Ömrünü spora, denize, hocalığa adamış büyük bir spor insanıydı. Sessiz sedasız gitti. Tanıyın, bilin, ismini duyun istedim. Unutulmasın istedim.
Hep anlatılırdı, ben de oturur dinlerdim. Babam ve Şener amca 1950’lerin Zonguldak’ının en yakışıklı gençleriymiş. Ben gençliklerine yetişemedim elbet, ama hâlâ onlar kadar yakışıklısını görmedim. Marlon Brando hariç, yalan olmasın. Babamın çakır gözlerinin ışığı Şener Amca’nın kuzgun kanadı saçlarına vururdu. Birbirlerine bu kadar yakışan iki arkadaş tanımadım ben. Gözlerimi onlardan alamadan geçti çocukluğum.
Onların çocuklukları da beraber geçmiş. “Top tellesinde maç vağ” dendi mi beraber koşar maç yapar, Karadeniz’de beraber kulaç atar, azıcık içseler “Anasına kızına, sandıktaki bezine, yandım ela gözüne”yi söylerlermiş. “Dıv dıv” çaldı mı dayanamaz oynarlarmış.
TAVLA HARİÇ HER ŞEY...
Peş peşe sevmiş, peş peşe evlenmişler, Ülkü ve Şan’ın dostlukları onlarınkiyle yarışmış. Çocuklarını beraber kucaklarına almış beraber pışpışlamışlar. Bu satırların sahibine tavla hariç bildikleri her şeyi öğretmişler.
Olan oldu.
Neden oldu, nasıl oldu, kim başlattı, ama o da öyle yaptı, bu da böyle yaptı, hakem şunu yapmalıydı kısmı yazılır çizilir, üzerine oturulur bin saat konuşulur, konuşuluyor. Ben orada değilim.
Ben, olup bitenin üstüne, tutacak tek bir dal kalmamasındayım.
Bir kişinin ya, bir bir, bir kişinin bile çıkıp akıllı, mantıklı, umut veren bir şey dememesindeyim. Yapmamasındayım.
Bu kadar mı çığırından çıkar herkes, bu kadar mı teslim olunur öfkeye, bu kadar mı sağduyusunu yitirir insan.
Biliyorum taraftarlık akılla yapılan bir şey değil.
Biliyorum takım sevgisi mantıkla açıklanabilir şey değil.
Valla biliyorum billa biliyorum. Fenerbahçe’nin Bordeaux galibiyetinden sonra radyoyu omzuna alıp evde koşuşturan bir adamın kızıyım ben.
Rafael Nadal ve Roger Federer nefesimizi kesti.
Böyle bir final maçında olması gereken her şey oldu.
Maç, topla birlikte bi oraya bi buraya gitti gitti geldi.
Biri “Tamam” dedi, diğeri “Daha değil” dedi.
“Bu defa bitti” dedik bitmedi.
***
Spor denen şeyin yarattığı heyecanı iliklerimize kadar hissettik.
Her ikisi de böyle önemli bir finale, kariyerlerine, unvanlarına yakışacak biçimde oynadılar. Savaştılar, direndiler, vazgeçmediler. Sonunda biri kazandı biri kaybetti. Hiç önemi yok. Önemli olanın ne olduğunu maçtan sonra anlattılar. Esas hikâye orda başladı. Ödül töreninde.
Türkiye sineması ve Türkiye tiyatrosu Ermeni sanatçıların emeğine, sevdasına, çabasına çok şey borçludur.
Türkiye futbolu da öyle.
Ermeni futbolcuların bitmeyen futbol aşkına, her şeye rağmen vazgeçmeyişlerine, top peşinde geçirdikleri yıllara çok şey borçludur. Türkiye futbolu Taksim Spor Kulübü’ne çok şey borçludur.
Garbis İstanbulluoğlu’nu borçludur mesela. Taksim Spor’un fırtına forveti. Lakabını babasının teneke soba atölyesindeki emekçiliğinden alan “Tenekeci Garbis”. Milli takımda oynadığı yıllardan elinde tek bir fotoğraf olmamasına çok dertlenen, derdini Cem Atabeyoğlu’na açan sonunda o fotoğrafa kavuşan Garbis İstanbulluoğlu. O fotoğrafa bakıp bakıp “Mezarımda bu fotoğraf olacak” diyen, şimdi başucunda bir haç ve ay-yıldızla uyuyan fırtına Garbis.
Bir başka Garbis’i mesela. Garbis Parsehyan’ı. Lakabını, ileri derecede görme bozukluğu yüzünden taktığı gözlüğünden alan “Gözlüklü Garbis”i. Garo Hamamcıoğlu’nun “Yağmur, çamur demeden gözlükleriyle top oynayan bir futbolcuydu. Öyle ki, maç esnasında gözlüklerini formasına silerek temizliyordu. Türkiye liglerinde gözlükle oynayan tek futbolcuydu. Adana Demirspor-Taksim maçında bir futbolcu ile çarpıştı. Gözlüğünün sol sapı yanağından içeri girdi. Gözlük parçası yanağından çıkarıldıktan sonra maça devam etti,” diye anlattığı Garbis Parsehyan.
