Türkiye’nin yine cari açık nedeniyle olumsuz ayrışma ihtimali bulunduğu söyleniyor. Genel ekonomik konjonktüre bakıldığında, Türkiye için önümüzdeki yıl da yine yüzde 3 civarında bir büyüme tahmin ediliyor. Piyasalardaki bu ilk beklentinin yanısıra, tabi ki yeni hükümetin uygulayacağı ekonomik politikalar etkili olacak. Aşırı büyüme hırsına kapıldığımızda, cari açık başta olmak üzere ekonomideki çarkların aşırı ısınması söz konusu olabilir. Bu büyüme tahminleri aynı zamanda önemli bir hata yapılmadığı takdirde geçerli olacak tahminler. Kaynaklar sınırlı iken, “her alanda aşırı büyüme” der, hiçbir alandan fedakarlık yapmadan, tercihleri iyi belirlemeden bir uygulamaya girilirse, işimizin zor olacağı da kesin. Bu arada küresel piyasaların ve Türkiye’yi analiz edenlerin bu aşamada dikkate almadıkları, bize özgü bir büyük tehlike olduğunu da hatırlatmamız gerekir. Bence bu potansiyel tehlikenin adına kabaca “faiz takıntısı” denilebilir.Yabancı analistler, “Nasıl olsa şimdiye kadar gereken yapıldı, bundan sonra da yapılır, bu kadar vahim bir hata da yapmazlar” diye bakıyorlar ama faizlerde ciddi hata yapma riski bulunduğunu gözardı etmemek gerekiyor.Belki de adını koymadan, ekonomi yönetimindeki isimleri görmek istemelerinin nedeni de budur. Ekonomi yönetimi açıklandıktan sonra, bu konuda ilk sınavı önümüzdeki ay içinde yaşamamız büyük ihtimal. Geçen gün bir bankacıya, “FED artık Aralık’ta faiz artıracak gibi. FED faiz arttırdıktan sonra Merkez Bankası faiz artırmazsa ne olur” diye sordum. Aldığım yanıt şu oldu; “Merkez’in FED kararının ardından 2 puan artırması lazım. Eğer artırmazsa bir sonraki ay 4 puan artırmak zorunda kalır.” Enflasyonun yüksek seyrine devam edeceğinin anlaşıldığını, yüksek çekirdek enflasyonun bunu gösterdiğini, FED faiz artırmasa bile zaten yeni bir faiz artırımı ihtiyacı bulunurken, FED’in faiz artırması halinde Merkez Bankası’nın artırımdan kaçamayacağını söyledi. Sorum üzerine, Merkez Bankası’nın FED’in ardından faiz artıracağını kesin olarak söyleyemeyeceğini, piyasalarda da bu konuda kafaların karışık olduğunu belirtti. Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçimden sonra faizler için söyledikleri, kafaları iyice karıştırmış durumda.
FAİZ GELİRLERİNDEN MAAŞ
Türkiye bu faiz konusundan çok çekti. “Faiz takıntısı” dediğimiz politikacı irrasyonelliğinden ötürü epey kriz yaşadık. Ancak mevcut faiz takıntısı eskisinden çok daha kuvvetli. Çünkü o dönemlerde politikacılar faizin kendisine değil, sadece oy kaybettireceği için artmasına karşı idiler. Şimdi ise işin içine faiz konusundaki ideolojik tavırlar da eklendi. İşin korkutan bir yönü de son seçim başarısından sonra bu ideolojik söylemdeki artma eğilimi.Erdoğan faiz konusunda kesin tavır koyuyor diye bürokratlar bile, bence amacı aşan açıklamalara başladılar. Daha geçen hafta sistemden sorumlu bir bürokrat, halkı dini vecibelerini yerine getirirken, faiz konusunda hassas davranmamakla, faize gitmekle itham etti. Kamu kurumları bünyesinde faizsiz sistemle ilgili “fetva makamları” oluşturmaktan söz ediliyor.Biliyor musunuz ki; bu bürokrat, bankaların zorunlu ödemeleri sayesinde işlerini yürüten, varlığını buradan alan bir kurumun başında. Yani maaşı bankaların faiz gelirlerinden geliyor. Bu kişiler sistemin sağlıklı işlemesinden sorumlu... Faiz takıntısının nasıl bir “potansiyel tehlike” haline geldiği açık değil mi?
Ekonomi programını yazan ekibin, AKP’nin ilk iktidar döneminde programın yazımında yer alan eski DPT mensupları olduğunu söyleyebiliriz. Bu ekiptekiler o dönem bürokratlardı ama şimdi çoğu siyasete girip bakanlık yapan isimler.
