Gemiye Marsilya yakınlarında bir liman kasabasından bindik. Gezi, Fransa’nın ikinci büyük kenti olan Lyon’dan 120 km uzaktaki Şalon kasabasında sona erdi. Daha önce benzeri bir geziyi Almanya’da Ren nehri üzerinde yapmıştık. O gezi İsviçre’nin Basel şehrinde başlamış, Hollanda’nın Amsterdam şehrinde sona ermişti. Nehir gezileri sırasında gemi, ya nehrin kaynağına doğru, yani yokuş çıkarak, ya da denize döküldüğü yere doğru yani yokuş aşağı gidiyor. Ancak nehir gemisi hep “düz” seyrediyor. Çünkü iniş ve çıkışlar İngilizce’de “Lock” tabir edilen akarsu kapanlarıyla sağlanıyor. Nehirleri bir nevi “deniz otoyolu” haline getiren bu su kapanları aslında, “biri yukarıda, diğeri aşağıda iki kapaklı havuz”lardan başka bir şey değil. Nehir gemisi yukarıdan aşağı gidiyorsa, havuza yüksek seviyeden giriyor. Alt taraftaki kapak açılınca su seviyesi düşüyor, gemi de asansörle iner gibi düşük kota alçalıyor. Nehrin membaına doğru giderken de tersi işlem yapılıyor. Lock’lar düzensiz suları düzene koyan insan zekâsının müthiş bir buluşudur.
TARIMI GELİŞMEYEN SANAYİLEŞEMİYOR
Gezi sırasında, gemi az gidiyor, çok duruyor. Durduğu yer de pek tabii bir yerleşim merkezi oluyor. Orada karaya çıkılıyor. Yolcular önce yaya olarak kasabayı geziyor, sonra otobüslerle dağ bayır dolaştırılıyor. Fransa kırlarının bize bir resmini yap derseniz, size şunları anlatırım. Her yanınız, göz görebildiğince üzüm bağları, meyve ve sebze bahçeleri, ayçiçeği ve mısır tarlaları ile çevrili bereketli topraklar. Sonra otlaklar geliyor ekrana. Bir yanda buğday harmanından sonra kuruması için araziye bırakılmış silindirik saman balyaları diğer yanda taze yeşil ot yemekten yorulmuş çimenlerde geviş getirip şekerleme yapan inekler. Eğer, tarımda kendi kendine yeterli bir numaralı ülke hangisidir diye sorarsanız bugün Fransa’dır derim. Ama aynı izlenimi, Almanya’da, İsviçre’de, Hollanda’da, Amerika’da, Çin’de de edinmiştim. Kendime çıkardığım ilk ders şu oldu. Ülkeleri, tarım ülkesi veya sanayi ülkesi diye sınıflandırmak kesinlikle yanlıştır. Sanayide ileri gitmiş her ülke muhakkak ve öncelikle tarımda da ileri gitmiştir. Modern tarım da zaten bir sanayidir.
HIRİSTİYANLIK VE LAİKLİK
Avrupa’da herhangi bir kentte dolaşırken, acaba burada görmeğe değer ne var diye sorsanız size mutlaka bir Kilise veya irisi bir Katedral gösterirler. Sonunda katedral gezmekten gına getirirsiniz. Ancak bu kilise turları bana Avrupa’da Hıristiyanlığın yani dinin ne olduğunu öğretti. “İran İslam İnkılâbının” rehberi İmam Humeyni, kendisini “siz bir din adamısınız, niçin siyasete karışıyorsunuz?” diye eleştirenlere “çünkü din siyasettir” demişti. Gerek Ren nehri turunda, gerek bu son Fransa gezisinde “Hıristiyan (Katolik) din adamlarının” rütbelerine göre hükümdar, vali veya kaymakam (ve hatta yargıç) görevi yaptıklarını öğrendim. Osmanlı’da da “kadılık” denilen kurumun aynısı olmasa bile, benzeri bir yapılanma olduğunu biliyordum. Şimdi anladım ki; 1789 Fransız Devrimi denilen hareket “din adamlarını, kiliseye hapsetme” amacıyla yapılmıştır. Yani Fransız lâikliğinin doğru tanımı “dinle, devlet işleri birbirinden ayırmak” değil “devleti ele geçirmiş dini, bu görevden uzaklaştırmaktır”.
