2 Temmuz 2011
BUGÜN mayınlı bir alanda gezineceğim. Her an bu mayınlardan birine basıp, berhava olabilirim.
Ama bu riski göze almazsam, bir süredir kendi kendime uyguladığım bir sansüre tamamen teslim olmuş olacağım. Bu teslimiyet de canımı fazlasıyla sıkıyor. Kendime duyduğum saygıyı azaltıyor. Meramımı anlatabilirim ümidindeyim.
Tüm canlılar üç temel ihtiyacı gidermek güdüsüyle hareket eder. Bunlar sırasıyla, beslenme, korunma ve soyunu sürdürmektir. Esasında bir “memeli hayvan” olan insan da bu güdülerin esiridir. Ancak insan; beden, ben ve vicdandan kurulu üç katmanlı bir yapıya sahip, şerefli yaratıktır. İnsan, temel güdülerinin etkisinde kaldığı nispette hayvandır. İnsanı, hayvanlıktan çıkaran şey, onun toplumsal bir yaşam tarzını tercih etmesidir. Bu da insana kendine ve başkalarına saygılı olma sorumluluğu yükler. Toplu yaşamak, hayvanlarda da rastlanan ekonomik örgütlenme biçimidir. Çünkü yaşayarak öğrenilmiştir ki; toplu halde yaşayan hayvanlar, tek başlarına yaşamaya göre hem daha iyi beslenirler, hem kendilerini daha iyi korurlar hem de daha sağlıklı bir şekilde soylarını sürdürürler. İnsan, bir adım daha gitmiş ve toplu yaşamayı, toplumsal yaşama dönüştürmüştür. Bu sayede âlemin kralı olmuştur.
* * *
Toplumsal yaşamın olmazsa olmaz şartı “âdâb-ı muâşeret”tir. Âdâp, edebin çoğuludur. Edep; iyi, güzel, zarif, başkalarını kötü davranışa kışkırtmayan söz ve davranış demektir. Edebe uygun davranmayanlara edepsiz denir. Muaşeret ise bir arada, cemiyet olarak yaşamaktır. Küreselleşme, toplumsal yaşamın ileri bir aşamadır. Toplumsal yaşamın nimetlerinin azamiye çıkması külfetlerinin en aza inmesi için, bireylerin “âdâb-ı muâşeret”e yani “ahlâk ve görgü kuralları”na uyması gerekir. Aksi takdirde “birlikte yaşamak” beraberinde pek çok kötülük ve belâ getirebilir. O zaman ekonominin verimliliği azalır, halkın refah düzeyi düşer.
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2011
BİLİM, değişmezler hakkındadır. Değişen şeyler hakkındaki bilgilere “malumat” denir. İngilizce’de “knowledge” kelimesi, değişmez bilgileri; “information” ise değişenleri kapsar. Ne var ki; neyin bilimsel bilgi, neyin sadece malumat olduğunu ayırmak o kadar kolay değildir. Malumat, deneylerin imbiğinden geçtikçe bilimsel bilgi haline gelir. Ham malumatı süzen ve onu saflaştırarak ilim haline getiren deneylerin dayandığı temel “aynı şartlar altında” veya “diğer şeyler sabit kalmak şartıyla” koşuludur. Bu işin zorluğu, gözlemlenen “sebep-sonuç” ilişkisinin hangi şartlar altında geçerli olduğunu kavrayamamaktan doğar. Soyut açıklama bitti. Geçmiş olsun. Şimdi yukarıda söylenenleri somut örneklerle açıklayım.
FAİZLER ARTINCA MİLLİ GELİR BÜYÜMESİ YAVAŞLAR
Anneniz iktisat öğrenirken hocaları ona bunu söylemişti. Çünkü o zamanlar bir ülkede tek bir para birimi geçerdi. Nakit servetlerin yurt dışına çıkarılması yasaktı. Hatta kambiyo işlemleri Merkez Bankalarının denetimi altındaydı. Bir ülkeye dişe dokunur miktarlarda sıcak para girip çıkamazdı. Ancak bugün o kısıtlar yok. Dolayıyla Merkez Bankası’nın “faizleri arttırarak” ekonomik büyümeyi yavaşlatması, günün moda tabiriyle ekonomiyi soğutması mümkün değil. Hatta ulusal paranın faizini arttırmak tam tersi sonuç doğurabiliyor.
