Ege Cansen

Bıçakla çorba içmek

17 Ekim 2012
THOMAS Edward Lawrence (1888-1935) tarihe “Lawrence of Arabia” yani “Arabistanlı Lovrıns” olarak geçmiştir.

Çok milletli bir yapıya sahip olan Osmanlı Devleti, 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Büyük Devletler tarafından tasfiyeye tabi tutulmuştur. Tasfiyenin amacı, emperyalistlerin hükümranlık alanını genişletmek; yöntemi ise “böl ve yönet” tir. Bu amaçla, Osmanlı Devlet Sistemi içinde yer alan milletler, Batılılar tarafından merkezi hükümete baş kaldırmaya teşvik edilmiştir. Birinci Dünya Harbi’nde devlet can derdine düşmüşken, Lawrence 1917-1919 arasında Müslüman Arapların Osmanlı’ya isyanını örgütlemiş ve başarıya ulaştırmış olan İngiliz ajanıdır. Lawrence, “Aklın Yedi Sütunu” adlı eseriyle isyanların “kitabını yazmıştır”. Kitabında, ayaklanma bastırmaya çalışan düzenli ordular, isyancıların vur-kaçları karşısında şaşırıp, bunalıma girer; çünkü “isyan bastırmak, bıçakla çorba içmeye benzer” demiştir.

SEN SAVAŞMA, ONLARI ARALARINDA SAVAŞTIR

ABD, “Çöl Fırtınası” adını verdiği Birinci Körfez Harbinde aslında başarılı oldu. Irak’ı Kuveyt’ten çıkardı, Kürtler ve Şiiler için güvenli alanlar oluşturdu. Ancak Saddam’ı devirememiş olmayı hiç içine sindiremedi. Saddam’ın işini bitirmek için giriştiği ikinci savaşta, Irak’ı perişan etme pahasına Saddam’ı devirdi ama kendi de perişan oldu. Girdiği bataktan çıkmak için çok debelendi. Bu sırada Amerikan Genel Kurmay’ı Arabistanlı Lawrens’in kitaplarını okuyup nerede hata yaptıklarını anladılar. Hataları, kara kuvvetlerini işin içine sokarak bu savaşı bizzat yapmak istemeleriydi. Hâlbuki Lawrence, 90 yıl önce “Arap ülkelerinde kendi ellerinle operasyon yapmaya kalkma. Arapların, bu savaşı biraz yüzlerine gözlerine bulaştırarak yapmaları, senin aynı savaşı mükemmel yapmandan çok daha iyidir. Bu onların savaşı olmalıdır. Onlara yardım et; ama onlar için savaş kazanma” demişti.

İÇSAVAŞTA SİVİL VEYA ASKER ÇOK İNSAN ÖLÜR

Bütün içsavaşlar, hükümet güçleri ile isyancılar arasındadır.
İçsavaşlarda hükümet güçleri, isyancı halkı; halk da hükümet askerlerini öldürür. Burada kimin bu savaşı başlattığı önemli değildir. Mantıken savaşı isyancılar başlatır. Amerikan İçsavaşı’nda en az 700.000 kişi ölmüştür. ABD kurulduğundan beri en çok Amerikalının öldüğü ve yaralandığı harp budur. Bilmekte fayda var; o yıllarda (1856-1861) ABD’nin nüfusu sadece 31.500.000 kişi idi. İspanyol İç Harbinde (1936-1939) 600 000 kişi ölmüştür. 1936’da İspanya’nın nüfusu 23.800.000 kişi idi.  Gerek Amerikan, gerek İspanyol içsavaşlarında ölenlerin azı asker, çoğu sivil erkek, kadın ve çocuktur.  Kaldı ki; içsavaşlarda asker sivil ayrımı yapmak da zordur. 