Son Söz: Gezdim, gördüm, öğrendim.
Buna ilaveten Türk Lirası da döviz karşısında değerlenecektir. Dolayısıyla döviz cinsinden ifade edilince kişi başına milli gelir artışı, sabit TL ile ölçülen reel artıştan daha fazla olacaktır. 1960’lı yıllarda iki büyük iktisatçı, Bela Balasa ve Paul Samuelson, dünya ekonomisi ticaretin serbestleşmesiyle “bütünleştikçe” fakir ülkelerin para birimlerinin, zengin ülke para birimlerine karşı değer kazanacağını öngörmüştü. Biz bunu Türkiye’de geçmiş 30-40 yıl içinde “aynen” yaşadık. Özellikle son 9 yılda, yurda giren 300 milyar dolar yabancı para sayesinde (veya yüzünden) Balasa-Samuelson etkisiyle açıklanamayacak kadar Türk Lirası değerlendi. Lakin sıcak para denilen bu “cazip-lanet” dolayısıyla, ulusal tasarruf oranımız, yüzde 20’lerden yüzde 10’lara geriledi. Milli gelirin yüzde 10’una tırmanan “cari işlemler açığı” ile 2011’de dünya şampiyonu olduk. Bunlar ileride yol kazasına sebep olacak gelişmelerdir. Ama girişte ortaya koyduğum milli gelir artışı öngörüm 10-20 yıllık bir vadede yine de geçerlidir.
TÜRKİYENİN BÜYÜMESİ EĞİTİMLE HIZLANDI
Diğer sebeplerin yanında, nüfus artış hızı düşen ülkelerde kişi başına gelir üç sebeple çoğaldı. Türkiye’de de nüfus artış hızı yüzde 3’lerden, yüzde 1’lere geriledi. Bu sayede, 1) Çalışma yaşındaki nüfusun, toplam nüfus içindeki oranı arttı. 2) Kadınlar, daha az çocuk yaptıkları için, daha fazla oranda işgücüne katıldı. Özellikle meslek sahibi iyi öğrenim görmüş kadınlar zamanlarını “evde çocuk bakmak” yerine, işte “para kazanma” ile geçirir oldu. 3) Az çocuk sahibi aileler, çocuklarına daha iyi eğitim verebildi. Genç insan kalitesi yükseldi. Bundan bir süre önce “milli servet” üzerine iki yazı kaleme almıştım. Burada milli geliri yaratan milli servetin, üçte ikisinin “beşeri sermaye” olduğunu anlatmıştım. Birleşmiş Milletler, beşeri sermayeyi, “işgücü sayısı çarpı ortalama öğrenim yılını” esas alarak hesaplıyordu. Demek ki, bir ülkenin giderek daha fazla eğitilmiş yani bilgi ve beceri düzeyi yükseltilmiş bir nüfusa sahip olması, o ülkenin “milli gelir artış” hızını arttırmaktadır. Ancak bunun da bir haddi vardır. Gelişmiş ülkelerde “eğitim doyma” noktasına ulaştığından milli gelir artış hızı düşük kalmaktadır.
