Aynı şekilde ekonomiyi yavaşlatarak, enflasyonu düşürmek için faizlerin yükseltilmesi tavsiye edilir. Faiz düzeyi ile ekonomik faaliyetin ters orantılı olması, belli şartlar altında geçerli bir “sebep-sonuç” ilişkisidir. Yani faiz düşünce, ekonomi ısınır; yükselince soğur. Pek tabii her iki durumda da “enflasyonun yükselmesi” veya tersine “işsizliğin artması” gibi istenmeyen sonuçlar ortaya çıkabilir. Ama “papaz, her zaman pilav yemez” misali ekonomide, bu ve benzeri mekanizmalar her zaman istenilen sonucu vermez. Vermemesinin sebebi, kuralın geçersiz olması değil, kuralın işlediği şartların mevcut olmasıdır. Çünkü ekonomi, merkezinde “insan” olan karmaşık bir sosyal sistemdir. Faiz, insan davranışlarını değiştirdiği oranda etkilidir.
SIFIR FAİZ TUZAĞI: SIFIR BÜYÜME
Birkaç yıl önce kaybettiğimiz hocam Sadun Aren, bir gün sınıfta “faiz, sıfır olunca büyüme ne olur?” diye bir soru sormuştu. Tartışmalar “sıfır faizin, sıfır büyümeye” sebep olabileceği hükmüyle sonuçlanmıştı. Çünkü “sıfır faiz” demek, sadece kredi faizinin sıfır olması değil, mevduat faizinin sıfır altı, yani eksi olması demekti. Bütçeden, bankalara yapılan doğrudan ve dolaylı desteklemeler hariç tutulursa, “kredi faizi, mevduat faizinden yüksek olmak” zorundadır. Çünkü bankalar, gerek yönetim masraflarının bir kısmını, gerekse batacak kredilerin yaratacağı zararları karşılamak için, kredi faiz oranını, mevduat faizlerinden kabaca yüzde 2 yüksek tutmaya mecburdur. Mevduat faizinin, enflasyonu bile karşılamadığı bir ortamda tasarruflar durduk yerde erir. Bunun farkına varan insanlar, harcamalarını keser. Harcamalar azalınca ekonomi soğur. Çünkü insan, ihtiyat saikıyla (ilerideki kötü günler için) tasarruf eder. Tasarrufu erirse, bunu telafi etmeye çalışır. Japonya bunun en canlı örneğidir.
TALEP OLMADIKTAN SONRA, HİÇ YATIRIM FİZIBIL DEĞİLDİR
Düşük kredi faizinin ekonomiyi canlandırmasının ana sebebi, tüketici kredileri değil, yatırımcı kredileridir. Faiz düşükçe, düşük getirili yatırımlar bile kârlı (fizıbıl) hale gelir. Ancak buradan kalkarak, finansman maliyeti sıfırsa, her yatırım kârlıdır sonucu çıkmaz. Çünkü her hangi bir yatırımın kârlı olması için, üretilen mal veya hizmetin maliyetinin üstünde bir fiyatla satılması gerekir. Satış miktarı yetersiz ve satış fiyatı düşükse, hiçbir yatırım “yapılabilir” değildir. İsterse, devlet bin tane teşvik versin.
SIFIR FAİZ, VARLIK FİYATLARI BALONU OLUŞTURUR
Sıfır faiz, menkul ve gayrimenkulde, rahmetli Ayhan Şahenk’in tabiriyle “arsa ve borsada” fiyat balonu oluşmasına sebep olur. Sıfır faizde Güngör Uras’ın Ayşe teyzesi bile “arsacı-borsacı-altıncı-dövizci” yani istifçi olur. Unutulmasın, varlık fiyatları balonları, finansal istikrarsızlık kaynağıdır. Çünkü her balon sonunda patlar.
