Kağıt üzerinde böyle olabilir ama fiili olarak Almanya’nın AB kararlarını büyük ölçüde belirlediğini herkes biliyor. Merkel’in bunu söylediği açıklamasına bakıldığında, sadece gümrük birliği anlaşmasının yenilenmesinin değil, tümüyle AB ile Türkiye ilişkilerinin çok zor bir döneme girdiğini görebiliyorsunuz. Mevcut yürüyen anlaşmaların işlemesinde bile sıkıntılar çıkacağı çok açık.
Türkiye’deki siyasi otorite Merkel’in konuşmasından önce, eylülde yapılacak seçimler bitince Almanya ile ilişkilerin normalleşeceğini söylemeye başlamıştı. Ancak Merkel’in o konuşması üzerine ipler iyice gerildi. Bakanlar AB’yi Almanya’nın dışında gördüklerini belirterek durumu yumuşatmaya çalıştılar. Ancak ardından Almanya’da yapılacak seçimlerde orada yaşayan Türklere ilişkin, “Bu partilere oy vermeyin” çağrısı geldi ki, bu açıklama bence bundan sonra ilişkilerin yeniden geliştirilmesi umuduna da büyük sekte vurdu.
Özetle; Almanya’daki seçimler ile birlikte Türkiye ile Almanya arasındaki ilişkilerin yeniden normale dönme ihtimali azalmış görünüyor. Başka bir deyişle Türkiye’nin bu yüzden çekeceği sıkıntıların yeni başladığını söylemek mümkün. Türkiye Almanya ilişkileri çok eskiye dayanıyor ve birçok alanda iç içe geçmiş durumda. İlişkilerin kötü olmasının orada yaşayan Türklerin hayatını zorlaştıracağı çok açık. Ancak sadece orada yaşayan 3 milyon Türkle sınırlı kalmayıp, Türkiye’deki tüm vatandaşların bu kriz nedeniyle sıkıntıya girme ihtimali de bir hayli yüksek.
Almanya AB kararlarında çok baskın bir ülke. Yüzde 100 tüm kararlarında belirleyici olamasa bile, açık ara en etkili ülke olduğu kesin. Son dönemde artan ekonomik gücü nedeniyle siyasi gücü de iyice arttı. Şöyle söyleyelim; Almanya AB’den istediği kararları çok büyük ölçüde çıkarır, Almanya’nın istemediği bir kararın AB kararı olması mümkün değil. Kaldı ki; Hollanda ve Avusturya gibi ülkelerin Türkiye’ye karşı sert tutumlarını şimdiye kadar Almanya frenliyordu...
TİCARET VE FİNANSMANA ETKİSİ
Peki, Almanya ve etkilediği AB Türkiye’nin gidişatında çok mu belirleyici olur? Gümrük ve Ticaret Bakanı Bülent Tüfenkci, Almanya’nın tavrının Türkiye’deki işadamlarına dönük olduğunu, siyasi şantajların ticaretin önünde engel olmaması gerektiğini belirtmiş. Tabi ki Tüfenkci’nin söyledikleri ideali ama gerçek şu ki; Türkiye dahil her ülke, hem kendi içinde hem dış ilişkilerinde ticareti ve ekonomik ilişkileri, gücü ölçüşünde, koz olarak kullanır ve kullanıyor. Tabi ki Almanya da ilişkilerin bozulmasından olumsuz etkilenir ancak çok açıktır ki; Türkiye çok daha olumsuz etkilenir.
Çünkü Türkiye tasarruf açığı olan, büyümek için ihracata ve yabancı sermayeye ciddi ihtiyaç duyan bir ülke. Kaldı ki; önümüzdeki dönem, Trump nedeniyle gecikmiş görünse de, Fed’in faiz artışı ve likiditeyi kısmasıyla birlikte, bizim gibi ülkelerin zora gireceği bir dönem olacak.
Böyle bir ortamda AB ile ticaretin aksadığını düşünsenize... Sadece ticaret de değil, kaçınılmaz bu zor finansal süreçte, bankalarını, finansal kurumlarını etkileme gücü olan bir Almanya ve onun peşine takılacak, sermaye getiren diğer Batılı ülkelerin çekingenliklerinin arttığını bir düşünün.
Temmuz iyi çıktı ama 7 aylık bütçeye bakarsanız, geçen yıla kıyasla, binlerce misliyle, daha kötü açık verdi. Kısacası; mali disiplin ciddi tehlike sinyalleri vermeye devam ediyor.