TÜRKİYENİN BÜYÜMESİ JEO EKONOMİYLE İLE HIZLANDI
Türkiye’nin büyümesini hızlandıran ikinci sebep ülkemizin bulunduğu yerdir. Zaman, zaman kötü mahallede oturuyoruz diye şikâyet etsek de aslına çok değerli bir adreste ikamet etiğimiz bir gerçektir. Bir yanımız petrol denizi, diğer yanımız dünya ekonomisinin dörtte birine yakın bir gelire sahip olan Avrupa-Rusya pazarı var. Davit Hummels ve Georg Schaur adlı iki iktisatçı, bir ülkenin mallarını, rakip ülkeden bir gün daha önce teslim etme imkânına sahip olmasının, fiyatlamada yüzde 0.6 ila yüzde 2.3 kadar avantaj sağladığını hesaplamış. Demek ki Avrupa piyasalarına mal satmaya çalışan Pasifik (Çin ve saz arkadaşları) ülkelerinin, bize göre yüzde 10’luk bir maliyet dezavantajı var. (Teslim süresinin 7 gün uzun olacağı varsayımına göre)
LOJİSTİK VE ESNEK EMEK PİYASASI
Bu durumda Türkiye’nin Pasifik ülkelerine karşı rekabet stratejisi belli olmuştur. Türkiye “ulaştırmaya” daha fazla yatırım yapmalı ve birim ürün içindeki emek girdi maliyetini düşürmelidir. Bunun için de beşeri sermaye geliştirilmeli ve emek piyasası esnekleşmelidir.
Bugün AKP’nin bundan sonra izleyebileceği iktisat politikası üzerinde duracağım. Çünkü hayat bize, hiç bir şeyin sürekli “geldiği gibi gitmeyeceğini” söylüyor. Zaten iktisat da “dalgalanma” demektir. Kısaca, fayda yaratan her “sebep-sonuç” ilişkisi mutlaka bir tepe noktasına ulaşıp oradan geri gelir. Buna iktisatta “azalan verim kanunu deniyor”. Mesela insan, gıda almadan yaşayamaz. Ne kadar iyi beslenirse, o kadar sağlıklı olur. Ama aşırı beslenirse, sağlıksız oluyor. Demek ki, gıda bir kerteye kadar insana yarar sağlıyor, bir kerteden sonra zararlı olmaya başlıyor.
KAMU BORCUNUN MİLLİ GELİRE ORANININ AZALMASI
AKP’nin iktisadi başarı listesinin başında “kamu borcu” ile “bütçe açığı” miktarlarının milli gelire oranın düşmesi gelmektedir. Bu hesaplamalarda yapılan ölçme hatalarını yok varsayıyorum. AKP kurmayları bu sayede Avrupa kriz içinde debelenirken Türk ekonomisi sakin sularda seyreden bir gemi gibi yol almaktadır demekteler. Bu borç oranı düşmesi daha ne kadar sürebilir? Önce kamu borcunun milli gelire oranın düşürülmesi konusunu irdeleyelim. AKP’nin bu amaçla kullandığı yöntemlerin hepsi Turgut Özal tarafından hayatımıza sokulmuştur. Bunlardan biri de “Yap İşlet” veya “Yap-işlet-Devret” modelidir. Bu modelde bazı projeler yasa marifetiyle “tekel” konumuna getirilmektedir. Sonra bu tekel imtiyazı, bedelli veya bedelsiz özel sektöre devredilmektedir. Böylece, kamunun doğrudan yatırım mecburiyeti azalmakta, dolayısıyla borçlanma ihtiyacı da düşmektedir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir husus var. Mesela, Hava Limanları, Enerji Dağıtımı, İzmit Körfez Geçişi, Üçüncü Köprü veya Nükleer Santral gibi projeler yerli ve yabancı girişimcilere bırakılırken devlet “gelir tavizi” vermektedir. Yani hem bu projelerin müstakbel gelirlerinden vazgeçilmekte hem de bu firmalara “asgari gelir garantisi” verilmektedir. Çoğu kez döviz cinsinden verilen “asgari gelir ve/veya fiyat garantisi” aslında kamunun konsolide bilançosuna dâhil edilmesi gereken yükümlülüktür. Yani kamu borcudur. Karar işletmecilik yönünden doğru bile olsa, yapılan “borç düşürme” değil, bilanço güzelleştirmesidir.
YABANCI FİNANSMANCILAR BİR GÜN UYANACAKTIR
Ben, yabancı finansörlerin bu gerçeği fark ettiğini sanıyorum. Dolayısıyla özel sektörce üstlenilen dev projelerin dış finansmanını bulmada zorluklar yaşanmaktadır. O zaman kamu belki de kendisi doğrudan borçlanarak veya aynı anlama gelen “Hazine garantisi” vererek kamu borcunu arttırmak zorunda kalacaktır. Aksi takdirde yatırımlar aksayacaktır.