Sebebi müşterilerin, dükkâna girmekten çekinmesidir. Müşteri, bir dükkâna girince mutlaka bir şey alması gerekir diye düşünür. Hâlbuki ne alacağına henüz karar vermemiştir. Üstelik alacağı malı “elleyerek” kalite kontrolü yapmak ve satıcıdan fiyat teklifi alıp pazarlık etmek istemektedir. Bunları dükkânın içine girince rahatça yapamayacağına inanır. Çünkü dükkân “özel mülkiyettir / başkasının toprağıdır”. Orada dükkân sahibinin borusu öter. Hâlbuki kapı önündeki kaldırım veya yol “kamu mülküdür”. Yani müşterinin toprağıdır. Orada patron, müşteridir. Dükkâncı, bir malı kapı önüne çıkartarak, müşterisine “ben sana fiyat tavizi veririm, malı da istediğin kadar elle” mesajı verir. Müşteri bu mesajı zihninde “kapı önünde çıkarılan mal hesaplıdır” diye tercüme eder. Hal böyle olunca dükkânlar depo, kaldırımlar dükkân olur. Gündüzleri dükkânların içi boş, önleri doludur. Geceleri de tersidir.
BÜYÜK MAĞAZALAR VE SÜPER MARKETLER
Büyük mağazalar ve süpermarketlerin iç mimarisi “müşteri egemen alış veriş mekânı yaratmak” amacıyla geliştirilmiştir. Bir büyük mağazaya giren müşteri, kendini başkasının toprağına dolaşan “oranın yabancısı” değil kendi toprağında dolaşan “oranın yerlisi” olarak hissetmelidir. Büyük mağaza müşterisi, dükkândan içeri girdi diye hiçbir şey almak zorunda değildir. Üstelik her malı istediği kadar elleme özgürlüğüne sahiptir. Fiyat etikette yazılıdır, pazarlık olmaz. Ama genel indirim olur. Büyük mağazaların koridorları sokak, reyonları dükkândır. Büyük mağazalar bile, zaman, zaman “kapı önlerinde” tezgâh açar. Orta büyük mağazalar ise mutlaka kapı önlerini “gel-gel” alanı olarak kullanır. Hatta çığırtkan görevlendirir.
KALDIRIM LOKANTALARI VEYA KALDIRIMA TAŞAN LOKANTALAR
Lokantacılıkta da benzeri bir uygulama vardır. Her lokantanın en büyük emeli önce öndeki bahçeyi kapatmak, sonra kaldırma o da yetmezse yola masa atmaktır. Burada müşteriler hem açık havada yemek yemenin tadını çıkarır hem de kaldırımda yenen yemeğin şişmanlatmadığına inanarak vicdan azabı duymadan midesini doldurur. Havalar soğuyup yağmurlar başlayınca, açık mekânlar “kapatılır”. Müşteriler “sokağa sıfır” manzaralı masaları tercih eder. Bu yüzden lokantaların gerçek kapalı mekânları boş, sonradan kapatılan “ısıtması bir dert, soğutması ayrı bir dert” camlı ve tenteli bölümleri tıka basa dolu olur. İşletme giderleri artar, ama hasılat artmaz.
KENTSEL MEKÂNLARIN KÖTÜ KULLANIMI
Şüphe yok ki, bu oluşumlar ne kadar hoşa giderse gitsin, kişiler için ne kadar tatmin edici olursa olsun “toplum için iktisadi değildir”. Kentlerde mekân her zaman kıttır. Her mekân hangi işlev için düşünülmüşse o işlevde kullanılmalıdır. Kaldırımlar ticarethaneler tarafından işgal edilince, yayalar caddede yürür. Zaten caddeler, araç sahiplerinin en şirret ve şımarıkları tarafından otopark olarak kullanıldığından ortaya adına “trafik sıkışıklığı” denilen kocaman bir “sosyal maliyet” çıkar.
