Bunun en önemli göstergelerinden biri bütçenin finansmanı için yapılan borçlanmada görülen artış. Ödediğinizden daha az borçlanarak mali disiplini sağladığınızda, hem iç hem de dış yatırımcıların güvenini kazanıyor, daha fazla kaynak çekebiliyorsunuz. Ama bu yıl Hazine yeniden ödediğinden çok daha fazla borçlanmaya başladı. İşin kötüsü hem gelir hem giderlerdeki eğilim, bu işin yeniden düzelebileceğini göstermekten uzak. Mali disiplinin en önemli göstergesi olan IMF tanımlı faiz dışı denge şimdiye kadar hep artıdayken, ilk kez bu yıl ilk yarıda 18.3 milyar TL gibi, çok yüksek bir açık verdi. Yani piyasalardaki beklenti mali disiplinde de tersine dönmeye başladı.
Son yıllarda iç borç çevirme oranı, yani Hazine’nin borçlanmasının geri ödediği borca oranı hep yüzde 100’ün altında olurdu. Bu yıl için de yüzde 98 olacağı açıklanmıştı. Ancak yılın ilk yarısında içborç çevirme oranı yüzde 114’e çıktı.
Şimdi piyasalar yılın tümündeki içborç çevirme oranının nasıl revize edileceğini gözlüyor. Piyasadaki beklenti, daha doğrusu bankaların Hazine’den aldığı duyumlara göre, içborç çevirme oranının yüzde 125’e çıkacağı yönünde. Bu rakamın kesinleşmesiyle birlikte piyasalar da planlarını gözden geçirecekler.
Bu arada bir süredir piyasalar “Yasa değişikliği ile Hazine’nin borçlanma tavanının yani limitinin artırılacağı” yönünde alıştırılıyor. Son olarak Hazine’den de sorumlu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, Hazine’nin içborçlanma tavanını artırmak gerekeceğini çünkü bütçe harcamaları ve savunma harcamalarının aşırı arttığını söyledi.
İç borç çevirme oranının belli olması ve limitlerin değiştirilmesiyle birlikte, piyasadaki havanın netleşeceğini söyleyebiliriz. Bu kararların, bence eylül ortalarına kadar fazla bir etki etkisini hissetmeyebiliriz. Ancak özellikle ekimden sonra son 3 ayda, başka unsurlarla da birleştiğinde, faiz ve kurlar başta olmak üzere ekonomik dengeleri ciddi biçimde olumsuz etkileyebilir.
KREDİ FAİZLERİ DÜŞECEK MİYDİ?
Çünkü borçlanma limitini artırıyorum demek; hem iç hem dış yatırımcılara, “Ben ayağımı yorganıma göre uzatamıyorum, açılıyorum” demektir. Öyle olunca da size borç verenler, doğal olarak, sizden daha fazla faiz isteyecektir. Yani Hazine’nin borçlanma faizlerinin artması kaçınılmaz olacaktır. Elinde para olan tasarrufçunun ya Hazine kağıdı alacağını, ya da bankalardan en az o kadar faiz isteyeceğini herhalde herkes görüyordur. Topladığı paranın maliyeti artan banka da kredi verirken, doğal olarak faiz oranlarını daha yüksek tutacaktır.
Peki, hani Hükümet bankaların kredi faizlerini indirmek için her şeyi yapıyordu, enflasyon düşmeyince bankacılık sisteminin mali yapısını zayıflatmak uğruna, rasyolarda bile değişikliğe gidiyordu, ne oldu?
Geçen hafta yönetmelik değişikliği yapan BDDK, likidite karşılama oranı hesaplamasında zorunlu karşılıkların yüzde 100’ünün yüksek kaliteli likit varlık sayılmasını kabul etti. Bu yolla bankaların mevduata ihtiyacının azaltılıp faizin indirilmesi amaçlanıyor.
BDDK yine bu aybaşında sermaye yeterliliği hesaplamasındaki KOBİ tanımını değiştirerek, bankaları sermaye yeterlilik hesaplamasında rahatlatmıştı.