TÜRKİYE, SURİYE İÇSAVAŞINA KENDİLİĞİNDEN BULAŞMIŞ OLAMAZ

İktisadi politikasını “yurt dışından para getirmeye” odaklamış olan AKP iktidarının, bu süreci aksatabilecek bir savaşa girmesi akıldışı olur. Eğer girmeyi göze almışsa, para akışını güvenceye almış olması gerekir. Çünkü böylesi bir içsavaşa taraf olma hevesi, şaka derken, kaka olabilir. Eğer Türkiye, tamamen kendi iradesiyle “demokrasi götürmek için” Suriye içsavaşına taraf olmuşsa, derhal “stop loss” deyip T.C.’nin geleneksel “başka ülkelerin iç işlerine karışmama” ilkesine geri dönmelidir. Esad’ın kafasını uçurmayı da, Saddam’ı ve Kaddafi’yi hal’leden bu işlerin uzmanı büyük devletlere bırakmalıdır. Eğer ortada bir baskı varsa buna direnmelidir. Son bir ihtimal, eğer yüklü bir “savaş teşvik paketi” sözü alınmışsa, bunu da elinin tersiyle reddetmelidir. Hiç bir savaş tazminatı, beşeri hasarı telafi etmez. 

Yazının Devamını Oku

Türk’ün uygarlıkla sınavı

13 Ekim 2012
“Kentsel Dönüşüm” Türklerin, Osmanlı’nın kuruluşundan beri giriştiği en büyük medenileşme projesidir. Yüz tane Boğaziçi köprüsü inşa etmekten daha önemli ve zordur. Hatırlamakta fayda var.

Medeniyet kelimesi, “Medine”den türemiştir. Medine, kent (şehir); medeniyet de “kentlilik” demektir. Uygur’ların, göçebelikten vazgeçip yerleşik yaşama geçen ilk Türk boyu oldukları söylenir. Bu nedenle “medeniyet” karşılığı olarak “uygarlık” sözcüğü seçilmiştir. Türkler, tarihleri boyunca bir çok zor işi başarmıştır. Ama hiçbir dönemde “medeni bir şehir” kurabilmiş değildir. Halen adı olan kentlerimizin hepsi Yunan-Roma mirasından arda kalanlardır. Atatürk, kentleşme meselesinin “muasır medeniyet seviyesine” ulaşmak için ne kadar yaşamsal olduğunun farkındaydı. Ankara’nın “yoktan var edilen ilk şehir” olması onun dönemine rastlar. 1950-1960 yılları arasında Başbakanlık yapan Adnan Menderes, İstanbul’da “bulvarlar” açarak kentsel dönüşüm gerçekleştirmeye çalışmıştır. Onun “Türkiye bir şantiye olacak” talimatı halen yürürlüktedir. İnşallah şimdiki kentsel dönüşüm, arsa rantı talanına dönüşmez. Böylece Türkler, Dünyaya uygarlık yolunda örnek olurlar.  

TÜRKİYE’NİN KENTSEL DÖNÜŞÜMÜ

Türkiye’nin giriştiği “kentsel dönüşüm” projesinin aynısı Batı’da yoktur. ABD’de kentli orta sınıfın, kent dışındaki bahçeli evlere taşınması sonucu çöken şehir merkezlerinin ihyası veya II. Dünya Harbi sonrası harabeye dönen Avrupa kentlerinin yeniden inşası için geliştirilen “Kent Yenileme” (Urban Renewal-Urban Development) projeleri ile bizim kentsel dönüşümüz esastan farklıdır. ABD’de ve Avrupa’da dönüşüm yapılan kentlerde köklü bir “kent kültürü” vardı. Eksik olan fiziki yapılanmaydı. Bizim dönüşüme uğrayacak kentlerimizde ise kent kültürü değil, köy kültürü vardır. Çünkü 1950’lerde Türk halkının yüzde 75’i köyde, yüzde 25’i kentte oturuyordu. Bugün bu oranlar terse dönmüştür. Bizim sorunumuz, “büyük köyler” halinde kuralsız olarak inşa edilmiş şehirlerimizi yenilemek değil “kente dönüştürmek” tir. Bu projenin kültürel, iktisadi, sosyal ve hukuki sorunlarını çözmek, işin mimari ve mühendislik yönünü tasarlamaktan çok daha zordur. 

LOJMAN YIKMAKLA KENTSEL DÖNÜŞÜM!

Önemli her konunun içini boşaltıp onu bir “siyasi propaganda” şovu haline getirmek maalesef hüner sayılmaktadır. Kentsel dönüşümü başlatıyoruz deyip, bahçe içinde mimari açıdan düzgün, fenni usullere göre inşa edilmiş askeri veya sivil lojmanları, temellerine bomba yerleştirip yıkmanın kentsel dönüşümle hiçbir ilgisi yoktur. Bu olsa, olsa kindarlığın bir tezahürü olabilir. Şehirlerimiz birbirinden mendebur binalardan teşekkül etmiş mahallelerle doludur. Kentsel dönüşümde ciddi ve samimi isek, önce projenin önündeki hukuki ve iktisadi engelleri kaldıralım ve yıkıma en kötülerden başlayalım.
Son Söz: En büyük günahlar, en kutsal amaçlar için işlenir.   