YİRMİ İKİ YIL OYNAYIP TEK BİR KART GÖRMEDİ
Memleket futbolu, Taksim Spor’un efsane kaptanı, Galatasaray’ın futbolcusu olan sonra yine evine dönen Varujan Aslanyan’ı da, yirmi iki yıl futbol oynayıp tek bir kart görmeyen Aleksan Dadyan’ı da, büyük golcü Garo Hamamcıoğlu’nu da Taksim Spor’a borçludur.
Canımız ciğerimiz iki gözümüzün bebeği
Konu kapandı da etmek istediğim iki laf içimde kaldı. Kalmasın.
Esasında hiç girmek istemediğim toplar bunlar. Ama habire önüme düşüyor bu açıklamalar, bu laflar, bu cümleler.
Bizim futbol camiasındaki bütün açıklamalar ortalarından ikiye ayrılır. “Açıklamanın başı” ve “açıklamanın devamı” biçiminde. Açıklama bir yere kadar gayet makul gelir ve fakat asla o tonda devam etmez. Muhakkak bi çuval incir berbat edilir. Muhakkak.
O yüzden futbol camiasında yapılan açıklamalarla ilgili kurulabilecek sabit bir cümle vardır: “Buraya kadar tamam…” Al bu cümleyi, her açıklamayı bu cümleyle yorumla, hiç başın ağrımaz.
Meseleyi kısa özet geçeyim. Antalyaspor’un yeni tesisinin açılış töreninde Antalyaspor Başkanı Ali Şafak Öztürk yaptığı konuşmada, Eto’o ile ilgili transfer dedikodularının olduğunu, ancak satmayı düşünmediklerini, kendisiyle yola devam edeceklerini açıkladı. Beşiktaş Kulübü Başkanı Fikret Orman, kulübü temsilen bizzat oradaydı. O da bu açıklamayı bizimle birlikte açılış konuşmasında duydu, kameralar ona döndü, gereksiz bir tatsızlığa döndü iş. Üstüne Eto’o’ya sahnede mikrofon uzatıldı, önceden hazırlanmış sorular soruldu, Türkçe “Antalyaspor’da devam” minvalinde cevaplar alındı.
HİÇ ŞIK OLMADIElbette bütün kamuoyu Eto’o ve Beşiktaş arasındaki görüşmelerin dedikodudan ibaret olmadığını biliyordu. Herkes, gözü kulağı bu transferde, ha oldu ha olacak biçiminde takip ediyordu. Dolayısıyla ev sahibi olarak misafiri bu biçimde, böyle bir törende, bu tür bir açıklamayla, şovla, kameralarla filan baş başa bırakmak olmadı. Hiç şık olmadı. Bu burda dursun. Benim demem başka şey.
Bunun üzerine Fikret Orman “Antalya Belediye Başkanı dostumuz, hocamız da eskiden Antalya’yı çalıştırmış. Beraber gittik. Biz netice itibari ile orada misafiriz. Orada daha önceden kurulmuş bir algı var. TV kameralarının bizi çekmeleri, göstermeleri filan. Biz o işleri on beş-on altı yaşında bıraktık. Bunlar ayıp şeyler, çocuk çocuk şeyler bunlar!” diye tepkisini dile getirdi. Ve tabii şimdi sabit cümlemiz geliyor: Buraya kadar tamam…
'SPOR ADAMI ' DEĞİL 'SPOR İNSANI'
Hem sıkıcı ve uzun olduğu kesin olan toplantının bittiğini gösterir, hem de zamanında Sergen’in Bobo için söylediği gibi adı güzeldir. Dilek ve temenniler. Daha ne olsun.
Bir şey temenni edecek, dileyecek, bekleyecek halimiz kalmadı ama yaşamı savunmak için mecburuz istemeye devam etmeye. Yazmaya. Çizmeye. Benim futbol dünyasından 2017 için dilek ve temennilerim, beklentilerim aşağıdaki biçimdedir. Yapmalarını beklediklerimden çok yapmamalarını beklediklerim üzerine.
Yeni transferlerden: “Büyük bir camiaya geldiğimin bilincindeyim” demeden büyük bir camiaya geldiklerinin bilincinde olmalarını.
Yeni transferlere mikrofon tutan muhabir arkadaşlarımdan: “Transfer sezonunun en çok konuşulan isimlerinden biriydin ama burada karar kıldın” girizgahını yapmadan soru sormasını.
İkinci yarı başlarken açıklama yapan teknik direktörlerden: “Çok iyi bir hazırlık dönemi geçirdik” demeden hazırlık dönemlerini anlatmalarını.