Sürdürülemez hale gelen cari döviz açığı azaldıkça iki şey olacaktır. Birincisi, dolaylı vergiler düşeceğinden, bütçe açıkları artacaktır. İkincisi “iç piyasa” büyümesi, milli gelir artış oranının altında olacaktır. Bu da halkın dokuz yıldır tadını çıkardığı “milli gelirden fazla harcama” alışkanlıklarından vazgeçmesini
Fizik sermaye, insan yapması yol, baraj, fabrika, hava ve deniz limanları, ulaşım ve iletişim sistemleri, hastane, okul, konut ve işyeri binaları ve de katma değer yaratmaya yarayan her tür makine ve teçhizat demektir. Bir zamanlar solcu iktisatçıların dillerinden düşürmedikleri “finans kapital” tabiri yukarıda tanımı yapılan fizik sermayenin kendisini değil, kime ait olduğunu gösterir. Kalkınmak isteyen bir ülkenin yönetimini üstlenen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin fikir önderleri tüm dikkatlerini “sermaye birikimi” üzerine yoğunlaştırmıştır. Halkın refahını arttırmak için iktidara gelen “Milli Serveti” düşük ülke yöneticilerinin ilk iş olarak “yabancı sermaye” avına çıkmasının sebebi budur.
BOL OLAN ZENGİNLİKTEN KIT OLAN ZENGİNLİK YARATILMALIDIR
Geçenlerde yazdığım “Milletlerin Zenginliği” başlıklı üç yazıda, bunun üç bileşenden oluştuğunu anlatmıştım. Bu zenginliklerin sırasıyla, 1) Doğal, 2 ) Fizik ve 3) Beşeri sermaye oluğunu öğrenmiştik. Milli geliri artırma denilen süreç tabiri caizse “helva yapmak” gibidir. Bunun için, un, yağ ve şekere ihtiyaç vardır. Bu bileşenlerden sadece biriyle helva yapılamaz. Üçü belli oranda karıştırıp pişirilirse, helva meydana gelir. Bu noktada akılda tutulması gereken husus “kıt olan kaynağın” milli gelir artışının dar boğazını teşkil ettiğidir. Aynen bir zincirin maksimum taşıma gücünün, en zayıf halkasının taşıma gücünden fazla olamayacağı gibi ortada bir fiziksel kısıt mevcuttur. Böyle bir durumda, iktisadi kalkınma modeli oluşturanlar, eldeki en bol kaynağın bir kısmını, en kıt kaynağa dönüştürebilirlerse, milli gelirin büyüme hızının önündeki kısıt kalkar. Ülke daha hızlı kalkınmaya başlar.
DOĞAL SERVETİ, FİZİK SERVETE DÖNÜŞTÜRME
Türkiye gibi “sermaye birikimi düşük” ülkelerde kıt olan kaynak, adı üstünde sermayedir. Türkiye’de en bol kaynak ise devletin mülkiyetindeki “toprak” yani arazidir. AKP’nin iktisat kurmayları, “sermaye birikimi” sorununu çözmek için, yabancı sermaye çekme yanında içeride de Turgut Özal’ın “rantlarla sermaye birikimi yaratma” yöntemini benimsemiştir. Burada kullanılan özdeşlik “toprak eşittir servet”, “servet eşittir sermaye”dir. Bu iki cümleden çıkan mantıksal sonuç “toprak eşittir sermaye”dir. Ancak toprağı, sermaye dönüştürmek için bir mekanizma gereklidir. Bu mekanizma, kırsal arazileri kentsel arsaya dönüştürme ile arsaların imar yoğunluğunu artırmadır. Bu suretle “mekân rantları” oluşmaktadır. Yani “âtıl duran doğal servet” hem bina şeklinde fizik servete hem de kâr olarak “finans kapitale” dönüşmektedir. Yaratılan “finans kapital” pek tabii derhal “fizik kapital” inşasına tahsis edilmektedir. Böylece, Türk ekonomisinin büyümesi hızlanmaktadır.