Onuncu yıl marşına söylenen “ülkeyi demir ağlarla ördük” ifadesi palavradır. 1923’ten 2003’e kadar geçen 80 yılda yapılandan fazlası son 10 yıl içinde yapılmıştır. Kişi başına milli gelir 3 kat artıp (!) 10 bin doları geçmiştir. Şimdi hedefte bunu, 2023 yılında yani Cumhuriyet’in 100 yılında, 25 bin dolara çıkartmak vardır. Tam bu propaganda mesajları, her Allahın günü, her TV kanalında günde beş kere beyinlere şırınga edilirken, iktisatçılar arasında “Türkiye orta gelir tuzağına düşecek” muhabbeti çıktı.
10 YILDA 75 MİLYON ZENGİN YARATTIK HER YAŞTAN
Önce size 10 yıllık büyümenin, resmi istatistikler göre doğru oranını vereyim. 2012 yılında büyümenin yüzde 4.5 olacağı varsayımına göre, 10 yılda Türkiye’nin toplam milli gelir artışı yüzde 65’tir. Nüfusta arttığı için kişi başına milli gelir artışı ise yüzde 47’dir. Bunlar hiç de küçümsenecek rakamlar değildir. Ama kişi başına milli gelir “üç misli attı” gibi yanıltmalara hiç gerek yoktur. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana Türkiye’nin milli gelir artışı yılda yüzde 5 civarında olmuştur. Son 10 yıldaki büyüme hızı da yüzde 5.1’dir. Yani trend değişmemiştir. Eğer hükümet, finansal istikrarı sağlamak için cari döviz açığını, milli gelirin yüzde 5’in altına düşürme politikasından vazgeçmezse zaten büyüme kendiliğinden düşecektir.
ORTA GELİR TUZAĞI NEDİR
Koç Üniversitesi iktisat profesörlerinden Sumru Öz’ün, bu konuda kaleme aldığı makaleye göre “Orta Gelir Tuzağı” şudur: Eğer bir ülkenin kişi başına milli gelirinin, ABD’nin kişi başına milli gelirinin belli bir yüzdesi (kabaca yüzde 20) dolayında çakılıp kalmasına “orta gelir tuzağına” düşmek deniyormuş. Makalede, Dünya Bankası raporlarına göre Türkiye, 1960’dan beri orta gelir tuzağındadır. 1960-2010 yılları arasındaki 101 ülkenin kişi başına milli gelir değişimleri kıyaslamasında da Türkiye yine “orta gelir kümesinin” tam ortasında yer almaktadır. Yani 50 yılda, mutlak rakamlarla zenginleşmiş olmakla birlikte, başka ülkelerin başarılarına göre Türkiye’nin nispi pozisyonu değişmemiştir. Dolayısıyla sorun, orta gelir tuzağına düşmemek değil, zaten düşülmüş bulunan tuzaktan nasıl kurtuluruzdur. Sayısal hedef Türkiye’nin kişi başına milli gelirinin, ABD’nin kişi başına milli gelirinin yarısını geçmektir.
TUZAKTAN NASIL ÇIKILIR
Dünya Bankası raporlarına göre tuzaktan çıkmak için üç dönüşümün gerçekleşmesi gerekiyor. Bunlardan birincisi, üretim ve istihdamda çeşitlenmenin önce yavaşlayıp, uzmanlaşma arttıkça tersine dönmesidir. İkincisi, sanayide kapasite artıran yatırımlardan çok inovasyon yatırımlarına ağırlık verilmesidir. Üçüncüsü şart ise, işgücünün yeni teknolojilerine uyum gösterecek şekilde eğitilmesiyle yetinilmeyip, yeni teknoloji yaratacak yetenekte geliştirilmesini hedeflemektir. Bu üç dönüşümün ortaya çıkabilmesi ise, kurumsal reformların yapılmasına bağlıdır deniyor.
