor.

İlginç olan artık yurtdışında da bu soruya şehirle cevap verenlerin artması, özellikle de metropoller…

Çünkü insanlar her geçen gün kendilerini daha fazla pasaportunu taşıdıkları ülkeden çok, içinde yaşadıkları şehre ait hissediyorlar.

Ulus devletin kurgusal kimliği yerini şehrin sahici kimliğine bırakıyor...

Biz hala siyasi bölünme paranoyaları yaşarken dünyada şehirler ‘yaşam kalitesi’ mücadelesi içinde...

* * *

Monocle ’ın listesine baktım...

İlk 10’da Münih, Kopenhag, Zürich, Tokyo, Helsinki, Stockholm, Paris, Viyana, Melbourne ve Madrid  var. 

Ama Allah için İstanbul dâhil Türkiye’den bir tek şehir yok...

Neden?

Şehirlerimizi ‘yaşam kalitesini arttırmaya’ dönük bir anlayışla yönetemediğimiz için...

‘Şehirlerimiz’ diyorum çünkü mesele sadece İstanbul’la sınırlı değil...

New York ve Londra’da bu yıl ilk 25’e girememiş ama Monocle, Minneapolis gibi küçük bir Amerikan şehrinin vizyoner bir belediye başkanının elinde nasıl muhteşem bir dönüşüm yaşadığını uzun uzun anlatmış...

* * *

Geçen hafta önce Londra ardından Helsinki’ye geçtim.

Finlandiya’nın soğuk şehri Helsinki, tam anlamıyla mimari bir Rönesans yaşıyor. Her şey insanların sosyalleşmesi düşünülerek elden geçirilmeye başlanmış.

Bazı caddeler trafiğe kapatılıp tamamen yürüyüş, bisiklet ve yeşil alana dönüştürülmüş. Esnaf işlerimiz düşer diye korkarken yaşam kalitesi artan bölgelerde ticaret hacmi daha da artmış.

Bu yüzden Helsinki 2012 Dünya Dizayn Başkenti olarak seçilmiş.

* * *

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti.

Birçok etkinlik yapılıyor...

Peki, ama İstanbul’un yaşam kalitesini arttırmaya dönük köklü bir proje var mı?

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, köprü, tünel, kavşak ve metro yatırımlarıyla trafik sorununu azaltmaya çalışıyor.

Dün İstanbul Belediyesi ve Renault 2011 yılında elektrikli arabaların devreye gireceğini dikkate alıp tüm şehri elektrikli şarj cihazlarıyla donatmaya karar verdi.

Tebrik ediyorum gerçekten de önemli bir adım...

Ama şehrin ‘yaşam kalitesini’ arttırmak için tek başına yeterli değil.

Yeterli olabilmesi için dünyada birçok şehri sokağın ritmine uygun bir biçimde dönüştüren Danimarkalı mimar Jan Gehl’e kulak vermekte fayda var.

Çünkü Gehl Münih ve Kopenhag dâhil insanların sokakta yürümekten büyük keyif aldığı yaşam kalitesi en yüksek şehirleri dönüştüren ekibin başında.

* * *

Önceliği ne trafik yoğunluğu, ne ticaret merkezi ne de devasa binalar...

Bu işi ticari saiklerle yapmıyor.

Kendisini davet eden şehirlere gidip insani yaşam kalitesi açısından inceleme yapıyor ve çok pratik çözüm önerileriyle kısa sürede o şehri daha yaşanılabilir bir kimliğe bürüyor...

İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır, Kayseri, Gaziantep, Adana, Bursa, Maraş, Sivas, Erzurum, Malatya, Trabzon, Antalya fark etmez...

Artık ülkeler değil şehirler sundukları yaşam kalitesi ile yarışıyor...

Yönettikleri şehrin yaşam kalitesine önem veren belediye başkanlarına hararetle tavsiye ederim...