Yazının Devamını Oku

Halk fakirleşmeden istikrar gelmez

10 Ekim 2012
ACI ama gerçek budur. Bir ülkede ekonomik istikrar bozulmuşsa, o ülke halkının refah düzeyi düşmeden istikrar geri gelmez.

Makarayı başa sarıp filmi tekrar izleyelim. Ülke ekonomisi iyi bir “dış rüzgar” yakalamıştır. Milli gelir hızla artmış, milli harcamalar ise ondan hızlı çoğalmıştır. Bu sayede halkın refah seviyesi yükselmiştir. Herkes eskisine göre daha fazla tüketmekte, daha rahat yaşamakta, yurt içinde ve dışında tatil yapabilmekte, evini, eşyalarını ve arabasını daha sık yenileyebilmektedir. Ancak bu sürede ülke ekonomisinde bazı şeyler “balon” yapmış ve patlama ihtimali belirmiştir. Bu “bazı şeyler” sırasıyla şunlardır.

1. Menkul ve gayrimenkul fiyatları, enflasyonun çok üstünde artmıştır. Buna iktisatçılar “varlık fiyatları balonu” der.

2. Bütçe açıkları, borçlanarak finanse edilmiştir.  Sonuçta kamu borcunun, milli gelire oranı büyümüştür. İyi ihtimalle bu borçlanma içeriden yapılmıştır. Daha kötüsü bu borçlanma dışarıdan yapılmıştır. En kötüsü hem dışarıdan hem de yabancı para ile yapılmıştır.

3. Ülkenin döviz gelirleri ile döviz harcamaları arasındaki fark (kısaca cari açık) hızla büyümüştür. Cari açığın milli gelire oranı artmıştır.

Yazının Devamını Oku

İran ekonomisi çökertiliyor

6 Ekim 2012
Perşembe günü Başbakan Erdoğan ile İran Cumhurbaşkanı Başyardımcısı Rahimi arasında ikili ticareti arttırma görüşmeleri yapılmış. Hedef, 5 yılda 30 milyar dolara ulaşma olarak belirlenmiş.

Bu görüşmeler Iran ekonomisinin mali bir çalkantıya girdiği bir döneme rastladı. Ambargo yüzünden bir süredir uluslar arası ödeme siteminden yararlanamayan İran, dış ticaretini altınla yapmaya başlamıştı. Bu sebeple Türkiye’nin altın ihracatı patladı ve makro hesaplar bozuldu. Ödeme amacıyla yapılan altın ihracatı, ticaret değil,  sermaye hareketidir. Ödemeler Dengesi buna göre düzeltilmelidir.

TİCARET SİYASETTEN ÖNDE GELİR

“Çaktırmadan atom bombası yapacak, tepemize atacak” diye Batılı Devletler İran’ın nükleer santral kurmasına karşı çıktı. İran’ın, biz sadece elektrik üreteceğiz,  atom bombası yapmayacağız yolundaki beyanlarına inanmadılar. İran “İslam Cumhuriyeti” olduğundan beri, biraz da petrolüne güvenerek, Başta Amerika olmak üzere Batı karşıtı bir politika izledi. Ancak “Ticaret, siyasetten önde gelir” diyen Almanlar başta olmak üzere, Avrupalılar İran’la iş yapmayı sürdürdü. Çünkü İran “Satın alma Gücü Paritesi”ne göre 1 Trilyon dolarlık bir ekonomidir. Bizim gibi Dünya’nın 17’cisidir.  Üstelik başta Çin ve Japonya olmak üzere Asya ülkelerinin petrol kaynağıdır. Türkiye için de “dost ve kardeş” bir ülkedir. Bizim de ticaret ortağımızdır. 