KAMU BORCU DÜŞÜKSE FİNANSAL İSTİKRAR VARDIR
Anneniz iktisat okurken hocaları ona bunu söylemişti. Çünkü o zamanalar “devletten-devlete” borç verilirdi. Devletin iç ve özellikle dış borçların büyük olması kriz kapıyı çalıyor demekti. Şimdi ise devletten devlete veya IMF’den devlete borç verme uygulaması kalktı. 2009 krizinden önce IMF işsiz kaldı, kimseye borç veremez hale geldi. Faiz gelirleri düştü. Yakında maaş ödemekte zorlanack deniyordu. Allahtan kriz IMF’in imdadına yetişti de biraz işleri açıldı. Ama işin esası değişmiştir. Artık “özel sektörden-özel sektöre” dış borç veriliyor. Bir ülkenin mali istikrarsızlığın esas göstergesi, bankacılık kesimi dahil özel sektörün dış borçları oldu. Dış borcu yaratan olay da “cari açık”tır. O sebeple “fiyat istikrarı, mali istikrardan geçer” dendiyor. Bunun için cari açığı düşürme paketleri yürülüğe konuyor.
GELİŞMİŞ ÜLKELERİN YAVAŞLAMASI DÜNYAYI DURDURUR
Anneniz iktisat okurken hocaları ona böyle demişti. Ama artık dünya ekonomisini “gelişmekte olan ülkeler” çekiyor. Onların da ham madde fiyatları altında ezilmemeleri için, zengin yani gelişmiş ülkelerin yavaş büyümesi tam bir nimettir. Zenginler niye daha hızlı zenginleşemiyor diye üzülmeyin; sevinin.
Son Söz: Annenizin iktisadı hala doğru olabilir; onun zamanı için.
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2011
TARZAN zor durumdadır. Yunanistan, bir ödeme sistemi krizi içindedir. Devlet, borçlarını zamanında ödeyememekte, fahiş faizi kabul ederek günü geçirmektedir. Ülkeler kayık gibi batmaz. Ama genel kabul gören tanımlara göre Yunanistan batmıştır. Aynen 2001 yılındaki Türkiye veya Arjantin’in battığı gibi. Ama Yunanistan’ın durumu daha önce benzer krizlere giren ve kısa bir sürede krizden çıkan Malezya, Rusya, Türkiye veya Arjantin gibi ülkelerden çok farklıdır. Fark, Yunanistan’ın devalüasyon yapması gerektiği halde devalüasyon yapamamasıdır. Daha doğrusu, serbest piyasada değer kaybetmesine göz yumabileceği bir ulusal para birimi olmamasıdır. Üstelik Hazine’sine avans verip ödeme sistemini işletecek bir Merkez Bankası da yoktur. Bu yüzden nefes alamaz hale gelmiştir. Çünkü Yunanistan Euro bölgesindedir. Euro’yu da Avrupa Merkez Bankası basmaktadır. Yunanistan’ın para birimi, eğer Drahmi olmaya devam etseydi, Drahmi’nin değerinin düşmesine izin vererek, kamu borcunu negatif faizle döndürebileceği için kamu borçlarını reel olarak küçültebilecek, cari açığını kapatabilecek rekabetçi kura kavuşabilecekti. Buna karşılık Yunan halkı, hem servet hem de gelir kaybına uğrayacaktı. Kurtulmanın bedeliydi bu.
Avrupa Birliği, Yunanistan halkına şunu söylemektedir: AB’ye üye olduğunuzdan ve Euro Bölgesine kabul edildiğinizden bu yana, el atıyla gezmeye çıktınız. İmkânlarınız üstünde yaşadınız. Bu yüzden krize girdiniz. Üstelik bize resmen yalanlar söylediniz. Eğer sizi AB’ye almamış olsak paranız Drahmi olmaya devam edecekti. Böyle bir savurganlık krizinden de ancak servet ve gelir kaybına razı olarak çıkabilecektiniz. Şimdi siz paşa, paşa bu bedeli ödemeyi gönüllü olarak kabullenin, biz de sizi “Euro bölgesinden” çıkmaya mecbur kalmadan krizden kurtaralım. Akıllı olun, Drahmi’ye geri dönüp devalüasyon yapmadan size çok daha iyi bir çözüm öneriyoruz. Bu bizim için de ehvenişerdir.