POLİTİKANIN FİNANSMANI
“Rantlarla Sermaye Birikimi” sağlama yönteminin çok önemli ikinci işlevi politikanın yapmanın finansman sorununu çözmesidir. Bu bereketli yöntemi iyi kullananların öncüsü bir zamanların İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Bedrettin Dalan’dır. Bu yöntem kendisinden sonra gelenler tarafından kullanılmış ve günümüzde siyaset “belediyesiz olmaz” aşamasına gelmiştir.
Bu, geometrik ortalamayla yıllık % 5,2’lik bir büyüme hızına tekabül eder. Bu oran son 50 yılın ortalamasından biraz yüksektir. 2012 yılında büyüme % 4 dolayında gerçekleşse, 10 yıllık ortalama büyüme oranı % 5,1’e düşecektir. Birkaç yıl daha cari döviz açığını, sürdürülebilir düzeylere indirebilmek için, “düşük büyüme” politikası uygulanırda, Türkiye 50 yıllık büyüme çizgisine tekrar oturacaktır.
Büyüme açısından AKP’nin iktisadi icraatının sayısal sonucu budur. Ancak bu son 9 yılda Türkiye toplam olarak 300 milyar dolar “başka milletlerin tasarrufunu” ülkeye cezp edip yatırım ve tüketim harcamalarında kullanmıştır. Türkiye’nin 9 yıllık toplam milli geliri 6700 milyar dolardır. (Yılda ortalama 630 milyar dolar milli gelir çarpı 9 yıl eşittir 6700 milyar dolar) Bu hesaba göre 300 milyar dolarlık birikimli cari döviz açığı, Türkiye’ye yılda milli gelirinin ortalama % 4,5’i kadar cabadan harcama yapma imkânı sağlamıştır. Yani Türkiye’nin milli geliri yılda % 5,2, ama “mili harcama”sı yılda ortalama % 9,7 artmıştır. Bu muhteşem bir refah yükselişidir. Nitekim hepimiz çevremize bakınca bunun somut sonuçlarını görüyoruz. Yabancı ziyaretçiler de dokuz yıl önceki Türkiye’de gördükleri lüks bina ve lüks araba sayısı ile bugünü kıyasladıkların da “E, bravo vallahi!” demeden geçmiyorlar.
Görünen tabloda özellikle yabancıları şaşırtan bir husus var. Şöyle soruyorlar: Mademki Türkiye’deki refah artışının, yarıya yakını, borç kaynakla sağlanıyor, o zaman kamu borcunun milli gelire oranın da artmış olmamalı mı? Gerçek tam tersidir. Bu oran 2002’deki % 70’den günümüzde % 40’a düşmüş durumda. Şeytan bunun neresinde? Olayın iki açıklaması var. Birincisi 2002’deki oran 2001 krizin yarattığı bir hesap hatasıdır. Kısaca % 70 doğru değildir. Esasen Türkiye’nin kamu borcu çok uzun yıllar % 30’lar düzeyinin bile altında olmuştur. Bu yapısal bir meseledir. Türkiye’nin finans kesiminin büyüklüğünün (kabaca banka bilançoları toplamı) milli gelire oranı Avrupa’dan çok düşüktür. Çünkü Türkiye sınıfı ülkelerde milli servet yani sermaye birikimi düşüktür. İkincisi Türkiye’de uzun yıllar mevduata “eksi reel faiz” verilmiştir. Dolayısıyla reel bütçe açıkları teşekkül etmemiştir. Bütçe açıkları, halkın tasarrufu istismar edilerek kapanmıştır. En büyük eksi reel faiz ise, nominal faizlerin % 30’larda gezdiği 2000 yılında % 39 olan enflasyonun, 2001’de % 69’a fırlamasıyla oluşmuştur.