Pek tabii Sayın Draghi’nin benim Hürriyet’te yazdıklarımdan ve TV’lerde söylediklerimden haberdar olması mümkün değildir. Dolayısıyla, Draghi’nin aldığı kararların varsa onuru ve sorumluluğu kendisine aittir. Anlayacağınız üzere Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) “sorunlu ülkelerin üç yıldan kısa vadeli devlet tahvillerinden sınırsız miktarda satın alma” kararını doğru buluyorum.
OLMAYANA ERGİ YÖNTEMİ
Hatırlayacağınız üzere “nelerin doğru olmadığını saptayarak, neyin doğru olduğuna bulmaya” olmayana ergi yöntemi denir. Olağanüstü durumlarda ve kısa süreli olmak dışında, devletler, reel milli gelir büyümesi oranından yüksek faizle borçlanmaz. Böylesi bir faiz fiyatıyla borç çevirmenin sonu yoktur. Çünkü bu hal “Kamu Borcu/ Milli Gelir” yüzdesini durduk yerde yükselir. Bu oran yükselmesine engel olmak için yüksek miktarlarda “faiz dışı fazla” vermek gerekir. Bu, yüksek vergilendirmeyle, halkın ümüğünü sıkmaktır. Ümüğü sıkılan halk harcamalarını keser ve milli gelir düşmeye başlar. Bu durumda en kötü tablo oluşur. Yani hem kamu borcu artmakta hem de milli gelir düşmektedir. Bu, sonun başlangıcıdır. Ülkenin acze düşmesi, yani göndere beyaz renkli “borçlarını ödeyemiyorum” (defolt) bayrağını çekmesi kaçınılmaz olur. İspanya ve İtalya’nın defolta düştüğü bir AB, kâğıt üstünde bile varlığını sürdüremez. Bunun şakası yoktur.
TÜRKİYE DENEYİMİ
Türkiye benzeri durumu en son 2002’den sonra yaşadı. “Kamu Borcu/ Milli Gelir” oranını buna rağmen düşürdü. Ama bunun için devletin içeriden ulusal parayla borçlanması yerine, özel sektörün dışarıdan yabancı parayla borçlanması belasına razı olunmuştur. Bu da yetmemiş devlet varlıkları yabancılara satılmış ve işletme imtiyazlarıyla devletin müstakbel gelirleri peşin paraya kırdırılmıştır. (Örnek: Araç Muayene İstasyonları veya PTT, v.s.)
ALMANYA EURO’DAN ÇIKMAYACAKTIR
Avrupa Merkez Bankası’nın, sınırsız miktarda sorunlu devletlerin, kısa vadeli tahvillerini satın alarak, İspanya ve İtalya’nın kamu borçlanma faizlerinin düşürülmesi, bir yıldır gündemdedir. Alman Merkez Bankası Başkanı Jens Weidmann ki aynı zamanda Avrupa Merkez Bankası’nın en önemli Yönetim Kurulu üyesidir, bu çözüme “bu düpedüz para basmaktır, enflasyon yaratır” diyerek karşı çıkıyordu. Euro’nun şartlarına uyamayanlar, Euro’dan çıksın diyordu. Draghi taşını oynadı. Hamle sırası Weidmann’da. Ya mademki siz çıkmadınız, öyleyse Almanya Euro’dan çıkacak diyecek (ki demeyecektir) ya da bu projenin başarısı için elinden geleni yapacaktır.
Yapılan zam ortalama % 15 oranındaymış. Bu zamlarla (eskiden fiyat ayarlaması denirdi) birlikte, çoklu bilet alımları ile elektronik bilet kullanımını teşvik etmek amacıyla fiyat farklılıkları arttırılmış. Mesela İDO, şehir hatları, özel deniz motorları ve raylı sistemlerde “jeton” fiyatı, 2 liradan 3 liraya yükseltilmiş. Bu da % 50 zam demek oluyor. Aynı araçlarda geçerli elektronik biletlerde 10 geçişlik bilet 23 liradan 28 liraya çıkartılmış. Zam oranı % 21. Ancak aylık mavi kartlarda tam bilet 140 liradan 155 liraya, öğrenci 70 liradan 75 liraya, öğretmen/yaşlı kart fiyatı da 80 liradan 90 liraya yükseltilmiş. Bu durumda ortalama zam oranı kabaca %10 oluyor. Eğer geçen bir yılda başka zam yapılmamış ve önümüzdeki günlerde ikinci bir zam yapılmayacaksa, yapılan fiyat artışları enflasyonla paralel demektir. Gençlerin, bu zamları protesto için para vermeyip turnikeler üzerinden atlamasını onaylamıyorum.