Yunan hükümeti AB’nin bu teklifini kabul etmiş duruyor. Ama Yunan halkı, “kemer sıkmayı” kabul etmiyor ve “istemezük!” diye nümayiş yapıyor. Soralım: Bu nümayişler kime karşıdır? Başbakana mı, Avrupa’ya mı? Yoksa nümayiş yapanlar, kendi vatandaşlarına mı karşı tavır koymaktalar? Bazı Yunanlılar, Avrupa’nın paralarını ben yemedim, hangi Yunanlı yediyse, kemeri de onlar sıksın mı demektedir. Nümayişçiler bilinçli veya bilinçsiz “Ey Papandreou, benim gelirime ve servetime dokunma; git zenginleri sıkıştır. İşçiyi memuru ve esnafı ezme; gerekiyorsa servet vergisi koy mu diyor?”
Benim anladığım Yunan halkı, başbakanlarına değil, Avrupa’ya kafa tutmaktadır. Euro sistemini çökertme tehdidiyle “şantaj” yapmaktadır. AB’ye “siz vermeseydiniz, biz de bu kadar borca batık hale gelmezdik” demekteler. AB yardımlarıyla bizi baştan çıkardınız. Ortaya çıkan bu kriz adlı tosuncuğun babası olduğunuzu kabul edin ve paraları verin diyorlar. Bunu da elde edeceklerine kani oldukları için direniyorlar.
Son Söz: Pabuç ucuzsa, kimse yalınayak dolaşmaz.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2011
İNSANLAR kalubeladan beri korku içinde kıyameti bekleyerek ömürlerini tüketmiştir. Öbür değil, bu dünyada âdil bir düzen kurmak amacıyla inşa edilen “din sistemleri” hem bireysel hem de toplu ölüm yani kıyamet esas alınarak tasarımlanmıştır. Ölüm, insanları dinsel kurallarına uymaya ikna için en sık kullanılan ibrettir. Mademki ölüm kaçınılmadır diye başlayan vaazlar, öyleyse şunları yap, şunları da yapma diye biter.
* * *
Yeni peygamberlerin gelişi aksadığı için, meydan kâhinlere kalmıştır. Günümüzün kâhinleri, daha ziyade “iktisatçı” kılığında ortalarda boy gösteriyor. Bunlar, sözlerinin ciddiye alınması için vaaza, kıyamet yani kriz geliyor diye başlarlar. Kehanetlerini desteklemek için de “kıyamet alametleri” gösterirler. Son günlerde tedavüle konan kıyamet alameti, Amerikan Devleti’nin, memurlarına maaş veremeyecek hale düşmesiymiş. Çünkü ABD, bütçe açığını kapamak için yaptığı borçlanmada yasal sınıra dayanmışmış. Para bulamayan ABD devleti, sadece memurlarına maaş verememekle kalmayacaktır tabii. Bu durumda nasipsiz ülkeleri bombalayarak onlara demokrasi öğreten Amerikan Ordusu da “harç bitti, yapı paydos” demek zorunda kalacak herhalde. Bu sonuca, İkinci Saddam haline düşen “Kıdemli” Albay Kaddafi’nin üzüleceğini sanmam.
* * *
Bir devlet, sadece kendi vatandaşına vergi salabilir. Salınan vergiler, harcamalar, gelirler veya varlıklar üzerinden olabilir. Vergi yetmezse devlet borçlanır. Ortada bir borç varsa, bunun bir de alacaklısı vardır. Cari açığı olmamak kaydıyla, kamu borçlarının alacaklısı da, borçlusu da o ülkenin halkıdır. Ancak ABD için “cari açığı olmayan” şartı da pek geçerli değildir. Çünkü ABD yalnız kendi parasıyla borçlanmaktadır. Kamunun borcunun, alacaklısı da borçlusu da o ülkenin halkıdır dedik. Ama birey olarak bazılarının alacağı, borcundan çok fazladır. Kamu borcunun büyüklüğü bir “servet dağılımı” sorunudur. Kamu borcuna ödenen reel faizin büyüklüğü de “gelir dağılımı” sorunudur. Ama bizatihi kamu borcunun büyüklüğü mutlak bir sorun değildir. Kamu borcunun milli gelire oranının yasal bir sınırı olabilir. Ama bu, “çapın çevreye oranı” gibi doğal bir sabite değildir.