BDDK Başkanı Mehmet Akben dün açıklama yaparak, “bankaların ellerini rahatlattıklarını” söylemiş. Faizin ve maliyetlerin aşağı düşmesi açısından birtakım düzenlemeler yaptıklarını belirtip, mevduat faizlerinin zamanla gerilemeye başlayacağını bunun da kredi faizlerine olumlu yansıyacağını kaydetmiş. Akben TL kredi ve KGF destekli kredi büyümesinde son haftalardaki yavaşlamanın da kredi faizlerine olumlu yansıyacağını kaydetmiş.
Mevduat oranlarının zorunlu artışı hükümeti telaşlandırmış, “Reel sektörü kurtaralım derken, kredi faiz oranlarının yeniden artmasına neden olarak reel sektörü yeniden zora soktuğunu” farketmişti. Bakanlar toplantılar yapmış, bankacılar gevşeyecek kredi artışları nedeniyle mevduat faizlerinin biraz aşağı geleceğini, talep ve maliyetler düşmeden bu kredi hacmiyle mevduat faizinin mecburen yüksek olacağını söylemişlerdi.
Bu düzenlemelere bakıp, “Sorun yok; kredi faizleri öyle ya da böyle düşüyor” diyebilirsiniz. Ancak tüm bunların bedelinin olduğunu unutmayalım...
Faizlerdeki yüksekliğin temel nedeni enflasyonun yüksek olması. Merkez Bankası çift hanedeki enflasyonu, “hiç olmazsa bu seviyede tutalım” diyerek, fonlama faizlerini yüksek tutuyor. Normal olanı gösterge faizi yüksek tutması ama dolaylı yol denemeye devam ediyor.
BANKALAR NİYE GÜVEN MÜESSESESİ?
Böyle bir ortamda,
Fed’in çarşamba günü açıklanacak kararında faiz değişikliği bekleyen kimse yok. Likiditenin daraltılması konusunda bir açıklama yapıp yapmayacağı ise merak ediliyor. Piyasadaki ağırlıklı beklenti Fed’in likidite daralmasına ilişkin açıklamayı eylül ayında yapacağı yönünde. Bu hafta açıklanırsa sürpriz sayılacak. Enflasyondaki beklenen artışın yaşanmaması nedeniyle, Fed’in aralık ayına kadar bir faiz artışı daha yapacağı yönündeki beklenti neredeyse yok oldu. Genel beklenti; eylülde likidite daralması için takvim verilip, aralıktaki toplantıda Fed’in bir faiz artışı yapacağı yönünde.Ancak unutmayalım ki, yakın zamana kadar Fed’in bu yıl aralık ayına kadar bir faiz artışı daha yapacağı beklentisi bir hayli güçlüydü. Dolayısıyla her an her şeyin değişebileceği, özellikle eylül ayından sonra sürprizlerin görülebileceği bir ikinci yarı yıl olacağını söyleyebiliriz.
Fed’in kararı aynı zamanda küresel finansmanın yönünü belirleyecek. Avrupa Merkez Bankası’nın da parasal sıkılaştırma yönünde eğilimi olduğu görülürken, Fed’in alacağı kararların tüm dünya finansmanında gidişatı belirleyeceğini söylemek yanlış olmaz.
Bizim Merkez Bankası ise yine Fed’in kararından bir gün sonra toplanıp karar verecek. Piyasalarda faiz değişikliği yapmayacağı beklentisi hakim. Enflasyonda küçük bir düşüş yaşandı ama eğilimin hâlâ yüksek olduğu, yıl sonunda tek haneye inmenin bile başarı sayılacağı görülüyor. Buna karşılık bu yıl mali disiplinde gevşeme var; Maliye Bakanı açığın milli gelire oranını yüzde 1.9’da tutmaya çalışacaklarını söylüyor. Piyasadaki beklenti 2’nin biraz üzerinde, uluslararası kuruluşların revize ettiği veriler ise bütçe açığının milli gelire oranının yüzde 3’ü geçebileceği yönünde. Yani mali gevşeme ortada ve böyle bir dönemde Merkez Bankası’nın faiz indirmesi çok riskli olabilir.
Özetle; küresel anlamda üzerimizdeki baskıların hafiflediği, buna karşılık bize özgü siyasi ve jeopolitik risklerin arttığı, Almanya başta olmak üzere dış ilişkilerin ekonomiye zarar vereceği noktalara doğru geldiği gözleniyor.