BAYRAMDA BELEŞ, SONRA ZAM
Ben “halk” değilim. Yani dar ve sabit gelirliler kümesine girmem. Ben halkın zihnini okuyan siyasetçi de değilim. Dolayısıyla halkın nasıl düşündüğünü bilemem. Bu sebeple bazı yorumlarım havada kalabilir. Mesela parayla geçilen köprülerin ve yolların bayram günlerinde parasız olmasını “halkı kandırmaca” olarak görürüm. Çünkü bayram günlerinde de köprü ve yol işletmenin maliyeti vardır. Hatta artarak devam etmektedir. Beleşçiliğin, iktisat ilmine göre tanımı, “milli gelirin yeniden dağıtıma tabi tutmasıdır”. Yani devlet isterse, halkın bir kısmının cebinden para alıp, bunu diğer bir kesimin cebine koyabilir. Zaten devletin önemli işlevlerinden biri de “milli geliri, dağılımı daha eşitlikçi olsun” diye yeniden dağıtıma tabi tutmaktır. Amenna. Ama İstanbul’da oturmadığı için köprüden geçmeyen Yozgatlının cebinden para alıp bunu köprüden geçen özel araba sahibi İstanbullunun cebine koymanın âlemi var mıdır? Hele, hele köprüler tamirdeyken, köprü geçişlerini zamlı hale getirmek yerine, parasız yapıp, köprü geçmeyi teşvik etmenin, faturayı da geçmeyenlere kesmenin anlamı nedir? Bunu anlamak için “usta” olmak gerekir.
CHP ZİHNİYETİ
CHP, yapılan zamları, iptal edilmesi istemiyle “İdare Mahkemesi”ne götürme kararı almış. Yani demek istiyorlar ki; kamu tarafından sağlan hizmetlerin fiyatlarını seçilmiş kamu yöneticileri belirleyemez. Bunlar yargı denetimine tabi olmalıdır. Her ne kadar bugünkü CHP’nin “Cumhuriyet devrimlerin bekçisi” eski CHP ile pek bir ilgisi kalmamışsa da, görüyoruz ki; iktisadi dünya görüşünde CHP’de bir değişiklik yok. Bugün belediyenin doğrudan veya dolaylı olarak kent halkına sunduğu toplu taşıma hizmetinin fiyatlarını yargıçların belirlemesini isteyen zihniyet, yarın özel sektör tarafından üretilen et, süt veya ekmek fiyatlarının da “zaruri ihtiyaç maddeleri” olduğu gerekçesiyle mahkemelerce tespit edilmesini isteyebilir. Benim tercihim, CHP’nin “iktisadi politikalarını” halka mahkeme kararlarıyla değil doğrudan anlatmasıdır. İdare mahkemeleri de, bu davaları bizim görev alanımıza girmez diye ret etmelidir.
Son Söz: Rol çalanın, rolünü çalarlar.