YA NÜKLEER SANTRALI DENETİME AÇ YA DA AMBORGOYU YERSİN

Her ne kadar Batı, karta kaçmış aslan gibi dursa da, hâlâ emperyalist “Düvel-i Muazzama” dır. ABD, dünyanın en büyük “savaş makinesidir”. Vurdu mu oturtmaktadır. Amerikalı coniler “anaların ağlamasına bakmadan” dünyanın her yerinde savaşmakta, ölmekte ve öldürmekteler. Amerika’yı, Dünya devleti yapan onun bu özelliğidir. Yoksa kimse ABD’yi takmaz. İşte bu ABD, yanına Avrupalı yandaşlarını da alıp, 2010 yılında İran’a karşı finansal ambargo uygulama kararı aldı. Biz bile buna uyduk.  İran, her yıl milli gelirinin yüzde 10 kadar “cari işlem” fazlası verir. 150 milyar dolar “net” döviz rezervi vardır. Kamu borçlarının milli gelire oranı sadece yüzde 17’dir. Ama ambargo yüzünden “ödeme yapamaz” hale düştü. İran Riyal’i son 2 yıl içinde dolar karşısında yüzde 65 değer kaybetti.

DEVALÜASYON ENFLASYONU TETİKLER

İran’da enflasyon yüzde 23 olarak biliniyordu. Profesör Steve Hanke bu oranın son ayda yüzde 65’e tırmandığını iddia ediyor. Hatta yazısına “Hiperenflasyon (yani bir ayda yüzde 50’den fazla) İran’a ulaştı” diye bir başlık dahi atmış. Eğer halkı paniğe kapılmazsa, büyük döviz rezervi ve denk bütçesiyle İran’ın bir “devalüasyon-enflasyon” sarmalına gireceğini sanmıyorum. Ama İran ekonomisinin başının belada olduğunu da kabul etmek gerekir. Bu ortamda Türkiye ile İran arasındaki ticaretin bırakın patlama yapmasını mevcut düzeyde sürdürülmesi bile yürek ister. Çünkü “Amerika bizi gözetliyor”. 

Yazının Devamını Oku

Ekonomi nasıl canlandırılır?

3 Ekim 2012
DÜNYA ekonomisi 2008’den beri büyümek için debelenip duruyor.

Bırakın müflis Yunanistan’ı hatta köşeye sıkışmış İspanya ve İtalya’yı bir yana, ekonomileri nispeten yolunda giden Çin’den Almanya’ya hatta Türkiye’ye kadar birçok ulusal ekonominin tadı kaçmış vaziyette. Yaşanan sorunlara genel bir bakış, genel bir çözüm bulmak şart. Bu görev de “filozoflara” düşüyor. Aynen İngiliz iktisatçı Keynes’in Birinci Cihan Harbi ve 1929 Buhranı’ndan sonra geliştirdiği “Genel Teori” gibi, bu sefer de bir “Yeni Genel Teori”ye ihtiyaç var.

KEYNES’İN GENEL TEORİSİ VE ALMANLARIN İTİRAZI

Birçok iktisatçı, bugünü 1929 krizine benzeterek, fazla düşünmeye gerek yok Keynes Baba, bunun çaresini söylemiş “talebi arttırmak” şarttır diyor. Bunun için de Merkez Bankaları, hem faizleri reel olarak sıfırlamalı, hem de miktarsal genişlemeye gitmelidir. Bu da yetmez (ise) devletler bütçe açığı vermekten çekinmeyerek, yurt iç talebi büyütecek canlandırma paketleri açmalı tavsiyesinde bulunuyor. Ancak bu önerilere, “bunlar, krizi yaratan sebepleri ortadan kaldırmaz, hatta bozulmayı yaratan yapısal çarpıklığı daha da derinleştirir” diye karşı çıkanlar var. Bunların başında Alman iktisatçılar geliyor. Almanların tezi şudur: Önce “yapısal çarpıklık” düzeltilmelidir. Çarpıklıktan kasıt, avantacı vatandaşların “az çalışıp-çok harcamasını” destekleyen sosyal politikalardır. Bu politikalar yüzünden, ülkelerin “bütçe ve/veya cari açıkları” büyümektedir. Soruna “borç krizi” diye yanlış bir ad takılmış ve çözüm finans sistemine ihale edilmiştir. Yapılması gereken asalaklığı ortadan kaldırmaktır. 