AKP’nin iktisatçıları kısmen bilinçli olarak kısmen sağduyu ile kamu açıklarını ve kamu borçlarını düşüren bir teori uygulamıştır. Bu amaçla hem yatırım harcamalarını özel sektöre bırakmış, hem de özelleştirme ile kamu varlıklarını paraya dönüştürüp borç geri ödemiştir. Böylece, kamu borcu düşmüş, özel kesim borcu artmıştır. Daha da önemlisi ulusal tasarruf oranı düşerken “iç borç azalmış - dış borç artmıştır”.
Üstelik cari açıkla patlayan ithalat ve ithal malların iç ticaretinden doğan dolaylı vergiler “kamu gelirlerini” arttırmıştır. Bu suretle dinamik denge sağlanmıştır. Ancak bu model, ekonomide “cari döviz açığı aşağı-bütçe açığı yukarı” açmazını yaratmıştır. Dönemsel iyileşme, yapısal bozulmaya sebep olmuştur.
Son Söz: Politika, tercih; tercih, ödünleşmedir.
Hal böyle iken “Suriye’nin geleceğine Suriye halkı karar verecek” diye yalan söyleyenleri çok ayıplıyorum. Suriye’in geleceğine, Saddam’ı, Kaddafi’yi deviren güçler karar verecektir. Bu yalın ve çıplak bir gerçektir. Esad’ın devrilmesi sadece Esad’ın iktidardan uzaklaşması değil, Suriye’de yeni bir siyasi yapının ortaya çıkması demektir. Bu tablonun ilk görüntüsü Kuzey Suriye’de PKK yandaşı bir özerk Kürt idaresi kurulmasıdır. Zaten hızla zıvanadan çıkma noktasına savrulan “Türkiye’nin Kürt” ve “Kürtlerin Türk” sorunu bu olayla birlikte ivme kazanmıştır. Şemdinli ve civarında yaşananlar bunu gösteriyor. Kendi kendimizi aldatmayalım.
BÖLÜNME, OLMASINA OLACAK DA; KANLI MI, YOKSA KANSIZ MI
Son günlerde, “Kürtçü” Türk gazetecilerin söylediği şudur: “Bölünmüşlükteki fiili durumun, yasal statüye kavuşturulması gerekir. Yeni anayasa bunu sağlamalıdır”. Hayırlısı olsun. Demek ki üniter Cumhuriyet ilelebet payidar olamayacakmış. Nasıl Osmanlı Devleti, Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşmüş ve hayat devam etmişse, TC.’nin de ikili yapıya dönüşmesinden sonra da hayat devam edecektir. Mesele, dendiği gibi geri dönülmez kerteye gelmişse, “egemenlik, kayıtsız ve şartsız milletindir” diyen demokratik Türkiye, bu meseleyi Büyük Millet Meclisi’nde “kansız” halledecektir. Bugüne kadar az mı kan döküldü, bu nasıl kansız çözüm? diye bir soru akla gelebilir. Doğru; bugünlere kanla gelinmiştir. Ama adına çözüm denen bölünmenin yaratabileceği sorunlar hesaba katılmazsa, bundan sonra ortaya çıkabilecek yeni sorunları çözerken akabilecek kan, geçmişe rahmet okutabilir.
DANANIN İRİSİ AHIRDADIR
Bölünmenin çeşitli şekilleri olabilir. Federe veya özerk bölgelere ayrılarak “ele güne karşı” bütünlük korunuyormuş izlenimi verilebilir. Ancak ne izlenim verilirse verilsin bu çözümün ortaya çıkarabileceği iki yaşamsal sorun vardır. Bunların birincisi, özerk bölge sınırlarının çizilmesidir. İkincisi, sınır çizildikten sonra oluşacak ortamda “etnik temizlik” mikrobunun üremesidir. Bu olasılıklar, yok sayılamaz. Bugüne kadar çözülmüş gibi duran kültürel meseleler “sınır çizme” ve “etnik temizlik” meseleleri yanında çok masum kalır.