YENİ kurulacak AKP Hükümetinde, özellikle ekonomi yönetiminde kimlerin yer alacağı, giderek büyüyen bir merakla bekleniyor. Bugün ya da Cuma günü açıklanacak yeni Bakanlar Kurulu Listesi için spekülasyonlar da devam ediyor. Ekonomi yönetiminde kimin olacağı bilinmese de, bir süredir hazırlıkları yapılan yeni hükümetin ekonomi programını kimlerin yazdığını biliyoruz. Ekonomi programını yazan ekibin, AKP’nin ilk iktidar döneminde programın yazımında yer alan eski DPT mensupları olduğunu söyleyebiliriz. Bu ekiptekiler o dönem bürokratlardı ama şimdi çoğu siyasete girip bakanlık yapan isimler.
Mevsimsellikten arındırılmış işsizlik oranı ise yüzde 10.4 ile aynı kaldı.
Piyasa beklentisi yüzde 9.9 idi ama işsizlik oranları beklentilerin üzerinde arttı. Ancak bundan daha önemlisi; bundan sonra da işsizlik oranlarının geldiği çift hanede takılı kalma beklentisi. Yüzde 9.9 ya da yüzde 10.1 olması aslında fazla değişmiyor, bundan sonra da işsizlik oranlarının bu seviyede devam edeceği beklentisi önümüzdeki dönem planları için çok daha önemli.
Bunun en önemli nedeni büyüme oranlarındaki düşük seyir. Bilindiği gibi uluslararası kuruluşlar Hükümetin 2016 yılı için belirlediği yüzde 4 büyüme hedefine rağmen, Türkiye’ye ilişkin gelecek yılın büyüme tahminlerini, daha yıl başlamadan, düşürmeye başladılar.
Şimdiden 2016 yılı büyüme tahminleri yüzde 3.4’e indirildi.
2016 yılı büyüme tahminlerinin düşürülmesinde, bu yıla ilişkin olarak yüzde 3’lük büyüme oranlarına rahatlıkla ulaşılması beklenirken, son üretim verilerinin bu rakamın altında çıkmasının etkisi büyük. İleriye dönük olarak ise hem dünyada hem Türkiye’de, ciddi bir artış beklenmiyor. Büyük ihtimalle 2015 yılı büyümesi ile farklı olmayacak bir seyrin hakim olması beklentisi var. Bu arada küresel bazdaki bu beklentiye karşılık ABD gibi gelişmiş ülkelerde büyüme oranlarının yükselmesinin beklendiği gözönünde tutulursa, bizim gibi gelişmekte olan ülkeler için genel olarak 2016’nın daha kötü olabileceği beklentisi de kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Gelişmekte olan ülkeler arasında ise olumlu ayrışacak ülkeler arasında Türkiye’nin adı pek sayılmıyor. O nedenle uluslararası kuruluşların yüzde 3.4’e düşürdüğü 2016 yılı büyüme rakamlarının, yıl başladıktan sonra daha da aşağı düşürülmesi pek sürpriz olmayacak.
YENİ HİKÂYE YARATILACAK MI?
Bunun ekonomiye ve piyasalara etkilerinin ne olacağını bugünden itibaren görmeye başlayacağız. İnsani açıdan tam bir vahşet ile karşı karşıya olduğumuz ise kesin. Bu olaylarla birlikte yoğun biçimde İŞİD vakasının ve küresel terörün yeniden tartışılmaya başlayacağı da açık. Terörün ekonomik nedenleri de olayla birlikte yeniden gündeme gelecek. İŞİD’e katılımları inceleyen Avrupalı düşünürlerin bunun sınıfsal bir yanı olduğuna, katılımların daha çok Avrupa’daki yoksul kesimlerden gerçekleştiğine, İŞİD’in 1980 ve sonrasındaki sol akımlar gibi bir dalgaya neden olduğuna, ekonomik eşitsizlik ve adaletsizlik nedeniyle sisteme aykırı radikal unsurlar kapsamında değerlendirilmesi gerektiğine dikkat çektiğini görüyoruz. Selefilerin bu tür sosyal kesimler için yeni bir “red hikayesi” ortaya koyduğunu, özellikle gençlerin isyan ihtiyacını bu noktaya çektiklerini analiz ediyorlar. Bence de doğruluk payı yüksek bu tür analizler içerideki İslamcı örgütlenmeler için de geçerli ve iktidarların bu akımlara yol vermesinin şimdi sonuçlarını gördüğümüzü düşünüyorum.
