Bugünkü açıklamalarından sonra anladım.
Anladım Atiba’nınki mizacından gelen bir sakinlik değil. Bizim buralarda hiç alışkın olmadığımız mesleki bir sakinlik. Takımın bir parçası olmayı bilmekten gelen, tevazudan gelen, herkesin hakkını vermeyi istemekten gelen bir sakinlik.
“Trabzon’da galibiyet golünü attım ama Gökhan o güzel ortayı yapmasa nasıl atacaktım? Aynı şekilde Adriano’nun o şık ortası olmasa Cenk nasıl atacaktı? Biz bir takımız. Birbirimizi çok iyi tanıyor, tamamlıyoruz” demiş bugün açıklamasında.
Nasıl hasretiz şu laflara nasıl. Nasıl bıkmışız sürekli kendini öven, hep kendini gören, başkasının başarısını zerre görmeyenlerden.
Hep “ben ben” diye ortalarda dolananlardan.
Başarıdaki en büyük payın sahibi olduğunu anlatmak için dört dönenlerden.
“Gol atandan çok kulübedekiler seviniyor. İşte takım olmak budur” demiş Atiba. Çünkü pas veren gibi, gol atan gibi, gol kurtaran gibi kulübede oturanın da takımın parçası olduğunu biliyor. Başarıyı paylaşmayı biliyor. Herkesin hakkının verilmesi gerektiğini biliyor. “‘Ben’ olmaktan çok, ‘biz’ olmayı seviyorum” demesi de bundan.
“Bazen fazla abartıldığımı düşünüyorum. Ben sadece işimi yapıyorum”
Kabataş Erkek Lisesi’nin okul takımında futbol oynar.
O günlerde başlar büyük sevda.
Beşiktaş onu, o Beşiktaş’ı fark eder.
Sonrası karşılıklı, umutlu, kavuşmalı bir aşk. Ama yine de kara sevda. Başka türlü tarif etmek çok zor.
1943 yılında genç takıma çağrılır. O sene, takıma şampiyonluğun yakıştığı kadar yakışır sol koluna kaptanlık pazubandı.
Sanki hep onu beklemiştir Beşiktaş.
1945’te artık A takımın oyuncusudur.
1947’de İnönü Stadyumu’nun açılış maçında Beşiktaş’ın ilk golünün sahibi.
İsimleri, olayları, ayrıntıları filan yazmayacağım. Doping üzerine de yazmayacağım. Bin kere yazdım bin kere okumuşsunuzdur.
Doping yüzünden geri alınan madalyalardan sonra Türkiye’nin Olimpiyat tarihinde üç atletizm madalyası kaldı. Ben o madalyalardan ilkinin, Olimpiyatlarda kazandığımız ilk atletizm madalyasının hikâyesini anlatacağım size. O hikâyenin dopinge olan uzaklığını, gözü dönmüş bir kazanma hırsına olan mesafesini, sporun oyun haline yakınlığını anlatacağım.
Daha evvel anlatmıştım bi daha anlatacağım. Bugün tam zamanı. Sanıyorum nedeni sizce de açık.
Hikâyenin kahramanı Ruhi Sarıalp. 1924 yılında Manisa’da doğar. Atletizm sevdası Konya Askeri Lisesi’nde başlar. Sonra İstanbul’a gelir. Haydarpaşa Lisesi’ne. Sonra da Fenerbahçe’nin atleti olur.
Büyük aşkı üç adım atlama olan bir sporcu. Yüz metre değil, maraton değil, o değil, bu değil. Üç adım atlama. Herkesin sevdiğinden başkasını sevebilen bir adam.
Üç adım atlamayı sevme nedeni de bi o kadar şahane. “Çelik-çomak”oyununda çeliği almak için atılan üç adımdan gelen bi yakınlık. Oyunu sevmekten gelen. Çocukluktan gelen. Hikâyenin güzelliğine bak.
Okuduk okuduk birkaç cümlesinden öteye gidemedik. Ben gidemedim en azından. Güzel şeyler de söylemiştir belki. Ama bir önemi kalmıyor işte. Bu cümleleri kurunca bir önemi kalmıyor:
“‘Aaa her yerde Arda var’ diyorlar. Tabii ki de ben olacağım. Yüzyıllık tarihe baksınlar. Kaç tane Arda Turan var! Fazla mütevazılık kibir göstergesidir...”
Evvelce de yazmıştım, bence özgüvenle kibir arasında oynak bir ibre vardır. Kendinle dünya arasına koyduğun mesafe büyürse, özgüvenle kibir arasındaki mesafe daralır. İşte o zaman ibre, kolayca kibre doğru kırılır.
Fuat, Ahmet Fetgeri ve Mahzar Beylerin karşısına geçer. Yaşını çok aşan bir vakarla idarecilerin gözlerinin içine içine bakarak şöyle der:
“Bizler futbolu Beşiktaş Kulübü’nün sporcuları olarak oynamak istiyoruz. Semtin gençleri olarak buna hakkımız olduğuna inanıyor, memlekete tam sıhhatli ve kuvvetli bir gençlik yetiştirmek amacıyla kurulan Beşiktaş Kulübü’nün himayesini bekliyoruz!”
Sonra film boyunca onu Şeref Bey olarak; Beşiktaş futbol şubesinin kurucusu, ilk kaptanı ve teknik direktörü olarak görürüz.