ÖZERKLİK VE KAMU FİNANSMANI
Özerk yönetim denince akla hemen “kamu finansmanı” gelmelidir. Özerk yönetim ile merkezi hükümetin, başta gümrükte alınanlar dâhil her tür vergi toplama hakları nasıl ayrıştırılacaktır? Özerk bölge ile geri kalan Türkiye arasında “gümrük kapıları” olacak mıdır? Yer altı ve yerüstü varlıklarının (barajlar veya petrol) gelirleri nasıl bölüşülecektir. Kamu borcu alınmasında veya mevcut borçların geri ödenmesinde “özerk bölge-merkezi idare” paylaşımı nasıl olacaktır? Sosyal Güvenlik Kurumu’nun “prim toplanması ve emekli maaşı ödemeleri” nasıl tanzim edilecektir? Pek tabii bu ve benzeri her “parasal” sorunun bir çözümü bulunabilir. Ama “yeni anayasa” çalışmaları sırasında bunları da düzenlemek şarttır.
Daha sonra sözlerine açıklık getiren Celal Hoca, “depremlerin yer bilimcilerin bilgi birikimini” sağlayan doğal olaylar olduğu için fıstık gibi tabirini kullandığını söylemişti. “Fıstık” sözcüğü, bir bilim insanının, feci bir olaydan bile, insanlık için bir “fayda” çıkarabileceğini anlatıyordu. Ben de kendisinden esinlenerek zengin Avrupa’da yaşananlara “fıstık gibi bir kriz” diyorum.
İKTİSAT BİLİMİ KRİZLERLE GELİŞMİŞTİR
İktisadın laboratuvarı hayatın kendisidir Nasıl güneş tutulmaları, gök bilimciler için emsalsiz gözlem fırsatları ise, iktisadi krizler de iktisatçılar için, nadir bulunan hipotez testi deneyleridir. İktisadın büyük düşünürlerinden Hayek, “iktisat insan yapması değildir, ama içinde insan vardır” demiştir. Bu önerme bize, iktisadi olayların hem bir muayyeniyet (determinizm) içinde hem de insan iradesinin etkisi altında cereyan ettiğini anlatır. Kriz çıkınca, “iktisadın kendi doğal kanunları vardır, ne yaparsan yap sonuç değişmez” deyip olaylara seyirci kalınamaz. Ama “ekonomi kaptanımız çok usta” bundan böyle tüm krizler Türkiye’yi teğet geçecektir de denemez.
AVRUPA BİRLİĞİ “EURO KRİZİNİ” ÇÖZECEKTİR
Avrupa’da yaşanan kriz (Yunanistan vakası hariç) “borç krizi” değildir. Bu bir “devletsiz para” yani “Euro Krizi”dir ve AB bunu çözecektir. Çözecektir çünkü bu böyle devam edemez. Yoksa bu kriz, AB’yi çözecektir. Kriz çözülecektir, çünkü bu çözülebilir bir meseledir. Nitekim ABD, benzeri ve hatta daha şiddetlisi olan 2008 krizini çözmüştür. Ortada eşekten düşen ABD dururken, ne yapalım diye formül aramak gereksizdir. Bu ortamda “parasal genişleme” bazı Almanların korktuğu gibi bırakın hiper-enflasyon yaratmayı, enflasyon bile yaratamaz.
AB MERKEZ BANKASI, MERKEZ BANKALIĞINI GÖSTERMELİDİR
İtfaiyecinin vazifesi, yangına müdahaledir. Müdahale etmek çok tehlikelidir diye itfaiyeciler garajda voleybol oynamaya devam edemez. Ya da bu yangın için ayırdığımız su bitti; yangına daha fazla su sıkamayız. Yoksa yeni yangınlarda kullanılacak su kalmaz diyemez. Merkez bankaları paranın bittiği yerde ihtiyaç duyulan parayı yaratır. Bütçe disiplini sonra gelir.