El-Kaide ve İŞİD gibi tüm dünyayı tehdit eder konuma gelen örgütler için Batı’nın suçlandığına, en azından başlangıçta Batı’nın destekleyip sonradan kendisine tehdit olan örgütler yarattığına, bölgedeki devletlerin bataklığı lehlerine kullanmak için her türlü etik dışı desteği verdiklerine ilişkin yorumlar da var ve hepsinde bir gerçeklik unsuru bulunabilir.
Ancak bu analizler, örgütleri kullanan devlet ya da grupların, sınıfsal olarak zayıf konumdaki insanları kullandıkları, eğitimsizlere özellikle gençlere inancı kullanarak damardan girip, kitlesel öldürmelere ve kendi ölümlerine yol açtıkları gerçeğini de değiştirmiyor.
EŞİTSİZLİK MÜCADELESİ
Eğer Batı başta, tüm dünya terör olaylarını samimi olarak önlemek istiyorsa küreselleşme sürecine ve bu süreçte iyice bozulan gelir dağılımına mutlaka el atmak zorunda. Ulusal bazda düşündüğünüzde; PKK örneğinde olduğu gibi, kaybedecek bir şeyi bulunmayan, devlet tarafından ekonomik ve sosyal konum olarak eşitsiz kılınan gençlerin isyanı kaçınılmaz oluyor. Küreselleşme hız kazandı, sınırlar kalktı derken tüm dünyadaki ekonomik ve sosyal olarak eşitsizliğe tabi tutulan kesimlerin de, dünyada yani bu küresel köyde, ortak bir “sisteme başkaldırı örgütü” çatısında toplanması da fazla yadırganmamalı.
Ya da bence daha büyük bir ihtimalle; işveren kesiminin kabul edebileceği orta bir yolu bulup, yükün bir bölümünü paylaşma yolunu seçecek.Eski Çalışma Bakanı Faruk Çelik dün yine bir açıklama yapıp, 1 Aralık’ta asgari ücret komisyonunun toplanacağını, hükümetin öneride bulunacağını ve 1 Ocak’tan itibaren net asgari ücretin 1 milyon 300 bin TL olacağını kesin bir dille söyledi. Buradan yola çıkarak, önümüzdeki 2-3 hafta içerisinde asgari ücretteki vergi ve SGK prim sorununun halledilmesi gerekecek. Bu yükün nereye kalacağının netleşmesi, daha sonra yapılacak bütçe çalışmaları açısından da büyük önem taşıyacak.İşveren kesimi perde arkasında Başbakan Davutoğlu’na söyledi ama seçimden önce bu yükün kaldırılamayacağını kamuoyuna açık bir şekilde söylemekten kaçındı. Seçim bitti ve AKP’nin tek parti iktidarı yani asgari ücret yükü kesinleşince “bu yüke katlanamayacaklarını” her geçen gün daha yüksek sesle kamuoyunda dile getirmeye başladılar.Maliye Bakanlığı uzmanlarının bu itirazlar gelene kadar yeni asgari ücretin vergi ve SGK prim yükünün eskisi gibi işverene yükleneceği hesapları yaptıklarını biliyoruz. Son günlerde ise devletin yüklenip yüklenemeyeceğini, yüklenirse ne kadarını yüklenebileceğini ve hangi formülle yükleneceğini çalışmaya başladılar. Daha önce de söylemiştik; yük tümüyle işverene binerse, bütçe için vergi geliri artışı olacak ama bütçeye binecek taşeron işçi maaş artışı ve endeksli ödemeler nedeniyle ek yükü de olacak. Maliye uzmanları bu takdirde bütçeye yükün hemen hemen nötr olacağını hesaplamışlardı.Ancak devletin asgari ücret artışı nedeniyle artacak vergi ve SGK prim yükünü üstlenmesi halinde bütçede ciddi bir ek yük olacak. Ne kadarını yükleneceğine bağlı olarak, zaten dengeleri zor çatılacak bütçeye negatif etkisi artacak.Bunlar rakamsal veriler ancak bir de tümüyle ekonomiye yapacağı etkiler var ve bu konunun üzerinde detaylı çalışmaların daha yeni başladığını söyleyebiliriz.