Bunu Nobel iktisat ödüllerinin çoğunu, Amerikalı iktisatçıların kazanmasından anlıyoruz. Ancak geçmişte, özellikle Avusturya ve İngiltere’nin de büyük iktisatçılar yetiştirdiğini unutmamak gerekir. Mesela Avusturya, bir ekoldür. Yani iktisatta bir “Avusturya Mezhebi” vardır. Mesela Rusya sosyalizmi büyük bir iktisat mezhebi hatta ayrı bir iktisat dini haline getirmeye çalışmıştır. Malezya’da da İslami İktisat mezhebi geliştirilmektedir. İktisattaki önderliğine rağmen bir “Amerikan İktisat Ekolü” yoktur. Pek tabii Amerikan iktisatçıları serbest piyasacıdır. Ama yol göstericilerden Chicago ile MİT (Massachusetts Institute of Technology) mezhepleri arasında yaklaşım farkları vardır. Chicago, iktisadi sorunların tümünü, MIT ise çoğunu “piyasalar” halleder dermiş. ABD’de Cumhuriyetçiler “Chicago Mezhebi”ne Demokratlar “MIT Mezhebi” bağlıdır. Bu farklılık, Türkiye’deki “devletçilik” ve “özel sektörcülük” mezhep ayrışmasına benzer bir yapıdır.
MEVZUAT, GİRİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜNÜ MÜ KISITLAR, YOKSA SERBEST TEŞEBBÜS SİSTEMİNİ GÜVENCEYE Mİ ALIR?
Avusturya Mezhebine göre “Serbest Piyasa” sisteminin asıl adı “Serbest Girişim”dir. Belki de bununla, “serbestlik girişimde olmalı, ama serbest piyasa mekanizmalarına pek güvenmiyoruz” denmektedir. İktisadın bir numaralı uğraşı “kaynakların (paranın) tahsisi” sorunudur. Bu problemi en iyi piyasalar çözer denir. Ancak serbest piyasada girişimcilik “başkalarının parasıyla” iş yapmak demektir. Başkalarının parası ise bankalardadır. Kapitalist sistemin en sık arıza çıkaran parçası finans sektörü veya kısaca bankalardır. Bu yüzden iktisadi krizler hep finans kesiminden çıkar. Son yaşanan olaylardan sonra kapitalizmin ana sorunu “kriz oluşumuna” meydan vermemek için, başta bankacılık olmak üzere bütün piyasaların “düzenlenmesi ve denetlenmesi” haline dönüştü. Bu amaçla sürekli yeni mevzuat (regülâsyonlar) yürürlüğe sokulmaktadır. Bir bakıma “serbestliği koruma adına” serbestlikler kısıtlanmaktadır.
YENİ LİBERALLİK, YENİ DEVLETÇİLİĞE DÖNÜŞÜYOR
Yine o kadim meseleye geldik çattık. Atalarımız ne demiş, her şeyin mutedili iyidir. İfrattan da tefritten de sakın kendini. Açıktır ki; kapitalizm için hem girişim özgürlüğü olacak, hem de “piyasaların” doğru çalışması için düzenleme ve denetleme yapılacaktır. Buna yeni liberallik denebilir. Ancak düzenleme ve denetlemede çok ileri gidilirse ki; gidiliyor, bu sistemin adı artık “yeni devletçilik” olur. Yeni devletçiliğin serbest piyasa ekonomisine zarar verecek kadar hızla gelişmesinin ana sebebi “düzenleme ve denetleme” kurumlarında görev alanların ve onları o göreve getirenlerin “iktisadi gücü” elinde tutmanın dayanılmaz keyfine varmalarıdır.
Son Söz: Hiçbir kötü insan, iyilik yaptığına inanan kadar kötülük yapamaz.
Bu cumhuriyet üç sütün üzerine inşa edilmişti. Bunlardan birincisi “tam bağımsızlık”, ikincisi “laiklik”, üçüncüsü ise “tek millet” olmaktı. Bu üç sütun da yıkılmıştır. Geçenlerde, Ergenekon davası dolayısıyla, ifadesine başvurulan eski genelkurmay başkanlarından Hilmi Özkök şöyle konuşmuştu: “2002 yılında AKP iktidarı kurulduktan sonra, “ben dâhil” Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları arasında bir tedirginlik oluştu. Bu kişilerin eski söylemlerine bakıldığı zaman, acaba Türkiye’de kötüye doğru gidiş olur mu? diye endişelenmiştik.” Türk Ordusu’nun fikir yapısı göz önüne alınırsa burada “kötü” den kastın “laiklikten ve mili birlikten vazgeçme” olduğu açıktır. Demek ki; herkes olayların neye gebe olduğunu biliyormuş. Daha da acı olanı, Suriye’deki iç savaş öncesi ve sonrasında Türkiye’nin takındığı tavrın “tam bağımsızlık” ilkesinin çoktan yürürlükten kalktığını göstermesidir.