* * *
IMF’nin yayınladığı “Finance ve Development” dergisinin son sayısında, 1880’den 2010 yılına kadar, gelişmiş ülkelerin kamu borçlarının milli gelire oranın bir çizelgesi var. Bu oranın 130 yıllık ortalaması yüzde 70 dolayında. Oran, en yüksek yüzde 150 olmuş. O da 1946’da yılında. Hatırlayalım, II. Dünya Harbi’nin bitiminden sonraki senedir bu. Büyük
Buhran döneminde ise düşme var. ABD Merkez Bankası, bu yüzden kolay atlatılabilecek bir kriz buhrana dönüşmüş diyor. Onun için bugünlerde tekrar bir yükselme yaşanıyor. Şimdiki artışın gerekçesi “krizden çıkış” için alınması gerekli önlemlerdir. Kamu borcunun artışı bizatihi bir hastalık değildir. Çoğunlukla, daha önce oluşmuş bir hastalığın tedavisine işaret eder. Tedavinin doğru uygulandığından emin olmak şartıyla, kamu borcundan ürkmek ameliyattan korkmak gibi bir şeydir. Kamunun iç borcu artar da, azalır da.
Son Söz: Kamunun iç borcunu bırak, ülkenin dış borcuna bak.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2011
AKP yüzde elli gibi ezici çoğunlukla seçimi kazandığına göre bu yazıyı üçüncü kez yazmamım bir sakıncası yoktur.
AKP’nin 2002’nin Kasım ayında başlayan ve 2010’un Aralık ayında biten ilk 8 yıllık iktidar döneminde kişi başına milli gelir %33 artmıştır. Hangi para birimiyle hesap edilirse edilsin artışın yüzdesi değişmez. Çünkü büyüme, yani milli gelir artışı “yüzde” ile ölçülür. Mesela 2010’da Türkiye’de milli gelir %8,9 artmıştır. Bunu dolarla veya TL ile veya Euro ile ifade edince farklı bir yüzde ortaya çıkıyorsa, yapılan hesabın düzeltilip sonucun aynı yüzdeye, yani %8,9’a getirilmesi gerekir. Bu kabil düzeltmelere, eğer hesap cari fiyatlarla yapılıyorsa, sabit fiyata indirgeme denir. Eğer büyüme hesabı Dolar veya Euro ile yapılıyorsa, kur düzeltmesi yapılır. 2010 için bir tane gerçek büyüme rakamı vardır. O da TÜİK revize edinceye kadar % 8,9’dur. Bu hesap ilkesi tüm ülkeler için geçerlidir. Almanya’nın milli geliri, Euro/Dolar paritesi değişti diye ne artar ne azalır. Milli gelir yaratılması “fizik” bir olaydır. Büyüme de bu fizik olayın nispi değişimidir. Hesap, o ülkenin parasıyla ve cari fiyatlarla yapılır ve sabit fiyata dönüştürülür. Bir ülkenin milli gelirini, ister toplam ister kişi başına olsun, dolarla ifade etmek sadece bir “tercüme”dir. Ölçüm değildir. Tercüme sonucu farklı bir yüzde çıkıyorsa, bu tercüme hatasıdır. Ölçüm değişemez.
* * *
Devletin kendi ürettiği resmi rakamlara göre AKP’nin ilk 8 yılında, toplam milli gelir % 45,7 artmıştır. Bu arada Türkiye’nin nüfusu da %10 çoğalmıştır. Yani % 45,7 artan milli gelir, %10 daha fazla sayıda insan tarafından bölüşülmektedir. Kişi başına düşen milli gelir artış hesabı da 1,457 sayısını 1,10 bölerek yapılır. Çıkan sayı 1,325 dir. Yani 2002 yılındaki kişi başına milli gelire 100 ise, 2010 de bu endeks 132,5 olmuştur. Yuvarlak hesap kişi başına milli gelir 8 yılda % 33 artmıştır. Nokta
* * *
Bu hesap bu kadar açık ve net iken sadece AKP propagandacıları değil, zihin tembelleri de tarihi rakamlara bakarak, kişi başına milli gelir 2002 yılında 3511 dolardı, 2010 yılında 10092 dolar oldu; öyleyse % 200 arttı diye makale yazmaktalar. Hatta % 300 arttı diyorlar. Dolar, platinden yapılmış, uzunluğu değişmeyen bir ölçü birimi değildir. Tam aksine dolar bir lastik metre haline gelmiştir. Tekrar edeyim: Milli gelir gibi sonuç olarak fizik bir olayın büyüklüğü, sabit TL ile %33 artarken, dolarla %200 artmış olamaz. Sayılar sadece dolarla ifade edilse, kur düzeltmesi yapmasını bilmiyorlar deyip geçeceğim. Bir de sıkılmadan asla değişmeyecek olan, kişi başına milli gelirin oransal artışını %33’ten, %200’e çıkartıyorlar.