İHRACAT AVANTAJINI GÖTÜRÜR
Her şeyden önce asgari ücret artış yükünün tümüyle işverene yüklenmesi uluslararası rekabet açısından, işgücü maliyetini yüzde 30’un üzerinde artıracağı için, ciddi olumsuz etki yapacak. Uzmanlar ihracatta kur nedeniyle doğan avantajın neredeyse tümünün asgari ücret artışı nedeniyle gideceği görüşündeler. Çünkü asgari ücretteki artışın yanında “yayılma etkisi” denilen dolaylı etkilerinden daha çok çekiniliyor. Bu takdirde sadece asgari ücret değil üstündeki ücretlerin de bu seviyede artırılması ister istemez gündeme gelecek. Bu da, oranı tam olarak tahmin edilemese de, maliyetleri daha çok artıracak. Yanısıra artan işgücü maliyetleri nedeniyle daha az işçi çalıştırma ya da kayıtdışı istihdamın artması kaçınılmaz olabilir. Uzmanlar zaten kaçak Suriyeli işçi çalıştırmanın yoğunluğuna dikkat çekerek, asgari ücretin altında çalışmaya razı Suriyeli kaçak işçi çalıştırma eğilimin artmasından çekiniyorlar. Bu takdirde kayıtlı işçi azalacağı için dolaylı olarak bütçede vergi, SGK’da prim azalışları yaşanabilir. İşsizlik oranlarına artırıcı etki yapacağı da kesin.Asgari ücret dahil içtalebi artırıcı bir politikaya geçilebilir ama bununla birlikte yeni kapsamlı bir ekonomik vizyon ortaya konacaksa, öncelikler değişecekse sorun olmayabilir. Ancak Hükümetin yeni bir vizyon ve ekonomik anlayış ihtiyacı duymadığı görülüyor, bu nedenle de bu sorunu çözmek zor olacak.
Cumhurbaşkanı ve Başbakan için bu öneriyi yapan ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Nihat Zeybekci, böylece piyasanın nabzının daha iyi tutulacağını söylemiş. Herhalde soru gelmiş ki; Zeybekci bu Danışma Kurulu’na seçilecek kişilerin doğruları konuşabilecek kişiler olması gerektiğini söylemiş.
Böyle bir öneriyi Başbakan’a yapmasını anlıyorum da neden Cumhurbaşkanı’nı işin içine kattığını pek anlamadım. Öyle ya; böyle bir danışma ihtiyacı hissedecek olan olsa olsa yürütmenin başındaki Başbakan olabilir ama Cumhurbaşkanı’nın icraatla ilgili böyle bir ihtiyaç duymaması gerekir.
İkincisi; Cumhurbaşkanı ve Başbakana karşı, hem de seçildikleri halde açıkça konuşabilecek ve gerçekleri söyleyebilecek işadamını pek tanımıyorum. Sanıyorum Bakan kimsenin bilmediği cevherleri biliyor, ne diyelim...
Tüm bunların de ötesinde neden böyle bir Danışma Kurulu’na ihtiyaç duyuluyor onu pek anlamış değilim. Eğer kendilerine göre bir işadamı grubu seçeceklerse, bu gruptakiler nasıl olup da piyasalar için güvenilir bu grup olabilir?
Böylece özel bir işadamları grubu oluşturulup, birilerine bağlı oldukları belli olacak işadamları ile bir iş çıkarmak istenmesi de kendi başına ilginç bir öneri.
Hatırlıyor musunuz; 2010 yılı 12 Eylül’ünde yapılan bir Anayasa değişikliği referandumu vardı. Bu referanduma kabul edilen maddelerden biri ile Ekonomik ve Sosyal Konsey anayasal bir kurum haline geliyordu ve 1 yıl içinde yasası çıkarılacak, Başbakan’a bağlı düzenli toplantılar yapılıp, bu Konsey tarafından öneriler sunulacaktı. Bu Konsey içinde yasal ve özel sektörü temsil eden işveren örgütleri, işadamları örgütlerinin yanısıra işçi ve memur kesiminin temsilcileri de bulunacaktı. Bu konsey hem Hükümete öneriler getirip, hem de alınan kararların geniş toplumsal kesimlere ulaşmasını sağlayacaktı. Yani uzlaşma ile kararlar alınıp, toplumsal uzlaşma kanalıyla bu kararların sağlıklı uygulanması sağlanacaktı.
Peki ne oldu derseniz; üzerinden 5 yılı aşkın süre geçmesine rağmen Ekonomik ve Sosyal Konsey’in çalışmasını sağlayacak yasal düzenleme yapılmadı. Hem de tek parti iktidarının en güçlü olduğu dönemde, üstüne üstlük küresel kriz nedeniyle özel sektörün en çok dinlenilmesi, en çok toplumsal uzlaşma sağlanması gerektiği dönemde bu yapılmadı.