Temmuz ayında 2.8 milyar TL’lik, “yeniden yapılandırma geliri” denen, vergi affı tahsilatı yapılması, tabloyu düzeltti. Ama sonuç olarak geçen yıl ilk 7 ayda 1.3 milyar TL fazla veren bütçe bu yıl 24.3 milyar TL açık verdi.
İşin kötüsü faiz dışı harcamalardaki artış devam ediyor. Geçen yıla kıyasla yüzde 20 gibi çok yüksek bir oranda artış görüldü. Bu da referandum öncesi patlayan harcamaların hala kısılamadığını, bir defalık gelirlerle bazı aylar kurtarılsa da, bu yılın bütçesinde iyileşme belirtisinin gözükmediğini ortaya koyuyor.
Bu durum piyasaları tedirgin eden birden çok boyuta sahip. Teknik olarak bakıldığında harcamalardaki artış tutulamıyor, bu kamunun borçlanma gereğini, o da faiz artışını beraberinde getiriyor. Buna rağmen siyasi otoritenin müdahaleleri devam ettiği için, piyasalarda bir süredir dolaşan “çok sıkışıldığında kural dışı müdahalelere girişilebileceği” ne ilişkin tedirginliğin devam etmesini sağlıyor.
Geçen gün Cumhurbaşkanlığı’nın Ekonomi Başdanışmanı Doç. Dr. Hatice Karahan’dan duyduğumuz açıklamalar, bizi şaşırttı ve anlayış değişikliği konusunda umutlandırdı. Kendisinin teknik yönü kuvvetli, farklı bir ekonomi danışmanı olduğunu duyuyorduk, Bloomberg’e yaptığı açıklamayla bunu gördük. Cumhurbaşkanı’nın görüşleri ışığında, örneğin sürekli bankalara ve faizlere kızarak işini yapmaya çalışan danışmanlardan farklı olarak, Karahan rasyonel teknik analizler yapmış. Umarız karar alıcılar kendisini daha can kulağı ile dinleyip, analizlerine önem verirler.
Karahan bu yılın yüzde 5.5 büyüme ile kapatılabileceğini ama bunun yatırımla mı, tüketimle mi, ihracatla mı yapıldığının çok önemli olduğunu söylemiş. Kredi Garanti Fonu (KGF) teminatlı kredilerin ekonomiyi canlılık getirdiğini ancak gelinen noktada, faizlerden de görüldüğü gibi, bir kaynak baskısı oluştuğunu kaydetmiş. Karahan, “Kaynak ihtiyacımız bu noktadan sonra farklı bir hikayeye giriyor. O yüzden içerideki tasarrufların kısıtlı olduğunu, dışarıda da koşulların sıkılaşmaya gideceğini düşündüğümüzde Türkiye’nin farklı bir şeyler söylemesi gerekiyor. İkna edici bir ortama kavuşması gerekiyor ki, fonları çekebilelim. Tabi içerideki tasarrufları artırmak da önemli olacak” demiş.
Bu analiz o kadar doğru ki; o nedenle tırnak içinde, başlığa aldık.
Tasarruf oranlarının hemen artırılmayacağını, son zorunlu bireysel sigorta uygulamasında da gördük. O nedenle Türkiye’nin tek şansının doğrudan yatırımlar başta olmak üzere, yabancı fonları çekmekten geçtiği artık çok açık. Başdanışman Karahan, söylenecek yeni şeylerin neler olması gerektiğini söylememiş ama bence Türkiye’nin demokrasiye geri dönüş başta olmak üzere, Batı ittifakının parçası olduğunu hatırlayıp, buna göre siyasi ve ekonomik adımlar atması temel koşul. Bununla birlikte eğitim sistemini de gözden geçirip katma değeri yüksek teknoloji ağırlıklı yatırımlara yüklenmesi gerekiyor. “İthalatı yüksek malların içeride üretimini teşvik edeceğiz” gibi muğlak ve eski söylemlerle Türkiye’nin geleceğinin kurulamayacağı da artık görülmeli.
KGF’NİN FONKSİYONU
Aynı konuşmada Karahan’ın KGF’nin rolüne ilişkin rasyonel yaklaşımına da şahit olduk. KGF kredileriyle ilgili tartışmaların büyüdüğüne dikkat çeken Karahan, burada limite yaklaşıldığını, bankaların yorucu bir süreç geçirdiğini ama herkesin sonunda mutlu olduğu bir dönem olduğunu söylemiş.