AB MERKEZ BANKASI İSPANYOL VE İTALYAN TAHVİLİ ALMALIDIR
Benim son iki yazımın da başlığı “Milletlerin Zenginliği” idi. Bu konuya girmemin sebebi, Birleşmiş Milletler’in (BM) 20 millet için yaptığı “Milli Servet” (zenginlik) hesabının bir rapor halinde yayınlanmış olmasıdır. Demek ki iktisat, dönüp dolaşıp Adam Smith’in başladığı noktaya geri dönmüş. Hazır konu açılmışken sohbete “milletlerin zenginliğinden kasıt nedir ve bu zenginlik nasıl artar” sorularına cevap arayarak devam edelim.
Raporun kavramsal çerçevesini tasarlayan Cambridge Üniversitesi hocalarından Sir Partha Dasgupta, üç tür sermayenin birleşmesinden o milletin zenginliğinin hesaplanacağını söylüyor. Bunlar sırasıyla 1. İnsanlar tarafından imal veya inşa edilmiş “Fizik Sermaye” malları. (Bu madde kapsamına yollar, barajlar, limanlar iletişim şebekeleri gibi altyapı yatırımları, üst yapı eserleri ile her tür makine ve teçhizat giriyor) 2.Beşeri Sermaye. Yani, o milleti teşkil eden insanların katma değer yaratma yeteneğini sağlayan eğitim, bilgi ve beceri birikimi. 3. O ülkenin sahip olduğu yer altı ve yerüstü doğal zenginlikleri. Yani ormanlar, akarsular, bereketli topraklar, başta petrol olmak üzere her tür madenler.
ZENGİNLİK BİLEŞENLERİNİN TOPLAMDAKİ PAYI
Sıkça tekrarlanan “en büyük zenginliğimiz insanımızdır” diye bir söylem vardır. Milli Serveti hesaplanan 20 ülke içinde Nijerya, Rusya ve Suudi Arabistan hariç geri kalan 17 ülkede bu önermenin doğru olduğu anlaşılıyor. BM, beşeri sermayeyi üç veri kullanarak hesaplamış. a) O ülkede çalışma yaşındaki insanların ortalama okul yılı, b) Ortalama ücret düzeyi ve c) Bu işgücünün emeklilik öncesi kalan aktif çalışma yılları.
Bunlar çapılınca beşeri sermaye toplamına ulaşılıyor. Amerika’nın mili servetinin % 75’ini, İngiltere’ninkinin % 88’ini beşeri sermaye teşkil ediyormuş. 1990-2008 arasında geçen 18 yılda Rusya hariç geri kalan 19 ülkenin toplam zenginliği artmış. Japonya dâhil sadece 3 ülkenin doğal zenginliği hiç eksilmemiş. Buna karşılık mesela Suudi Arabistan’ın doğal serveti (petrol rezervi azalmış). Ama beşeri sermaye artışı sayesinde milli serveti çoğalmış. Almanya bu 18 sene içinde “insan yapması fizik sermayesini” % 50 arttırırken Çin’de bu artış % 540 olmuş. Süper değil mi?
MİLLİ SERVET NASIL ARTAR
Milli servetin yani zenginliğin üç bileşeninden en önemlisinin “beşeri sermaye” olduğunu anladık. Dolayısıyla milli serveti arttırmak için beşeri sermayeyi artırmak en etkili yol oluyor. Beşeri sermayeyi attırmanın da iki yolu var. Birincisi, insanların öğrenim yıllarını arttırmak, ikincisi çalışabilir nüfusun daha büyük bir yüzdesinin çalışmasını sağlamaktır. Bu faktörler çarpılınca milli servet arıyor. Artan milli servet de toplam ve kişi başına milli geliri yükseltiyor. Raporu kaleme alanlar, gelişmiş ülkelerde insanların öğrenim yıllarını arttırarak “beşeri sermaye” birikimi sağlamanın azalan verim kanuna göre inişe geçtiğini gözlemlemişler. Yani insanları daha da uzun süre okula yollamanın zenginleşmeye bir faydası kalmamış. Öğrenime tahsis edilecek kaynaklarla doğal zenginlikler korunsa daha faydalı olur diyorlar.