Basına sitem eden futbolculardan: “Çok şey yazıldı, çok şey çizildi, artık çıkıp topumuzu oynayacağız” demeden çıkıp toplarını oynamalarını.
Hakeme kızan efendi futbolculardan: “Bugüne kadar hiç bir hakem hakkında konuşmadım, ama her şey ortada, siz de görüyorsunuz” ya da “Hakem konusunda bir yorumda bulunmak istemiyorum ama biz bugün, bu müthiş taraftarımızla hakemi de yendik” demeden maç kazanmalarını.
Maç öncesi açıklama yapan futbolculardan:
Ortaokulda “anket defteri” denen bi hadise vardı, hep onun yüzünden. Bi defteri alırsın, dergilerden kestiğin fotoğrafları filan yapıştırarak süslersin, sonra da genellikle “en” ile başlayan sorular sorarsın. Gider sınıftakilere verirsin, onlar da sana verir, oturur cevaplarsınız, böyle böyle elden ele dolaşır herkesin anket defteri.
Anket defteri bi tür nabız yoklamadır. “O da bana boş değil galiba?” sorusunun yanıtının şimdiki gibi kolay alınamadığı vakitlerde, anket defteri için zamanın sosyal medyası bile diyebiliriz.
Özelikle de mahcup âşıklar için anket defteri, “Fotoğrafımı layklamıştı ya geçen gün, bugün de başka bi fotoğrafımı layklamış”, “Ay favlamış beni”, “İnanmıyorum ritivitlemiş yazdığımı” cümlelerinin olmadığı zamanların sosyal medyasıydı.
Ben bi faydasını görmedim. “Sınıfta en sevdiğiniz kızın ismi?” sorusuna “E” yazması gereken çocuk “P” yazdığından beri en’lerden korkarım. Anket yapmam. Hatta Pelin, Pınar ve Peteklerden nefret ederim.
Şimdi 2016-2017 Turgay Şeren sezonunun ilk yarısının bence “en”lerini yazacağım. Bence diyorum bakın ama. Kendimce sebeplerim, ufak açıklamalarım var tabii. Kısacık yazıya gerekçeli karar istemezsiniz herhalde. Aman kavga dövüş çıkmasın.
En büyük başarı: Başakşehir’in ilk yarıda gösterdiği performans. Tartışmasız.
En güzel gol: Şimdi gönül buraya Moussa Sow’un Manchester United’a attığı o yeşil gibi, o al gibi, o nakış gibi golü yazmak ister ama bizim lig dedik. Değişen bi şey yok gerçi, yine Sow diyeceğim. Çaykur Rizespor maçında attığı ikinci gol.
En iyi teknik direktör:
Spor spikerliği ne acayip iş.
Özellikle de maç anlatmak.
Radyoda da acayip televizyonda da.
Radyoda maç anlatmak, gözümüzle görmediğimiz bi şeyin, bize ısrarla gösterilmeye çabalanması demek. Kendi gözünle görmediğine başkasının gözüyle inanmak, kulağınla sınamak. Nasıl imkânsız görünüyor. Ne teferruatlı iş.
Deniz tarafına bakan kale
Radyoda maç anlatmak, rakip yarı alanın ortaları demek. Kaleyi tam karşıdan gören bir nokta demek. Dakika ve skor almak demek. İnönü Stadyumu’nu bilenler için söylüyorum demek. Top bi o kalede, bi bu kalede sayın dinleyiciler demek. Köşe gönderinin bir metre kadar gerisi demek. Radyoda maç anlatmak, deniz tarafına bakan kale demek. Ceza sahası yan çizgisi ile taç çizgisi arası demek. Orta yuvarlağın kendi yarı sahasına bakan dilimi demek. Topu şöyle bi düzeltmek demek. Radyoda maç anlatmak, mikrofonlarımız Adana’da demek.
GÖZÜ GÖZLE SINAMAKTelevizyonda maç anlatmak, seyircinin de aynı anda, aynı biçimde gördüğü şeyi sanki görmüyormuş gibi anlatmak demek. Gözü gözle sınamak. Ne zor iş. Nasıl gereksizmiş gibi görünen ama yokluğunu düşünemeyeceğimiz bi şey.
Televizyonda maç anlatmak, kaleyi düşünmek demek. Enfes bi şut ve aynı güzellikte bi kurtarış demek. Kayarak müdahalesi demek. Sekerse tehlike demek. Yazdan kalma bir hava demek. Kısa düştü demek. Ayak koydu demek. Televizyonda maç anlatmak, topu ve kaleciyi ayrı köşelere göndermek demek. Ara pası demek. Atak tazelemek demek. Tüm hatlarıyla yarı alana çekilmek demek. Kaleyi düşünmek demek. Televizyonda maç anlatmak,