Beşiktaş’ın maçlarını yapabileceği bir stadın inşa edilmesi, Şeref Bey’in en büyük rüyası olur. O rüyaya ömrünü adar, ağırlaşan hastalığına, doktorların koyduğu yasaklara rağmen stadın yapımı için çabalar.
- “Beşiktaş seni öldürecek!” derler.
- “Feda…” der.
Film bir veda hikâyesi anlatır: Şeref Bey, ilerleyen hastalığına son çare olarak Viyana’ya gider ama yapılacak fazla bir şeyin kalmadığını anlamış, bir yandan da Beşiktaş’ı çok özlemiştir. Belki de yatağında ölmek istemiştir. Doktorlarla konuşur bir ay olmadan döner. Otuz dokuz yıllık gencecik ömrünü feda ettiği Şeref Stadı’ndan uğurlanır. Öyle istemiştir. Vasiyetidir.
Bir Beşiktaş filmi çeksem, 19 Ocak 1941’de biter. Film bir cefa hikâyesi anlatır:
Çekilen onca çileye, o kadar olanaksızlığa, o zor koşullara rağmen ısrarla o patenleri giymek, buza çıkmak, “kayacağım” diye tutturmak başka türlü açıklanamaz.
Artistik buz patencilerin bu ülkedeki bitmez çilesini çok yazdım. Sabahın altısında başladıkları antrenmanları, anne babalarının akıldışı çabasıyla uluslararası başarılar kazanan sporcuları, onların “Tesis yok imkân yok” cümleleriyle geçen spor hayatlarını. Aşkla bağlandıkları buz patenine devam edebilmek için verdikleri emeği çok yazdım.
Bu memleketin artistik buz patencileri buza âşıktır. Ama rahatlıkla söyleyebilirim ki bu ülkenin buz hokeycileri buza daha çok âşıktır. Buna adım gibi eminim.
Çünkü memleketin en tesissiz, en imkânsız, en üvey evlat sporu olan artistik buz pateninin üvey kardeşiydi buz hokeyi. Sen sabah altıda başlayan antrenmana sızlanırdın, hokeyciler beşte başlayan antrenmana koca çantalarını sırtlarında sürüyerek koşa koşa gelirlerdi.
Senin antrenmanın gece on birde biterdi, hokeyciler buza gece yarısı girerdi.
Seninki zarif, estetik, yok efendim sporu sanatla birleştiren yüce bir işti, onlarınki ellerinde sopalarla pak mıdır nedir onun peşinde vurdu kırdı.
O sopalarla gece yarısı aşkla hokey oynayan genç insanlar gördüm. Kızlı erkekli. Kasklı dizlikli. Bizden daha âşıktılar buza. Her şeye rağmen vazgeçmediler. Çok sevdiler.
Alp Bora’yı o gecelerden birinde tanıdım. Biz buzdan çıkarken o giriyordu antrenmana. Bir kolunda hokey çantası, diğer kolunda gitar çantası vardı. Öyle dolap filan bulamazsın. Antrenmana çıkarken yanına alır getirir buzun kenarına koyarsın çantanı mantanı.
O çok bayıldığımız, herkesi davet ettiğimiz, anlam üstüne anlam yüklediğimiz profesyonellik önünde sonunda bu demektir. Sözcüğün “ustalaşmış”, “uzmanlaşmış” anlamı da para ile kurduğu ilişkiden gelir. Para kazanmak için ustalaşmış. Ustalaştıkça para kazanmış.
Amatör sözcüğü ise kökünü Latincede “sevmek” anlamına gelen “amare” sözcüğünden alır. “Amator”, “seven” demektir. Hâsılı “Bir işi para kazanmak için değil, yalnız zevki için yapan, hevesli, meraklı” demek olan sözcüğün orta yerinde sevgi oturur. Heves oturur. Sözcüğün ikinci karşılığı olan “acemi” anlamı da buralardan gelir. Para kazanamayacak kadar acemi olabilir amatör. Varsın olsun bence.
Dün akşam Lens’i izledik, izledikçe içimiz ezildi. Üzüntüsü hafiflesin, aklı dağılsın, oyalansın diye arkadaşlarıyla oynamaya gönderilmiş çocuk gibiydi. Hemen “profesyonellik” dediler. Lens’in profesyonelliğine güzellemeler yaptılar. Ama Lens maçtan sonra çıktı “Aklımı tekrar toplayabilmem için futbol oynamam lazımdı. Bu yüzden bu maçta oynamak istedim” dedi.
Babasının kaybına rağmen Lens’i o maça çıkaran şey, bazılarının söylediği gibi profesyonellik değil tam tersine amatörlüktü. Acısı hafiflesin diye sokağa çıkıp topa vurmak istedi. En çok o koştu, o çabaladı, o istedi. Bu hevesi başka türlü açıklamaya imkân yok.
Cenk Tosun 16 golle şu an ligin gol kralı. Eğer böyle patır patır gol atmaya devam edip ipi göğüslerse sezonun gol kralı olacak. Ve Beşiktaş, tarihinde ilk kez üst üste iki sezon gol kralı çıkarmış olacak. Ve Cenk Tosun Beşiktaş’ın son kralı olacak.
Ama ben Beşiktaş’ın ilk gol kralı Güven Önüt’ü anacağım bugün. Ölüm yıldönümüdür.
Güven Önüt 1940 doğumludur, babamın kuşağından. Memleketi Aydın’da başlar futbola. Galatasaray’ın ve hepimizin kralı Metin Oktay gibi İzmirspor’a geçer sonra.