KGF’nin etkilerinin nasıl olduğunu gösteren çok detaylı verilere şu anda sahip olmadıklarını kaydeden Karahan, “Ancak mesela kredilerin eğilim anketine baktığımızda, özellikle borç yapılandırması yönünde bir talep geldiğini görüyoruz. Bu hem anlaşılır, hem de beklediğimiz bir şey” demiş. Kendisinin göstergelere baktığında bu kapsamdaki kredilerin daha azının yatırımlara gittiği kanaatini taşıdığını ifade etmiş.
KGF’de bundan sonraki uygulamanın önemli olduğunu hatırlatan
Örneğin Ar-Ge alanında son yıllarda bütçeden ayrılan payda ciddi artışlar sağlandı. Bu pay yeterli mi derseniz elbette değil. Buna rağmen, arttırılan Ar-Ge fonlarının bir katkısı oldu mu derseniz, elbette olmuştur ama çok az. Çünkü destekleme anlayışı rasyonel değil. TÜBİTAK odaklı bir Ar-Ge destek sistemine geçildi ama bazen haberlerden de gördüğümüz gibi; Türkiye’nin bilimsel ihtiyaçlarına uygun, küresel anlamda karşılık bulacak projeler söz konusu olamadı.Elbette arada önemli, yararlı projeler çıkıyor ama dağıtılan paraya kıyasla bunlar çok az. Bu konuda tanıdık eş-dosta verilen desteklerden, bunların sonuçlanıp sonuçlanmadığının hiç takip edilmediğinden sürekli söz edilir. Şimdi Ar-Ge ile birlikte inovasyon kavramından söz eder olduk ama anlayış aynı olduktan sonra sonuç alınması mümkün değil. İnovasyona, teknoloji geliştirmeye ayrılan kamu kaynakları çok sınırlı olduğu gibi anlayış da yanlış. Daha önce katıldığım biyoteknoloji kongrelerinde, dünyada buluşların merkezi haline gelen kuluçka merkezlerini birlikte ziyaret ettiğimiz bürokratlarla yaptığımız sohbetlerimi hatırlıyorum. Hâlâ merkezden devletçi bir planlama anlayışının baskın olduğunu gördüm. Böyle olunca da bürokrat ve politikacı işbirliğinde eşe dosta verilen fonlar öne çıkıyor, hak eden girişimlere, startup’lara yeterince destek verilmesi söz konusu olamıyor.
EĞİTİM SİSTEMİ ORTADA
Halbuki herkes biliyor ki; Türkiye gibi ülkelerin küresel rekabette öne çıkabilmeleri için Ar-Ge’ye, teknoloji geliştirmeye, inovasyona önem vermeleri, bu alanlarda yeni, genç girişimcilerin ve buluşların önünü açmaları gerekiyor.
Şimdi hem yeni orta vadeli program hem de 11. Kalkınma Programı’nın hazırlık aşamasındayız. Konuyla ilgili bilgi verenler, bir yandan ithalatı yüksek alanlarda yerli üretime geçilmesi, teknoloji ağırlıklı yatırımlara ağırlık verilmesi için çalışacaklarını, öte yandan Ar-Ge ve inovasyona ağırlık verileceğini söylüyorlar. Gerçek şu ki; mevcut anlayışla; merkezden, siyasi kaygılarla yapılan bu alanlara dönük planların başarılı olma ihtimali çok az. Artık anlayışın değişmesi şart.
Dışarıda inovasyonda Ar-Ge’de başarılı olan ülke örnekleri ortada; hem büyük fonlar oluşturuyor, hem de verimli sistemler kuruyorlar. İnovasyon, teknoloji geliştirme gibi alanlarda dünya ile nasıl yarışacağımız konusunda yapılan çalışmalar gösteriyor ki; devletin görevi girişimciliğin önünü açacak iklimi yaratmak olmalı. Yani devletin girişimcilerin, buluş yapacakların, startup’ların önüne bürokratik engel koymak yerine, önlerini açmaları gerekiyor ki; ülke olarak bu alanlarda başarı gelsin. Özgür çalışacakları ortamların oluşturulması, fonların sağlanması ve gerekli denetim mekanizmalarının kurulması gerekiyor. Yani kamu fonlarının merkezden, çarpık bir devletçi ve kayırmacı anlayışla idare edilmesi yerine, çağdaş sistemlerin kurulması gerekiyor.