HAYEK BABANIN ÖĞÜTLERİ

Yirminci yüzyılın en büyük iktisatçısı, kukusuz John Maynard Keynes’tir (1883-1946). Keynes, pragmatik bir filozoftur. İktisadi sorunları beyninin içinde modellemiş ve muhtemel sonuçlarını düşünerek bulmuş ve çözüm aletleri geliştirmiştir. Keynes’in belalısı Avusturyalı iktisatçı Frederich von Hayek’tir. (1899-1992) O da bir filozoftur. İktisada yönelmeden önce hukuk ve siyaset okumuş, beyin anatomisi ve hücre yapısı araştırmalarında görev almıştır. Hayek Baba, Keynes hayattayken ona itiraz edip azar işitmekten yılmış ve kurtuluşu Chicago’ya hicret etmekte bulmuştur. İktisatta Chicago mezhebinin kurucusudur. Hayek, hayatı boyunca “devlet”in büyümesine ve iktisadi sisteme müdahale etmesine karşı çıkmıştır. Kölelik Yolu adlı kitabında bunu anlatır. Hayek, günümüzde Alman iktisatçıların kullandığı tezleri ortaya atan kişidir. Devlet müdahalesi ile krizlerin çözülmediğini, sadece daha büyük kriz olsun diye ötelendiğini savunur. Ona göre piyasa mekanizmaları, daima en iyi sonucu sağlar.

ÇİNLİ İKTİSATÇILAR HAYEK OKUMAYA BAŞLAMIŞ

Dünyadaki durgunluğun aşılması için alınması önerilen Keynesci önlemler, acaba krizi büyüterek ileriye mi atmaktadır. The Economist dergisi Çinli iktisatçıların, ülkelerinin karşı karşıya oldukları iktisadi sorunların sebebini anlamak için Hayek’in görüşlerine başvurmaya başladıklarını yazdı. Tam da bu sırada sınıf arkadaşım Ahmet Arsan bana “Keynes-Hayek” kapışmasını anlatan yeni çıkmış bir kitabı yolladı. Yoksa Hayek haklı mıydı?

Yazının Devamını Oku

Ekonomiye ara gazı verelim

29 Eylül 2012
Endüstri mühendisi Ali Babacan ile Makine mühendisi Zafer Çağlayan ekonomi yönetimini şoförlüğe benzeterek tatlı, tatlı atışıyorlar.

Eğer amaç, savrulmasın diye viraja giren ekonomiyi yavaşlatmaksa, sürekli frene basıp balata yakmak gerekmez. Ara gazı verip, vites küçültmek daha iyi olur. Ekonomide yaşananları ve ekonomiye yön verme girişimlerini fiziksel örneklerle anlamak, iktisatta sıkça başvurulan bir yöntemdir. Nitekim halen uygulanmakta olan “yumuşak iniş” senaryosu da “havadaki uçağın yere inişi” ile ilgili bir benzetimdir. Hatırladığım kadarıyla 1950’lili yıllarda önce İngiltere’de sonra da İstanbul İktisat Fakültesinde ekonomideki “para miktarı” ile “büyüme ve istihdam” arasındaki ilişkiyi canlandırmak için bir “hidro-mekanik model” bile inşa edilmişti.  Ben bu modeli gözümle görmedim ama yapıldı diye duydum. 

KÂRLILIK MI, BÜYÜME Mİ?

General Electric, uzun süre dünyanın en iyi yönetilen şirketi olarak tanımlanmıştır. Daha önce bu unvan (merhum/zombi) General Motors’a aitti. En iyi yönetilen firma denince Toyota adını zikretmemek haksızlık olur. General Electric firmasını yönetenler işletme yönetiminin teorik ikilemini (dilemma) “Kârlılığını koruyamayan büyüyemez; büyüyemeyen kârlılığı sürdüremez” diye veciz bir şekilde ifade etmişlerdi. Bu bir açmazdır, çünkü kârlılığı sürdürmek için yapılan yatırımlar, kısa vadede kârı düşürür. Kâr etmeyi boş ver, büyümeye odaklanalım denebilir. O zaman da kârsızlıktan dolayı acze düşüp, yatırım yapamaz hale düşme riski artar. İş hayatında başarı, ikilem çözmektir zaten. Pek tabii bu sıkıntılar “rekabet ortamında dürüst çalışan ve sırtını devlete dayamamış” şirketler için geçerlidir. 

İSTİKRAR MI BÜYÜME Mİ?