Ancak artış nedeniyle işverene bir de 400 TL’lik ekstra vergi ve prim maliyeti çıkacak. Özel sektör ücret artışının işverene maliyetinin sıfırlanmasını istiyor. Bu yapılırsa asgari ücret artışının bütçeye ek yükü 3 milyar TL olacak.
TEK başına AKP iktidarının, önümüzdeki günlerde, ekonomide başını ağrıtacak konuların başında asgari ücretin geleceği anlaşılıyor. Aralık ayında asgari ücret komisyonu oluşturulup asgari ücretin neti bin TL’den bin 300 TL’ye çıkarılacak. Ali Babacan ve Mehmet Şimşek, aşamalı olarak yılın ikinci yarasında bin 300 TL olmasını istiyor ama Başbakan ve Cumhurbaşkanı seçim öncesi çok açık biçimde yılbaşında bu rakama çıkılacağını söylediler.
Hükümet önerisine Türk-İş’in evet demesiyle prosedür de tamamlanmış olacak.Maliye’nin hesaplarını bin 300 TL’ye göre yaptığını öğrendik ama buradaki kritik nokta bu artışın işverene maliyeti. Kabaca; bin TL’lik asgari ücretin işverene maliyeti bin 496 TL, bin 300 TL’ye çıktığında bu maliyet bin 900 TL’ye kadar çıkıyor. İlk hesaplamalara göre vergi ve prim sistemi aynen devam ederse bütçeye 3-3.5 milyar TL’lik artı vergi etkisi olacak. Maliye, işverene maliyet artışı nedeniyle alacağı verginin 700-800 milyon TL azalacağını hesaplıyor. Yanısıra kamu kurumlarında asgari ücretle çalışan ya da taşeronluk yapanlar nedeniyle bütçeye 2 milyar TL civarında daha gider etkisi hesaplanıyor. Ayrıca BES devlet katkısı da asgari ücrete göre hesaplandığı için buradan 500-600 milyon TL, asgari ücrete endeksli işsizlik sigortası ödemeleri ve sosyal yardım ödemeleri nedeniyle 200-300 milyon TL ek yükler gelebileceği belirtiliyor.Özetle; vergi değişmezse asgari ücret artışının bütçeye etkisi başabaş noktada.Ancak asıl yük işverenlere gelecek. Asgari ücret nedeniyle bir işçinin işverene maliyeti yüzde 30-35 civarında yükselecek ki; bu durum zaten zor durumda olan küçük ve orta boy işletmeleri çok daha zora sokabilir. Bu nedenle işverenler hemen “hükümet asgari ücret vaadini ötelemeli” demeye başladılar.Bu taleplerin önümüzdeki günlerde iyice artması beklenebilir.
VERGİ KALKARSA YÜKÜ AĞIR
Dün kurlar ciddi biçimde aşağı geldi, faiz oranları uzun aradan sonra yüzde 10’n altına indi, hisse senedi piyasaları arttı.
Piyasalardaki iyimser havanın bir süre devam edeceği açık. Ancak yurt içi ve dışından gelen uyarıların da gösterdiği gibi; bu iyimserlik havasının uzun süre devam etmesi beklenmiyor. FED’in faiz artırımı ile bu sürenin kısalabileceği, Aralık’ta piyasaların gerçeklere dönme ihtimalinin yüksek olduğu açık.
Bu nedenle kısa süre içinde, henüz iyimserlik havası devam ederken, gerekli adımların atılmaya başlanması önemli. Bir başka deyişle bu iyimserlik havasının iyi kullanılması gerekiyor ki, daha sonra çıkacak fatura azaltılabilsin.
Türkiye ekonomisinin küresel koşullara bağlı bir fatura ödeyeceği kesin. Dün uluslararası rating kuruluşlarının seçimlere ilişkin yorumları da bunu açıkça gösterdi. TÜSİAD ve TOBB gibi en büyük iş kuruluşları da, AKP’yi seçimlerde aldığı sonuçlar nedeniyle kutlarken, “artık reform zamanı” çağrısı yaptılar. Ekonomik reformların uzlaşma içinde hazırlanması gerektiğine vurgu yaptılar.
Özet olarak tüm kesimler; seçim sonuçlarından tek parti iktidarı çıkmasının ekonomide gerekli reformlar için avantaj sağladığı görüşünde. Yanısıra geniş kesimlerin katılmasıyla program yapılması gerektiği üzerinde mutabıklar. İşte yeni kurulacak Hükümetin bu talepleri ciddiye alıphemen reform hazırlıklarına başlaması, radikal adımlar için mümkün olduğunca mutabakat sağlaması gerekiyor ki, ekonomide önümüzdeki günlere ilişkin yeniden umut verilebilsin.