1923’TE KURULAN CUMHURİYET, İLELEBET PAYİDAR OLABİLİR MİYDİ?
Olanlara bakılırsa, olamazmış demek gerekir. Nitekim olamamıştır. Zaten sıkça söylendiği üzere “tarihte ne olmuşsa, başka türlü olamadığı için öyle olmuştur” ibaresi de bizi bir yerde, tatsız da olsa, bu gerçeği olduğu gibi kabullenmeye zorlamaktadır. Netice itibariyle, Türkiye demokratik bir ülke olmuştur ve meydana gelen değişim, halkın iradesiyle orta çıkmıştır. Ancak yukarıdaki fatalist “yani ne olmuşsa, başka türlü olamadığı için öyle olmuştur” önermesi, tarihte ne olmuşsa iyi olmuştur demek değildir. Nitekim kaderci mantıkla kötü şeyler de “başka türlü olamadığı için öyle olmuştur” denebilir. Ama olanı kabullenmek ile olanı onaylamak apayrı şeylerdir. Olan biten karşısında bir şey yapıp yapamamak da bir başka konudur. Tavır veya eylem koyarak sonuç almak zemin ve zamana bağlıdır.
CUMHURİYET TOMBALADAN ÇIKMAMIŞTIR
Devletin bekası için, “bağımsız ve laik tek bir ulus olma” fikri, kurucu atalarımızın keyfi bir tercihi değildir. Bu, olayların zoruyla ortaya çıkmıştır. Cumhuriyeti kuranlar, zaten “çok milletli” Osmanlı Devletinin önde gelen insanlarıydı. Hepsi dini eğitim almıştı. Çoğu Kuran’ı orijinal metninden okuyup anlayacak kadar Arapça biliyordu. İslamiyet onların üst kimliğiydi. Bunların hepsinden daha önemli olan “dış borca batarak”, Büyük Devletlere iktisaden bağımlı olmanın ne getirip ne götürdüğünü biliyorlardı. Müflis Osmanlı bir hami peşindeydi. Sonunda, Almanya’nın dümen suyunda Birinci Dünya Harbine girdi, acı bir şekilde yenildi ve bölündü. Onlar, bunları “hakken” öğrenmişlerdi. Bu deneyimden çıkardıkları sonuçla, Cumhuriyet’in “bağımsız, laik ve tek milletli” olarak inşa edilmesine karar verdiler. Pek tabii bu bir ülküydü yani uzun erimli bir vizyondu. Suna Kıraç’ın sözlerini ödünç alarak ifade etmem gerekirse, “Cumhuriyet, kurucularının ömürlerini aşan bir idealdi”. Türkiye Cumhuriyeti’nin tasarım ilkeleri doğruydu. Ama savunulması zordu. Bozulması da kolay olmuştur.
Son Söz: Borçlu ülke yok olmaz, bağımsızlığını yitirir.