İşletme ekonomisindeki temel ikileminin benzeri, ülke ekonomisi için de varittir. Ülke ekonomileri de eğer mali istikrarı muhafaza edemezse, büyümeyi finanse edemez; büyüyemez ise, mali istikrarı tehlikeye atar. Türkiye son 10 yılda iyi bir büyüme hızı yakaladı. Ancak bu sırada sürdürülemez bir “cari döviz açığı” sorunu inşa etti. Cari döviz açığının sürdürülemez büyüklüğe ulaşması, bir numaralı “mali istikrarsızlık” sebebidir. Mali istikrarsızlık, mali krize; mali kriz de iktisadi krize sebep olur. Yani büyüme durur, işsizlik artar. Böyle bir tablonun yaklaşmakta olduğunu gören ekonomi yöneticileri,  gelişmelere seyirci kalamaz. Önlem alır. Yapılan da budur.

EKONOMİ KÜÇÜLMEDEN İSTİKRAR SAĞLANAMAZ

Şirketler veya ülkeler bazen krize girer. Bu durumda “kriz yönetimi” uygulanır. Kriz yönetimi sırasında “yavaşlama ve küçülme” kaçınılmazdır. Bu, hastayı yatırarak yani bedensel faaliyetini yavaşlatarak tedavi etmek gibidir. Önemli olan bir an önce krizden çıkmak değil, bu süreçte krize sebep olan yapısal bozukluğu onarmaktır. Mesela Türk ekonomisi, “cari açıkla” ile büyüyen bir yapıdan, “cari açıksız” büyüme hedefini tutturan bir yapıya dönüşebilir. Ancak o takdirde ikilem çözülmüş olur. Eğer yapısal dönüşüm olmuyorsa, bir süre sonra kriz tekrar kapıyı çalar. Ekonomi yönetiminin kolay, kesin ve yan etkisi olmayan bir formülü yoktur. Türkiye ciddi bir sorunla karşı karşıyadır. Biraz savrulma kaçınılmazdır. Yeter ki takla atmayalım.

Yazının Devamını Oku

Doğru bildiğini söyleme gerçeği anlat

26 Eylül 2012
TELEVİZYON ve sinemalarda içinde mahkeme sahnesi olan çok sayıda Amerikan filmini Türkçe altyazılı veya Türkçe dublajlı olarak izlemişizdir. Bu filmlerdeki sanık ve tanıklar “doğruyu söyleyeceğim” diye yemin eder.

Amerikan yargısındaki yemin bu değildir. Tercüme hatasının sebebi, mesleki yetersizlik değildir. Hepsinin benden iyi İngilizce bildiği kesindir. Sebep, çevirmenlerin yemini Amerikan değil, Türk “zihniyetiyle” anlamalarıdır. Bir başka açıklama da şu olabilir. Çevirmenler aslında ne yaptıkları biliyordur. Ancak onlar seyircinin “zihniyetine” uysun diye Amerikan yeminini, Türk kültürüne adapte etmişlerdir.

YEMİNİN İNGİLİZCESİ VE TÜRKÇESİ

Amerikan yemini üç bileşenden oluşur:
1. THE TRUTH.Türkçesi “gerçek”. Truth’un Türkçesi, “doğru” değildir. Nesnel bağlamda “doğru”nun İngilizcesi “true” dur. Sınavlardaki Doğru-Yanlış (True-False) seçeneklerinde olduğu gibi. “Doğru”nun öznel bağlamda karşılığı ise “right”, zıttı “wrong” tur. Amaçla tutarlı demektir. “Doğru” değer hükmü içerir. Hâlbuki hükmü yargı verecektir.

2. THE WHOLE TRUTH. Türkçesi “gerçeğin tamamı”

3. AND NOTHING BUT THE TRUTH. Türkçesi “yalnızca gerçeği”.
Amerikan yeminindeki “tell” fiili, söylemek değil, anlatmaktır. Yeminin Türkçesi şöyle olabilir. “Gerçeği, yalnızca gerçeği ve gerçeğin tamamını anlatacağıma yemin ederim”.