* * *
Bilerek yapılan yanlışa yalan denir diye yazdım. Fayda etmedi. Aynı yanlış devam etti. Bir kez daha anlatayım dedim.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2011
EĞER seçimler, bir yarışma ise ki öyledir, yarışı kazanan AKP önderi Recep Tayip Erdoğan’ı kutlamak şarttır. Kendisini, sadece yürüttüğü netice alıcı kampanyadan dolayı değil, esas olarak halkın güvenini kazanan icraatından da dolayı tebrik ediyorum. Yeni dönemin ülkemize hayırlı olmasını diliyorum.
* * *
Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu, genel seçimlerin dürüst yapılmasıdır. Geçen hafta sonu yapılan seçimler bu bakımdan kusursuzdur denebilir. Ancak bir seçimi kazasız belasız yapmış olmakla övünmek, Türkiye için geride kalmış olması gereken bir husustur. Unutulmasın, bu ülkede darbe yaparak yönetime el koyan askerlerin ilk işi, yönetimi sivillere iade etmeyi planlamak olmuştur. Müdahaleler ne kadar “anti demokratik” olmuşsa, askerlerin kendi iktidarlarına kendi elleriyle son vermeleri de o kadar “demokratik” olmuştur. Türkiye’de demokrasinin kökleşmesinde askerlerin bu tutumunun da önemli bir katkısı olduğu teslim edilmelidir.
* * *
Erdoğan’ın tarihi bir rekora imza atarak, üçüncü defa seçim kazanması şöyle açıklanabilir. Pazarlama biliminin deyimiyle ifade etmek gerekirse AKP iç ve dış piyasada doğru konumlandırılmış bir üründür.
1. AKP, yurt içinde, toplumun ezici çoğunluğunun siyasi tercihi olan “milliyetçi-muhafazakâr” dip akıntısı üzerine oturmuştur. Partilerinin rotasını, aynı dip akıntısı üzerine oturtan Adnan Menderes, Süleyman Demirel ve Turgut Özal da kendi dönemlerinde fazlaca zorlanmadan siyasette kısa zamanda çok yol alabilmiş ve yıldız politikacı olabilmişlerdir. Türkiye’nin gerçeği budur.
2. Yurt dışında ise AKP kendini, “ılımlı ve uyumlu İslamcı”, liberal, AB taraflısı, Kıbrıs’ta Rumlara ve yurt içinde Kürtlere taviz verecek tek parti olarak takdim etmiştir. Bu da AKP gemisine, Batı’dan esen kuvvetli demokrasi rüzgârını arkadan alıp yelkenlerini şişirme imkânı sağlamıştır. Hiçbir zaman yurt içinde doğru dip akıntısı üzerine oturmayan CHP bile, 1970’lerde Batı’dan esen “sosyalist” rüzgârlar sayesinde birinci parti olmuştu. Çünkü Bülent Ecevit piyasaları doğru okumuş ve CHP’yi “Ortanın Solu” olarak konumlandırmıştı.
* * *
Erdoğan’ın AKP’yi, üçüncü dönem iktidara bu kadar güçlü taşımasının geri planında, dünyadaki ekonomik konjonktür vardır. ABD’den kaynaklanan bol ve ucuz dolarlar ile Çin’den gelen ucuz sanayi malları sayesinde fiziki kalkınmada dünyada birçok ülkede adeta mucizeler yaratılmıştır. Başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere Türkiye gibi orta gelişmişlik düzeyindeki ülkeler hem büyümüş, hem enflasyonlarını düşürmüştür. Üstelik günün sonunda devalüasyon krizi denilen tuzağa düşmemiştir.