Bu nedenle Merkez Bankası’nın faizde hareketsiz kalması bekleniyor.
GÜMRÜK BİRLİĞİ GÜNDEME GELDİ
Dün Almanya ile yaşanan krizin özellikle Türkiye ekonomisine ciddi zarar verme riskine dikkat çekmiştim. En somut olumsuzluklardan birinin de Gümrük Birliği anlaşmasının yenilenmesinin zora girmesi olacağını söylemiştim. Hükümet üyeleri ekonomiye vereceği zararı görüp bence geri adım atmaya başladılar ama bu adımların yeterli olacağı şüpheli.
Dün Almanya’dan gelen açıklamalar, hem krizin devam ettiğini gösteriyor hem de adı geçen anlaşmanın hemen masaya getirildiğini gösteriyor. Alman İçişleri Bakanı Sözcüsü Tobias Plate, Türkiye’nin, daha önce İnterpol kanalıyla kendilerine ilettiği 700 Alman şirketine terörü desteklediği gerekçesiyle soruşturma talebinin, geçen cumartesi günü geri çektiğini duyurdu.
Almanya ile Türkiye’nin ekonomik ilişkilerinin çok yakın olduğunu hatırlatmak lazım. Örneğin Almanya ilk 6 aylık ihracatımız içinde ilk sırada bulunuyor ve ihracatımızın yüzde 10’unu tek başına bu ülkeye yapıyoruz. Türkiye’deki en eski yabancı sermayeli şirketlerin Almanya şirketleri olduğunu, bu akışın devam ettiğini, finans ilişkilerinin sıkı olduğunu, son yıllarda azalsa bile turizmde Alman turistlerin payının çok yüksek olduğunu bilmek gerekiyor.
Yani Almanya ile ekonomik ilişkilerin yavaşlamasının Türkiye ekonomisine olumsuz etkisi ağır olacaktır. Bu tabi ki aynı zamanda Almanya için de geçerli.
Ancak asıl olumsuz etkinin Almanya’nın ekonomik ve uluslararası ilişkiler alanındaki gücünün bu gerginlikte Türkiye aleyhine kullanılması halinde, bize olan etkisinin çok daha ağır olacağını söylemekte fayda var. Almanya ekonomisi çok güçlü, son dönemde dünyadaki etkinliği de buna bağlı olarak tartışılmaz biçimde arttı. Yani Türkiye’yi kaybetmekten edeceği zararın, bizim zararımızdan daha az olacağını düşünüyorum.
Almanya’nın neredeyse tek başına AB kararlarını etkileme gücü olduğunu unutmayalım. Bu güç, diğer AB ülkelerine de pay verdiği, ekonomik konumundan kaynaklanıyor. Tek başına istediği kararı çıkaramasa bile, istediği takdirde AB’den bence çıkaramayacağı karar olamaz. Bunu şunun için söylüyorum ki; Türkiye’nin AB çıpasının devam etmesi için Almanya ile ilişkilerin zora girmemesi iyi olur.
Örneğin AB ile önümüzdeki en acil konularından biri Gümrük Birliği anlaşmasının yenilenmesi. Bunun için epeyce yol alındığını, özellikle Türkiye’deki reel sektör ve piyasaların, yenilenecek Gümrük Birliği anlaşmasından büyük umutları olduğunu biliyoruz. Olmadığı takdirde hayal kırıklığının büyük olacağı kesin. Son günlerde Almanya ile yaşanan gerginliğin derinleşmesi halinde bu anlaşmanın rafa kalkması kaçınılmaz olur.
BATI DEĞERLERİNİN HALKIN CEBİNE ETKİSİ
Yönetimin son dönemde dış ilişkiler konusunda yarattığı algı “Türkiye için Katar yeter, gerisi olmasa da olur” biçiminde. Yönetimin tam olarak bunu isteyemeyeceği açık ama kamuoyunda yaratılan hava böyle. O nedenle de geniş halk kesimlerinde dış ilişkilerin ekonomiye, halkın cebine etkisi henüz tam anlaşılamıyor. Ama bu gidişle herkes bu etkiyi anlayacak gözüküyor. Şunun tekrar edilmesi gerekiyor ki; Türkiye ekonomisi yabancı sermaye olmadan halkın refahına yetecek büyümeyi gerçekleştiremiyor. Bu durumda olan bir ülkenin de ekonomisini, halkın cebini zora sokmamak için dış ilişkilerinde dengeli, barışçı bir politika izlemesi şart.