GERÇEĞİN TAMAMAMINI SÖYLEMEYEREK YALANCILIK YAPMAK

Yazının Devamını Oku

‘Isı pay ölçer cihazı’ tasarruf sağlamaz

22 Eylül 2012
BUNDAN 5 yıl önce, 18.4.2007 tarihinde “Enerji Verimliliği Kanunu” çıkmış.

Bu kanuna göre de yönetmelikler yayınlanmış. Bu kanunun hazırlanışı sırasında “ceberut bürokratik” kafa, her zaman olduğu gibi, tüm haşmetiyle duruma el koymuş. Enerji kullanımında verimliliğini arttırmak gibi kutsal bir başlık altında, insanlara hayatı zorlaştıran ve onları durduk yerde “suçlu” durumuna sokacak ne kadar madde yazmak mümkünse yasaya yerleştirilmiş. Pek tabii “her yasak, bir rant kapısıdır” kuralına göre fırsat kollayan uyanık iş adamları da  “esir müşteri” yaratmanın yollarını yasa ve yönetmeliklerin içine şırınga etmeyi başarmışlar. Ayıkla pirincin taşını. 

SUÇLU OLMASI GEREKMEZ. KİMİ YAKALARSAM CEZAYI ONA KESERİM

Bundan bir süre önce bizim apartmanın, üniversite mezunu yöneticisi hanım dehşet içinde bana geldi. “Eğer kıştan önce ısı pay ölçer cihazı taktırmazsak, yönetici olarak ben para cezasına mahkûm olacakmışım” dedi. Ben de “olmaz öyle saçma şey” dedim. “Pay” ölçme cihazı, adı üstünde doğal gaz giderlerini aramızda nasıl “paylaşacağımıza” yardım eder, hiçbir tasarruf da sağlamaz dedim. Bu cihazları taktırmamak ve takan firmadan okuma hizmeti almamakla, kamuya veya üçüncü şahıslara bir zarar vermiş olmayız. Üstelik niçin size bir ceza terettüp etsin ki, bir kusur varsa bundan “Kat Maliklerinin” sorumluğu olur. Konuyu Kat Malikleri Genel Kuruluna getirin, takıp taktırmama kararını orada alalım diye ilave ettim. Ama “kıdemli bir T.C. vatandaşı” olarak içime kurt düştü. Bal gibi olur “böyle saçma şey” diye düşünmekten kendimi alamadım. Çarşamba günkü Hürriyet Ekonomi’de Mert Temizkan ve Erkan Çelebi “pay ölçer” konusunu gündeme getirdiler. Çok da iyi ettiler.

MEKÂN ISITMADA ENERJİ TASARRUFU

Soğuk hava ortamında, herhangi bir mekânı, belli bir sıcaklıkta tutmak için, o mekânın çevreye transfer ettiği miktara eşit ısı enerjisini o mekânın içine koymak gerekir. Bu cümlenin pratik sonucu şudur: “Ne kadar yalıtım, o kadar tasarruf”. Pay ölçme cihazı, o mekâna giren ısı enerjisini ölçer, ısı kayıplarını azaltmaz. Dolaysıyla enerji tasarrufu sağlamaz. “Termostatik vanalar” da yalıtım sağlamaz, ama sıcaklık dalgalanmalarını törpüleyip, mekân sıcaklığını sabit tutmaya yaradığı için, dolaylı olarak enerji tasarrufu sağlayabilir. Isı pay ölçerler ise, denetim için kullanılabilir. 

ISI PAY ÖLÇER CİHAZI APARTMANLARDA SORUN YARATIR

Çok daireli bir binanın münferit dairelerinin kullandığı ısı miktarı, dairenin dışa bakan cephelerden kaybettiği ısı enerjisine ilaveten, üst katın tabanı olan tavandan,  alt kat tavanı olan tabandan ve komşu daire ile aralarındaki ortak duvarlarından kaybettiği ısı enerjisi toplamına eşittir. Eğer herhangi bir daire boşsa ve radyatör vanaları kapalıysa veya oturanlar soğuk seviyorsa, onlara komşu olan dairelerin “ısı kullanımı” artar. Hatta radyatörleri yetersiz kalabilir. Kuzeye bakan daireler aynı oda sıcaklığını güneye bakan daireler göre daha fazla ısı enerjisi kullanarak sağlayabilir. Bu yüzden apartman giderlerine malikler “arsa payı” esasına göre katılır. Esasen merkezi ısıtmalı apartmanların ısıtma sistemleri daire-daire değil, bir “bütün” olarak tasarlanır. Unutulmasın, merkezi ısıtma, münferit (kombili) ısıtmaya göre daha ekonomiktir.

Yazının Devamını Oku