Lütfen alın Monocle’ın Temmuz sayısını bir göz gezdirin... 
Yazının Devamını Oku

Erkekler için mutfak devrimi

18 Temmuz 2010
EN son ne zaman evde yemek pişirdiniz?<br><br>Kadınlara sormuyorum, sorum erkeklere... Gerçi İngiltere’den sonra Amerika’da Yemek Devrimi’ne öncülük eden son yılların en parlak aşçısı Jamie Oliver bu soruyu milyonları ekran başına kilitleyen televizyon şovunda Amerikalı kadınlara da soruyor ama benim sorum daha çok erkeklere...
Ne de olsa Türkiye’de Amerika’dan farklı olarak “Kariyer de yaparım çocuk da” diyen kadınlar hâlâ evde mutfağa girip sıcak yemekler pişiriyor.
* * *
Oysa Türkiye’de erkekler -istisnalar hariç- mutfağın önünden bile geçmiyor...
Yemek yapmayı sevmeme rağmen buna kendimi de dahil ediyorum.
Dolayısıyla en baştaki soruyu aslında kendime soruyorum...
Ve itiraf ediyorum...
Neredeyse 7 ay olmuş evde yemek pişirmeyeli...
Mesele mutfağa girip harikalar yaratmak değil...
Aile olmanın tadını çıkarmak ve sağlıklı beslenmek için ocağın sıcak olması şart.
* * *
İşte bu yüzden yemek dünyasının rock starı Jamie Oliver ‘devrimi mutfaktan başlatmayı’ öneriyor...
“Evde mutfak keyfinden uzaklaştıkça içeride ve dışarıda sağlıksız beslenmenin kucağına düşüyoruz. Obezite dahil birçok sağlık probleminin arkasında yemek pişirme alışkanlığını yitirmiş olmamız yatıyor. Bu yüzden evde ve okulda alışkanlıklarımızı köklü bir biçimde değiştirecek ‘yemek devrimi’ öneriyorum. Devrime sınıftan ve mutfaktan başlayalım diyorum...”
* * *
Demekle kalmayıp yemek devriminin fitilini en son Amerika’da televizyon şovu aracılığıyla ateşledi Jamie Oliver...
Tam 590 bin kişi “Çocuklara okulda yemek pişirmeyi öğretelim” dilekçesini imzaladı.
İngiltere’den sonra Amerika’da da hükümet okullarda Jamie Oliver’ın çerçevesini çizdiği gayet basit ve hayli eğlenceli yemek pişirme derslerini uygulamaya sokmayı planlıyor.
Çocuklar okulda, edebiyat-fizik gibi uygulamalı yemek pişirme dersleri alacak.
Önerisi gayet basit...
Çocuklar mezun olduklarında keyifle pişirebilecekleri sebze ağırlıklı sağlıklı en az 10 çeşit yemek yapmayı bilsinler...
Fakat esas çağrısı ebeveynlere, özellikle de erkeklere...
“Hiç değilse haftada bir hem kendi sağlığınız hem de çocuklarınızın geleceği için mutfağa girin, taze sebzeler kullanarak gönlünüzce yemek pişirin...”
* * *
Amerika’da Yemek Devrimi programını tam 50 milyon kişi izliyor.
Taze sebze, zeytinyağı ve Akdeniz mutfağı Oliver’in vazgeçilmezi.
Şehir şehir, ülke ülke dolaşıp dünya mutfağından sağlıklı ve pratik beslenme önerileri üretiyor...
İngiltere gibi mutfak kültürü sıfır bir ülkeyi dünya mutfağının merkezi yaptı.
Şimdi Amerika’da okul ve mutfaklarda devrim başlattı...
İşte bu devrimden dolayı geçen hafta 2010 TED Ödülü’nü aldı.
Bütün şirinliği ve yaratıcılığıyla ödülünü alırken tek bir soru sordu...
“En son ne zaman evde yemek pişirdiniz?”
Sizi bilmem ama ben Jamie’nin mutfak devrimini ciddiye alıyorum...
Uzun bir aradan sonra bugün muhtemelen siz bu yazıyı okurken tüm sakarlığımla mutfağa dalıyorum...
Dünyanın tüm erkekleri birleşin...
Çünkü esas devrim mutfakta...
Yazının Devamını Oku

Beyni ile sevişen iyimser bilim adamı

17 Temmuz 2010
YUMURTA büyüklüğünde bir taş...

Ama öylesine bir taş değil bu...

İnsanoğlunun on binlerce yıl önce “ilk yonttuğu taş”.

Hemen yanında aynı büyüklükte bir mouse...

Hepimizin evde ofiste kullandığı “bilgisayar faresi”.

Yazının Devamını Oku

Mucizeye inananlar için

16 Temmuz 2010
EİNSTEİN, “Hayatı yaşamanın iki yolu var’ diyor...“Biri hiçbir şeyin mucize olmadığını düşünmek, diğeri ise hayatta her şeyin mucize olduğuna inanmak...”

Galiba TED, hayatı iki şekilde yaşayan birbirinden parlak beyin ve yüreği bir araya getirebildiği için çok başarılı.

Bir yanda her türlü mucizeye meydan okuyan bilim insanları...

Diğer yanda bizzat hayatı mucize olarak yaşayan sanatçılar...

Üç gündür Oxford’da birbirinden çarpıcı, mucizevi sunumlar dinliyorum.

Yazının Devamını Oku