Diyeceksiniz ki; eğitim yerlerde sürünüyor, giderek kötüleşir, bu iklimde buluş yapacak gençleri nereden bulacağız? Haklısınız; eğitim sisteminin temelden değişmesi, çağdaş bilimsel bir yapıya kavuşturulması, aksi takdirde Türkiye’nin ileriye gidemeyeceği çok açık. Mevcut parlak gençleri, toplumsal ve bilimsel iklimi giderek daha bozduğumuz için dışarıya kaçırdığımız da somut bir vaka. Ancak yine de yapılacak bir şeyler olmalı yoksa bu treni de kaçırıyoruz.
Son iki yıla bir bakın; AKP tek başına iktidar olamadığı seçimlerden sonra sürekli olarak yeni teşvikler açıkladı. Referandum öncesi bu teşviklerin dozu iyice arttı. Bunlardan hangileri sonuç verdi diye bakacak olursanız; kaba bir tanımla, sadece “milletin cebine para koyduğunuz teşvik tedbirleri” sonuç verdi ama uzun vadeli yatırıma dönük teşviklerden pek sonuç alınamadı diyebiliriz.
Yine referandum öncesi sonuç alınan, iki gruba da girmeyen, istihdam teşviğini de sayabiliriz. Bunun sonuç vermesinin nedeni ise siyasi otoritenin “Tek tek kimin şirketinin ne kadar işçi aldığına bakacağım” sözleri oldu. Yani buna ekonomik teşvik demek pek doğru olmayabilir.
Bence son dönemde en etkili olan teşvik ise Kredi Garanti Fonu (KGF) kaynaklı kredilere Hazine garantisi verilmesi ve limitlerin büyük ölçüde artırılması idi. Son dönemde canlanan büyümede bu kredilerdeki büyük artışın en etkili araç olduğu kesin. Bunun yanında geç kalmasına rağmen Merkez Bankası’nın kurlarda aşrı hareketleri önlemesi, bunun için piyasaya verdiği paranın faizini yükseltmesi, adına teşvik denmese de, etkili oldu.
Referandum öncesi KGF kredilerinin patlaması, hükümet üyelerinin de itiraf ettiği gibi; çok sıkışan hatta iflasların eşiğine gelen küçük ve orta boy işletmelere, taze para verilerek yüzdürülmeleri sağlandı. Bunun piyasaya etkisi olumlu oldu ama özellikle gelecek yıldan itibaren, geri dönüş sorununun boyutunu hep birlikte göreceğiz. Hazine’ye çıkaracağı maddi faturanın yanında, beklentiler kanalıyla da olumsuz etkiyi katlama ihtimali bulunuyor.
Kalkınma Bakanı Lütfü Elvan Başbakan Yıldırım’ın açıklayacağı cazibe merkezleri programı ile önceden açıklanan proje bazlı teşvik sistemi ve istihdam teşviklerinin birlikte düşünülmesi gerektiğini, tüm bunların yatırım için uygun ortamı yarattığını düşündüklerini kaydetmiş.
YATIRIMCI ÖNÜNÜ GÖRMEDİKTEN SONRA
Hükümet böyle düşünüyor olabilir ama uygulamada durum farklı. Yoksa cazibe merkezleri teşviki olmasa bile, son 2 yılda açıklanan teşviklerin, normal zamanda olsa, çok daha fazla olumlu etki yapması beklenirdi. O nedenle cazibe merkezleri açıklamasından, tek başına fazla bir şey beklenmemeli.
Normal zamanda olsa diyoruz; çünkü Türkiye siyaseti ve ekonomisi normal bir zamanda değil. Ekonomik olarak son yıllarda büyük hatalar yapıldı ama yeni küresel iklim artık bu hataların telafi edilmesine pek imkan vermeyecek.
Bu tahminlere dayanak olan en önemli temel unsurun ise kur istikrarı olduğunu görüyoruz. Bunun yanında tabi ki siyasi istikrar, yabancıların ilgisinin artarak devam etmesi gibi varsayımlar da söz konusu.
Kalkınma Bakanı Lütfü Elvan, geçen hafta yaptığı bir TV konuşmasında Temmuz ayı enflasyon verilerini değerlendirirken, enflasyonun kur geçişkenliği konusunda son derece duyarlı olduğunu, kurdaki artışın üretici fiyatlarına olumsuz bir etkisi bulunduğunu, bunun da Tüketici Fiyat Endeksine (TÜFE) yansıdığını söylemiş. Elvan, yüzde 9,79’luk enflasyonun yüzde 2,8’inin kur geçişkenliğinden kaynaklandığını düşündüklerini anlatırken, kurun istikrara kavuşmasının gelecek günlerde daha olumlu bir resim ortaya koyacağını, enflasyonda başlayan düşüşün devam edeceğini söylemiş.