Eğer sermaye ittifakınız olan Batı’da ise, o ülkelerle iyi geçinmek, halkınızı düşünmeseniz bile ekonomiyi düşündüğünüz için, Batı değerlerine uygun bir yönetim anlayışı sergilemeniz gerekiyor. Bir Rusya ya da Körfez ülkesi değilsiniz. Kaldı ki o ülkeler bile, çıkarları için Batı’yla bizden daha iyi geçinmeye başladı. Biz hem Nato, hem tarih olarak yakaladığımız fırsatı pekiştireceğimize, harcıyoruz.
Değişikliğin en önemli unsurlarından birinin, “Ekonomi yönetimindeki çift başlılıktan geri dönüşün sağlanması” olduğunu söyleyebiliriz.
Genel olarak kabine değişikliklerine bakıldığında, uzun zamandır Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın değişiklik için ileri sürdüğü “metal yorgunluğu”ndan kastının, uzun süredir bakanlık yapan eski isimler olduğunu anlıyoruz. Kültür ve Turizm Bakanı Nabi Avcı, Tarım Bakanı Faruk Çelik, Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Mehmet Müezzinoğlu’nun devre dışı kalmasına böyle bakabiliriz. Belki aynı kapsamda Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Milli Savunma Bakanı Fikri Işık ve Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın Başbakanlık Yardımcılıklarına alınmasını da sayabiliriz.
AKP’de yeni parlayan, nispeten genç isimlerin yeni bakanlıkları getirilmesi, bu yapılırken etnik ve seçim çevresi dengesinin gözetildiği de açık.
Bu arada değişikliklerde gözetilen başka bir unsurun da kabineden ayrılan bakanların bundan sonra AKP yönetimine tehdit oluşturmayacak, özellikle Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a yakın isimler olduğunu da söyleyebiliriz. Bunlardan bazılarının cumhurbaşkanlığı danışmanlığına gelmesi, şahsen benim için sürpriz olmayacak. Yine, “Ayrılanlar için FETÖ’cü olma şüphesi yaratılır mı?” kaygısının da bu değişikliklerle giderildiği söylenebilir.
Yine dün açıklanan işsizlik rakamları da yine referandum öncesinde özel sektöre yapılan işçi alımı kampanyasının yarattığı düzelmeyi ortaya koyuyor. İki rakamı birlikte ele aldığınızda ise bütçede yaşanan gevşemeye oranla istihdamda yeterli düzelmenin yaratılamadığı bir gerçek.
Maliye Bakanı Naci Ağbal, dün haziran ayıyla birlikte ilk 6 aylık bütçe sonuçlarını açıklarken, yıl sonunda hedeflenen bütçe açığı rakamının üzerine çıkılacağını kabul etti. Haziran ayında bütçe 13.7 milyar TL açık verirken, ilk 6 aydaki açığın 25.2 milyar TL’ye ulaştığı görüldü. Geçen yılın ilk 6 ayında bütçe açığının 1.1 milyar TL fazla verdiğini göz önünde tutarsak, bu yıl bütçede meydana gelen bozulmanın boyutları da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu açık aynı zamanda geçmiş yılların, ilk 6 aylık sonuçlarıyla kıyaslandığında rekor bir rakamı gösteriyor.
Maliye Bakanı Ağbal, ilk 6 ayda bütçe gelirleri yüzde 8.8 artarken vergi gelirlerinin yüzde 13.6 arttığını, bunun iyi performans olduğunu söylemiş. Bunun yanında ikinci yarıda canlanmanın bütçe gelirlerini artıracağını, vergi affından da önemli katkı beklediklerini kaydetmiş. Halbuki herkes biliyor ki; ilk 6 aydaki vergi gelirlerinin bu kadar artmasında zaten ilk kez “affın da affı” gibi bir düzenlemeye gidilmesinin katkısı büyük. Kaldı ki; ikinci yarıda vergi affından beklentinin bence yüksek olması pek yerinde değil, çünkü şimdiden 2018 yılında yeniden vergi affı geleceği konuşulmaya başladı bile.