* * *
Ancak bu mutlu tablonun sürmesi garanti değildir. Devalüasyona otomatik çözüm yoktur. Bu tehlikeden kaçınmak için öncelikle cari açık küçülmelidir.
Son Söz: Ekonomik başarı, siyasi başarıyı belirler.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2011
“OYUN Kuramı” (Game Theory) davranış bilimlerinin önemli bir buluşudur. Davranış bilimleri, insanların nasıl karar aldıklarını inceler. Öncelikle şu iyice anlaşılmalıdır. Alınan her karar, geleceğe aittir. Geçmişle ilgili karar alınamaz. Alınsa da faydasızdır. Çünkü geçmiş, geçmiştir; değiştirilemez. Halbuki gelecek inşa edilebilir. Ancak gelecekte ne olacağı belli değildir. Dolayısıyla her karar belli bir “belirlisizlik” ortamında alınır. Karar alıcılar belirsizliği ortadan kaldırmak için tahminlerde bulunur. Bu kestirimlerinde, ihtiyatı elden bırakmamak için, genellikle diğer tarafın kendileri için “kötü şeyler yapacağını” varsayarlar.
1. Kararlarını, ne yapmaları gerektiğine göre değil, başkalarının yapacaklarına mukabele etme fikri üzerine inşa ederler.
2. Aldıkları kararla, kendi fayda tüketimlerini çoğaltmayı, karşı tarafın fayda tüketimini ise azaltmayı hedeflerler.
3. Çünkü ortada bölüşecek sabit bir fayda paketi olduğunu düşünürler. Dolayısıyla bir tarafın kazancının artması, ancak diğer tarafın kaybının çoğalması pahasına olabilir derler. Yani kayıp, kazanç toplamının her zaman sıfır ettiğine inanırlar.
4. Bu yüzden, belli bir ihtilafın çözümünden kazançlı çıkmak için, karşı tarafla işbirliğine girmenin mantıken saçma olduğunu düşünürler.
Bilim adamları, bu çerçeve içinde düşünen bireylerin, firmaların, kurumların veya sosyal kümelerin (mesela aşiretlerin, kabilelerin, kavimlerin, milletlerin veya devletlerin) aldıkları kararların “mantıken doğru” ama “gerçekte yanlış” olabildiğini gözlemlemiştir. (Burada “doğru” nihai maksada hizmet eden, “yanlış” nihai maksada hizmet etmeyen demektir.) Neticede bu tersliğin sırrını çözüp, süreci modellemişler ve adını da “Oyun Teorisi” koymuşlar. Bu teoriden, dilimize giren “kazan-kazan” diye bir deyim var. İnceleyelim.
Herhangi bir ihtilaf, mesela Kürt meselesi halledilmeye çalışılırken öyle bir çözüm bulunsun ki; bundan sadece bir taraf değil, iki taraf da kazançlı çıksın deniyor. Bunu duyan taraflar derhal çözümün “kazan-kazan” olmasında hemfikir oluyor. Ama bir türlü, ne öyle bir çözüm bulunabiliyor, ne de bulunsa bile hayata geçirebiliyor. Çünkü ne söyleyenler ne de ihtilafa taraf olanlar “kazan-kazan”a giden trenin “kaybet-kaybet” istasyonundan kalktığını bilmiyor. Bilse de söylemiyor. Taraflar da mademki, çözüm “kazan-kazan” olacak niçin ben bir şey kaybedeyim diye düşünüyorlar.
İşbirliğine engel olan ve “kazan-kazan” çözümün geliştirilmesine imkân tanımayan varsayım, kayıp kazanç toplamının sıfır olduğunu düşünmektir. Hâlbuki hayatın kendisi “toplamı sıfır olan” bir oyun değildir. Çözüm bulunduğunda kazançlar, daha da önemlisi çözüm bulunamazsa kayıplar zannedildiğinden çok yüksek olabilir. Kaybedecek hiçbir şeyi olmadığına inanıp, ABD ve AB nasıl olsa bu ihtilafı benim lehime çözer diye düşünülürse sonuç herkes için çok acı olabilir. “Kazan-kazan” çözümünü geliştirmenin ön şartı hayali kazançlardan “taviz vermeye” hazır olmaktan geçer.