2018 yılının ilk çeyreğinde enflasyonda yaklaşık 2 puanlık düşüşün söz konusu olabileceğini ve Şubat ayı itibarıyla da enflasyonun yüzde 7 bandına inmesini beklediklerini kaydeden Bakan Elvan, büyümede de iyimser bir tablo çizmiş. Yılın ikinci çeyreğinde yüzde 5’in üstünde büyüme beklediklerini belirten Elvan, üçüncü çeyrekte ise büyümede yüzde 7’nin üzerine çıkılacağını iddia etmiş. Buna gerekçe olarak da baz etkisini ve tarımsal üretimdeki büyümeyi gösteren Elvan, 2017 sonunda büyümenin ise yüzde 5-5.5 arasında olacağını tahmin ettiklerini kaydetmiş.
2018 ‘in ilk çeyreğinde yüzde 7’lik enflasyon, yılın tümünde yüzde 5.5’a varacak büyüme rakamları, sizce de iyimser değil mi?
Gerekçelerine baktığınızda ise hiç de olmayacak bir gelişme değil gibi gözüküyor. Düşünsenize; dolar kuru 3.50-3.55 bantında yıl sonuna kadar gider, küresel risk iştahı devam eder, içeride siyasi sıkıntılar çözülüp güven ortamı sağlanır, sınırımızdaki ülkelerle ilişkilerimiz sorunsuz yürür, Türkiye bölge gelişmeleri konusunda Batı ile tam mutabakata varır, sıcak para akışı devam eder, üzerine yabancı sermayenin doğrudan gelişi sağlanırsa neden olmasın, öyle değil mi?
Peki, tüm bu olumlu gelişmelerin yaşanacağına inanıyor musunuz?
ÖTELENEN SORUNLAR
En önce Fed’e bakmak gerek; son istihdam verilerinden sonra önümüzdeki hafta ABD enflasyon rakamları açıklanacak. Yine olumlu haberler gelirse, bu kez piyasalar faiz artış sayısının artacağını fiyatlamaya başlayacak. Şimdi olmasa bile, ABD ve Avrupa’da yılın son çeyreğinde faiz artışları kaçınılmaz. Dolayısıyla küresel risk iştahının bu seviyesini sürdürmesi mümkün değil.
Bence yatırımcıların kaygılarını gidermedikten sonra bu toplantıların sık sık yapılmasının fazla bir önemi yok. En önemli yararı yatırımcıların kaygılarını, güncel şikayetlerini birinci elden dinlemek olabilir. Buradaki önemli nokta da yabancı şirket temsilcilerinin bu toplantılarda samimi olup olmadığı. Yani asıl sıkıntıları tüm açıklığıyla Hükümete iletip iletmedikleri.
İzlenim o ki; genel olarak sıkıntıları Hükümete söylüyorlar ama özellikle siyasi nedenleri detaylarıyla açıklamaktan, doğal olarak kaçınıyorlar.
Yabancı yatırımcıların Başbakan Binali Yıldırım’a açık biçimde söyledikleri siyasi sorunlar, ülkeler arasındaki bozulan ilişkilerde Türkiye tarafının sekter bir dil kullanması ve olağanüstü hal uygulamasının (OHAL) uzaması. OHAL’in yarattığı belirsizlik ortamının iş yapmayı caydırıcı rol oynadığını belirtiyorlar.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise “yabancıların OHAL’i gerekçe yapamayacağını” söylüyor. Yani Hükümet ile yabancı yatırımcılar arasındaki temel fark OHAL konusunda ama bu sorunun giderilmesi için siyasi irade yok.
Söyleyemedikleri konular arasında ise özellikle Avrupa ülkelerinde Türkiye’ye karşı oluşan sert tutum başta geliyor. Özellikle Avrupa’da Türkiye’nin yönetimine ilişkin ciddi bir tepki var. Halkları da ülke şirketlerinin Türkiye’de, bu dönemde yatırım yapmasına sıcak bakmıyorlar. Ancak yabancı şirket yöneticilerinin bunu Hükümete anlatmaları zor. Bu algı nedeniyle Türkiye’de çalıştıracak nitelikli eleman bulamadıklarını Hükümet yetkililerine söylüyorlar mı bilmiyorum ama böyle bir sorunun giderek büyüdüğünü özel sohbetlerde dile getirdiklerine bizzat şahitim.