Onun da ötesinde harcamalar o kadar yüksek ki; Bakan tersini söylese de harcama artışının yavaşlatılması zor gözüküyor. Açıklanacak 180 günlük eylem planını görünce bu konuda daha somut şeyler söylenebilir.
CANLANMA SÜRECEK HESABI
Bütçede disiplin bozulurken, dün açıklanan nisan ayı işsizlik oranı yüzde 10.5’e indi. İşsizlik oranları düşüşe geçerken, bu oran geçen yılın nisan ayına kıyasladığımızda yüzde 1.2’lik artışı temsil ediyor.
Mevsim etkilerinden arındırılmış iş gücü verilerine göre tarım dışı işsizlik nisanda, bir önceki döneme kıyasla 0.2 puan azalarak, yüzde 13.4 olarak hesaplanıyor. Marta kıyasla nisanda tarım dışı istihdam artışlarının devam ettiği gözlenirken, tarım dışı iş gücü artışlarının yavaşladığı görüldü. Buna bağlı olarak da işsizlik oranları düşüşe geçti. Mevsim etkilerinden arındırıldığında nisanda bir önceki aya kıyasla 79 bin iş gücü artışına rağmen istihdam 120 bin kişi arttı. Tarım dışı işsiz sayısı 41 bin kişi azalarak 3 milyon 492 bin kişiye indi.
Mart ve nisan aylarının Cumhurbaşkanının özel sektöre çağrı yapıp, firma bazında bizzat takip ettiği, istihdam kampanyasının sonuçlarının en etkili olduğu aylar olduğu bir gerçek. Hükümetin yaz aylarında işsizlik oranının yüzde 10’un altına indireceğiz sözü ortada duruyor ama referandum sonrası bu kadar işçi alımının artık yapılamayacağı tahmin ediliyor..
Bu kapsamda körüklenen siyasi söylemin yanı sıra ekonomiye ilişkin yorumlarda da abartı ve aşırı iyimserlik ön planda idi. Hükümet üyelerinin ekonomideki havayı, neredeyse herşeyin güllük gülistanlık olduğunu söyleyerek anlatmalarının, eğer Kabine değişikliğinde yer alma kaygısı değilse, büyük bir yanılgı olduğunu söylemek gerek. Son olarak Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, Türkiye’ye küresel yatırımcının dönmeye başladığını, fon akışının artmaya devam ettiğini belirterek, “Türkiye’nin yatırımcı algısı şimdi iyileşiyor” demiş.
Eğer Şimşek’in kastettiği sıcak para değilse, Türkiye’ye ilişkin yatırımcı algısının düzeldiğini söylemek pek mümkün değil. Son olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yabancı yatırımcılarla yaptığı toplantının ardından katılanların gerçek ve samimi yorumlarını dinleseniz, zaten bunu çok iyi görürsünüz. Yabancıların yönetimin tavrına ilişkin şaşkınlığı devam ediyor; ucu açık biçimde OHAL’in kaldırılacağı sözü inandırıcı gelmediği gibi, toplantıya yönetim ekibinin giriş çıkışında yaratılan ortamdan dinledikleri demokrasiye ve basın özgürlüğüne ilişkin yorumlara kadar, genel olarak “rasyoneliteden uzak bir anlayış” gördüklerini anlıyoruz. Bu ortamda yatırımcı güveni iyileşemez.
Eğer yatırımcı algısının iyileştiğini söylemekten kasıt son dönemde hızlanan, özellikle borsayı coşturan, sıcak para ise bunun ne kadar geçici olduğunu en iyi bilecek isimlerden biri Bakan Şimşek’tir. Herkes biliyor ki; kendi memleketine dönmeden önce küresel finans kesiminde dolaşan bu para son kez kâr maksimizasyonu yapıyor. Herkes biliyor ki; şimdi olmasa da, birkaç ay içinde ABD ve Avrupa’da faiz artışları başlayacak, bu akım başladığında Türkiye gibi ülkelerden hızlı bir çekiliş olacak. Fed’e bağlı olarak bu geri dönüşün zamanlaması değişebilir ama belli ki ancak birkaç oynayacak. Üstüne üstlük bu rehavet içinde, sanki sıcak parayı kalıcı sermaye gibi görüp önlem almamak, çıkışta çok daha sert olumsuzluklara neden olabilecek. Dolayısıyla kendimizi kandırmanın bir alemi yok. Hem küresel hem bize özgü siyasi ve ekonomik riskler büyüyor. Abartılı iyimserlik ancak rehaveti pekiştirir.