Son Söz: Az kayba razı olmayan, çok kaybı göze almış demektir.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2011
BAŞTA evlere servis yapanlar ve moto-kuryeler olmak üzere motosiklet binen yurttaşlarım. Sizlerle yollarda ve kaldırımlarda sık, sık karşılaşıyorum. Her seferinde yüreğim ağzıma geliyor. Çünkü hiçbir trafik kuralına uymuyorsunuz. Her an her şey yapabiliyorsunuz. Ne şerit çizgileri, ne tek yön işaretleri, ne de trafik ışıkları size hiçbir şey ifade etmiyor. Minibüs sürücüleri, kural ihlâlinde elinize su dökemez. Polisler de herhalde, “O bir motosikletlidir, Ne yapsa yeridir” diye düşünüyor ve sesini çıkarmıyor. Yollardaki karşılaşmalarımda size bir zarar vermekten ödüm kopuyor. Çünkü ben kocaman bir otomobil sürüyorum. Maazallah bir çarpışsak, aracımın içinde emniyet kemerim de bağlı olduğu için muhtemelen bedenen pek bir hasar görmeyeceğim. Pek tabii aracımda bir hayli çamurluk işi çıkacak; o başka. Ama siz motosikletinizle öyle bir savrulacaksınız ki, ne sizde ne de motosikletinizde hayır kalmayabilecek. Allah saklasın o kazada hayatınızı kaybedebilirsiniz. Ölmeseniz bile ciddi bedeni hasar görebilir ve ömür boyu sakat kalabilirsiniz.
Yazık değil mi size?
* * *
Kazadan sonra nasıl hareket edeceğim? Doğal olarak öncelikle sizin sağlığınızı güvenceye almak için elimden geleni yapacağım. Bir yandan polis diğer yandan ambulans çağıracağım. Belki de sizi aracıma alıp, en yakın hastaneye götüreceğim. Acilin kapısında görevli polis, kazaya karışmış bir sürücü olarak benim ifademi alacak. Bende bedeni bir hasar görmediği ve siz ise kan revan içinde bulunduğunuz için polis bana kötü, kötü bakacak.
Yazık değil mi bana?
* * *
Moralim iyice bozulacak. Sizin hayati tehlikeyi atlattığınız anlaşılıncaya kadar oradan ayrılamayacağım. Tek, siz tamamen iyileşesiniz diye hastane masraflarını ödeyeceğimi beyan edeceğim. Muhtemelen de vezneye bir miktar peşin bir para yatıracağım. Bu arada yakınlarıma telefon edip, bir kazaya karıştığımı, şimdi hastanede bulunduğumu söyleyeceğim. Onlar da telaşa kapılacak ve hastaneye gelmeye kalkacaklar. Onları durdurmak için tutarsız laflar edecek saçma sapan konuşacağım. Belki de onlarla kavga edeceğim. Hastane faslı bittikten sonra eve gelecek ve perişan yatağa uzanacağım. Ama gözüme uyku girmeyecek. Günlerce çarpışma anını zihnimde canlandırıp, bu kazaya nasıl engel olabilirdim diye düşünecek, “deli ile deli olunmaz” deyip kendimi suçlayacağım.
Yazık değil mi bana?
* * *
Kaldırım üstü karşılaşmamız ise tam bir kâbus. Ben nasıl olsa üstünde yürüdüğüm yer “yaya kaldırımıdır” diye serazat hareket ederken, siz ve sizi uyarmak ve kusurlu davranıştan caydırmakla görevliler, “motosikletler trafik kanununa tabi değildir” ve “yaya kaldırımları motosiklet yoludur” diye bellediği için bir gün mutlaka çarpışacağız. Çünkü bir anda ortada bitiyorsunuz. Arkamdan, sağımdan solumdan hatta bacak aramdan geçmeye çalışıyorsunuz. O gün beni mutlaka yere yıkacaksınız. Ben, iyi ihtimalle el ve bel kırığı ile hastaneye kaldırılacağım. Kötü ihtimalle kafayı taşa vuracak ve beyin kanaması geçireceğim.
Yazık değil mi bana?
Son Söz: Motosiklet, motorlu taşıt aracıdır.
Yazının Devamını Oku