Bizler de bu kişilerin konuşmalarını medyadan izleriz. Bırakın iş adamlarını, zaten iktisadi sorunlar karşısında iktisatçılar tarafından söylenenlerin dahi çoğu ya yanlıştır ya da konuyla ilgili değildir. Dolayısıyla, iş adamlarını iktisaden tutarsız konuşmasını hoş karşılamak gerekir. İş adamları genelde iktisattan hazzetmez. Çünkü iktisat bilgisi, insanı kötümser yapar. Hâlbuki iş adamı iyimser olmalıdır. Zaten bulundukları ortamın şartları, onların iktisatçı gibi düşünüp davranmasına izin vermez. Deneyimleri onlara iktisadi bilgi birikimi sağlamaz. Olan bilgilerini de “hayatın gerçeklerine uymuyor” diye zihinlerinden kovarlar. Gerçek şudur ki; bir kişinin iş hayatında başarılı olması için iktisat bilmesi gerekmez. Nasıl iktisatçılardan iş adamı çıkmazsa, iş adamları da iktisatçı olamaz. Başarılı bir iş adamı olmak için üretim, pazarlama ve yönetim bilgi ve becerisine sahip olması şarttır. Bunlardan daha önemlisi, özellikle atılım yapmak isteyen iş adamlarının, iktidardaki siyasi partiyle iyi geçinmeyi hatta onun gözüne girmeyi becerebilmesidir. Fırsat yakalamak isteyen iş adamı, iktisadi makale değil, teşvik ve vergi kolaylıkları için “Resmi Gazete” okumalı ve Ankara ile teması kaybetmemelidir.
BANKACILAR VE İKTİSAT
İş adamlarının, iktisat bilmelerine gerek olmadığını anlamak kolaydı. Bunu sanayi yöneticiliği yaptığım dönemde bizzat yaşayarak öğrenmişimdir. Hürriyet gazetesinde biraz da tesadüfen ekonomi yazarlığına başladığım 1983’ten bu yana bankacıların da iktisatla başlarının hoş olmadığını gözlemledim. Meğer aynen iş adamlığında olduğu gibi, başarılı bankacılık yapmak için iktisat bilmek gerekmiyormuş. Bunu geç idrak ettim. Doğaldır, çünkü bankacılık da bir iş dalıdır, bankacılar da iş adamıdır. Hatta iktisat bilgisinin, bankacıkta ilerlemek isteyenler için bir ayak bağı olduğuna kanaat getirdim. Çünkü bankacılıkta başarı “riskli ve yüksek getirili pozisyon” almaktan geçiyordu. Nitekim en cebbarları başrolde olmak üzere Amerikan’ın efsane bankacıları, geliştirdikleri “kaldıraçlı türev ürünlerle” iktisadi kriz çıkardılar. Bunu, 2008 yılında hepimiz gördük. Özetle; eğer bankacılar iktisat bilip ona göre davransalardı kriz çıkmayacaktı. Ama onlar da para kazanamayacaktı. Günün sonunda ”makro dengeyle” alay eden kararlar alarak, bindikleri dalı kestiler. Ancak ne gam! Devlet Hızır gibi geldi ve bankaları kurtardı. Bankacılar da “ekonomiyi batıran kararları” aldıkları yıllarda cebe indirdikleri primlerin tek kuruşunu kaybetmeden lortlar gibi yaşamaya devam ettiler.
EKONOMİ FAZLA SOĞUDU MERKEZ BANKASI “ISITMA”YA GEÇSİN
Geçen haftanın “patlangaçlı” ekonomi haberi, iş adamlarının, ülke ekonomisinin gidişatından yani iç piyasa daralmasından duydukları endişeyi belirterek Merkez Bankası’nı göreve çağırmaları oldu. Önerileri faizlerin düşürülmesiydi. Hatta merak etmeyin “faiz inince döviz fiyatı fazla artmaz” diye merkez bankacılarını yüreklendirmeyi de ihmal etmediler. İşin ilginç yanı, bundan bir süre önce de “yabancı ve yerli bankacılar” ekonomideki gidişattan endişe duyarak yani “dışarıdan sıcak para gelmez” sanarak, Merkez Bankasını faizleri yükseltmeye davet etmişlerdi. Anlaşılan Merkez Bankası da “koridor genişleterek” hem bankacıları ne de iş adamlarını memnun etmek istiyor ama edemiyor.
Son Söz: Cari açık olmasa, ekonomiyi idare etmek kolay olurdu.