Her şeyden önce ekonomide makro dengelerin ciddi alarm işaretleri verdiğini, küresel sermaye ülkesine çekilirken, bozulan dengelerin olumsuz ayrışmanın en büyük nedeni olacağını görmek gerekir.
Çünkü yıllardır dayandığımız AB çıpası ve mali disiplin artık tehlikede. Bütçe açıkları ve borçlanma gereği hızla artıyor. Bu ortamda kredileri patlatıp reel sektörün sorunlarını 1 yıl ötelemek, sorunları çözmez aksine orta dönemde daha büyütür. Siz bunları yaparken faizlerin doğal olarak artmasına baskı ile karşı koymaya çalışırsanız; işte o zaman çok kısa dönem yarım puanlık indirim sağlasanız bile orta dönemde faizlerin patlamasına neden olursunuz. Bunu daha önce çok gördük ve onun için bunu yokmuş gibi davranmak yerine, uyarmak gerekir. Enflasyon birkaç aylığına tek haneye inse bile, herkes gibi yatırımcı da görüyor ki; orta dönemde yüksek seyretmeye devam edecek. İhracat artıyor derken, daha büyük cari açıklarla karşılaşacağımızın işaretlerini de zaten almaya başladık. Küresel likiditenin yönü değişirken, Batı başta olmak üzere herkese kafa tutan, normalleşemediği gibi demokrasiye dönüşünü uzatacağı anlaşılan bir ülkede, makro ekonomik dengelerin bozulması, sizce ne anlama gelir?
Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet çok iyi biliyor ki; doğrudan yatırım için gelecek olan yabancı yatırımcı, Türkiye’nin artık normalleşmesini, ekonomik olarak önünü görecek iklimin oluşturulmasını istiyor.
Toplantının 15 Temmuz anma haftasına denk getirilmesi de dikkat çeken başka bir husus. Son olarak 15 Temmuz’un hemen ardından, 2016 Ağustos ayı başında Cumhurbaşkanı Erdoğan yine yabancı yatırımcıları toplamıştı. Bu kez ortamın daha yumuşak olduğunu kaydeden katılımcılar, çoğu Doğu ülkelerinden olmak üzere, toplantıya katılan yabancı sermaye temsilcisi sayısının arttığını söylediler.
Hükümetin amacı çok açık; Türkiye’nin yatırım yapılabilir ülke olduğunu, geleceğinin parlak olduğunu hatırlatıp, yatırım gelmesini teşvik etmek. Aslında Türkiye ekonomisinin uzun vadeli geleceğine ilişkin çok fazla sorun olmadığı açık. Ancak kısa dönem içinde sorunların büyük olduğu da ortada.
Toplantı, büyük ihtimalle Cumhurbaşkanlığı’nın talebi üzerine, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) ile Yabancı Sermaye Derneği (YASED) tarafından düzenlendi. İki kurum adına kapanış açıklaması yapan TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu,15 Temmuz darbe girişimini kınayıp, yabancı yatırımcının taleplerini özet olarak anlatmış. Bence açıklamadaki en önemli bölüm şöyle:
“Ülkemizin kalkınması, küresel rekabet ortamında hak ettiği konuma gelmesi ve katma değerli sürdürülebilir yatırımların devamı hedefi doğrultusunda; demokrasi, hukukun üstünlüğü, öngörülebilir yasal ve yönetsel düzenlemeler ile şeffaf ve rekabetçi bir serbest piyasa ekonomisinin mevcudiyeti zaruridir.”
Bu yönde atılacak adımların uluslararası doğrudan yatırımcıların Türkiye’ye olan güvenini artıracağı belirtilen açıklamada, “Yatırım ortamının iyileştirilmesi süreklilik arz eden bir hedeftir” denilerek, yapısal reformların devamı istendi.
YABANCININ TALEPLERİ
Küresel rekabette öne geçebilmek için yapısal reformların devamı ile yatırım ve iş yapma şartlarında sürdürülebilir bir iyileştirme istenirken, bu konuda yapılması gerekenler özetlenmiş.