Özetle; yabancı sermayenin Türkiye’ye bakışındaki siyasi sıkıntı ekonomiyi etkileyecek kadar büyümüş durumda. OHAL kalkmadıktan sonra istenen doğrudan yatırım için yabancı sermayenin gelmesi çok zor. Ancak çok karlı, çok uzun vadeli garantiler aldıkları takdirde gelmeleri mümkün.
SICAK PARANIN İSTEDİĞİ ZATEN YAPILIYOR
Tüm bu dediklerimiz doğrudan yabancı sermaye yatırımı için geçerli. Sıcak para dediğimiz kısa vadeli yabancı sermayenin yani fon gelişinin kaygıları ise farklı. Bu kaygılar daha önce Hükümet ve Merkez
Akaryakıt fiyatları otomatiğe bağlandığı için sürekli indirim ve zam yapılıyor, bu nedenle eskisi kadar dikkat çekmiyor. Bu durum bizim pahalı akaryakıt kullandığımız gerçeğini ise değiştirmiyor. İşin en kötü tarafı ise; daha önce dünya petrol fiyatı artınca akaryakıt fiyatlarına aynı oranda zammı yansıtmamak için vergi indirimleri yapacak yerimiz vardı, şimdi o da yok. Yani dünya petrol fiyatları çok yükselirse, vergiyi azaltıp, akaryakıt zammını frenleme imkanımızı artık kaybettik. Çünkü dünkü yazımızda söz ettiğimiz gibi; bütçe dengeleri bozuldu. Mali disiplinde sıkıntı başladı, o nedenle artık vergi kaybına yol açacak tedbirleri uygulayamayız.
Dolayısıyla dünya petrol fiyatları artarsa tümüyle akaryakıt fiyatlarına yansıtmak zorundayız. Akaryakıt fiyatları o kadar çok mal ve hizmete girdi niteliği taşıyor ki; bu zamların enflasyona katkısı katmerli oluyor. Zaten çift haneye çıkarıp indiremediğimiz enflasyon, bu takdirde iyice azacak, buna bağlı olarak mevduat, borçlanma ve kredi faizleri de otomatik olarak yükselecek.
Küresel ekonominin canlanmaya başladığına ilişkin iyimserlik, son günlerde maden fiyatları yükselmeye başladı. Metallerde önemli artışlar kaydedildi. Bununla birlikte petrol fiyatları da yükselmeye başladı. Dün itibariyle dünya petrol fiyatları, Mayıs ayından bu yana ilk kez, yeniden 52 dolara kadar çıktı.
Akaryakıt fiyatlarının belirlenmesinde dünya petrol fiyatlarıyla birlikte içerideki kur fiyatları da etkili. Dün 3.52 gözükse de, son haftada 3.55 TL’lere kadar çıkan dolar kurunun da etkisiyle içeride akaryakıt fiyatlarına zam geldi. Kısacası; eğer bundan sonra dünya petrol fiyatları artarsa akaryakıta aynen zam yansıyacak, bununla birlikte dolar kuru da artarsa, zam katmerli olacak.
PETROL FİYATLARI ÇOK ARTMASA DA KURLAR
Madenlerde fiyat artışının yanında OPEC’in, üretimi sınırlayarak fiyatların yukarı gelmesini sağlamak için son dönemde büyük çaba sarfettiği ortada. Düşük petrol fiyatlarından en fazla zarar gören ülkelerden olan Rusya da OPEC’le birlikte davranmayı seçmeye başladı.
Kişisel düşüncem o ki; dünya petrol fiyatlarının bir süre daha çok yukarılara gitmesine izin verilmeyecektir. ABD’nin siyasi ilişkilerdeki tutumları nedeniyle petrol ve doğalgaz üretici ülkelerin güçlenmesine izin vermeyeceğini, bu nedenle dünya petrol fiyatlarının çok artmayacağını düşünenlerdenim. Kaldı ki kaya gazı ile birlikte ABD bu alanda belirleyiciliğini iyice artırmış durumda ve belli ki bundan sonra da bu durum böyle sürecek.
O zaman akaryakıt fiyatlarındaki aşırı artıştan korkmamak gerektiği söylenebilir. Yine kişisel düşüncem, dünya petrol fiyatları çok artmaz ama kurların özellikle son çeyrekte hızlanacağını tahmin ediyorum. Dolayısıyla akaryakıtta fiyat hareketlerinin özellikle yılın sonlarında yukarı gideceğini düşünüyorum.