25 Haziran 2005
Otomobil kullanırken memleketi nasıl kurtarsam diye deriiin derin düşünen kimi arkadaşlar aşağılasa da biz yine İkitelli ile Taksim, vs. arası trafikte sıkışıp bunaldıkça, şarkılardan fal tutmaya devam ediyoruz. Neylersiniz, bizim eğlence izanımız henüz ilkokul diplomasını alabilmiş değil. Tabirin kendisinden tiksinsek de, ne olur ne olmaz hesabına içimizdeki çocukla arayı iyi tutmaya çalışıyoruz. Cahiliz üstelik avam zevklerimiz filan var.
Neyse işte...
Bana bir ara dalga geçer gibi ha bire Funda Arar’ın Aşksız Kal’ı çıkıyordu. Fenalık geçirmeme ramak kalmıştı.
Tam o krizi atlattık diye sevinirken, bu sefer de ne hikmetse şansıma paso Bendeniz’in ‘Aşk Yok Mu Aşk?’ albümünden ‘Kırmızı Biber’ adlı şarkı düşer oldu iyi mi!
SEVGİLİ KADER BEY/HANIM (?)
Müsaadenizle huzurunuzda kaderden bir ricam olacak: Kader Bey-Hanım (?), ben artık öyle gözünü kan bürümüş aşklarla cebelleşmek istemiyorum.
Geçmiş manitalara selámet dilemek, kendi yoluma da mümkün mertebe iç huzuruyla devam etmek arzusundayım.
Ayrıca acı yemem, isotla hiiiç işim olmaz, kimsenin ağzına kırmızı biber filan sürmek gibi bir niyetim de yok. (Hani yani, ‘Hayat mı sana söylüyor o şarkıyı, sen mi hayata’ meselesine girecek olursanız diye...)
Dolayısıyla bu ikinci ‘ağzı köpüren aşklı şarkı’ krizini de atlatmak nasip olursa, bir dahaki sefere şöyle tatlı, şekerli, şerbetli, hoşaf kıvamında bir şarkı rica edeceğim.
Hayır yani, arkadaşların her gün ayrı bir şansı oluyor. Gününe göre astrolojik fal modeli. Benim durumumsa sabit ve sakat. Onlara var da bize yok mu? Ha bire aynı nakarat... Benle özel bir derdiniz olabilir mi?
Neyse ya...
Esas ismi Deniz Çelik olan Bendeniz’in sekizinci albümünün çıkış şarkısı Kırmızı Biber’in müziği Bendeniz’e, sözleri ise Aysel Gürel’e ait. Ki bildiğimiz kadarıyla Bendeniz, ilk kez birinden güfte alıyor.
Malûm, insan bir kez yaftayı yemeyegörsün, sıyrılması zordur. Ve yine bildiğiniz üzre, camiaya girdiği günden beri Bendeniz’e dair iki ‘büyük’ konu vardır:
1) Sesiniz Sezen Aksu’ya ne kadar benziyor. Bu durumdan ne zaman sıyrılacaksınız?
2) Gay barlara takılıyormuşsunuz; lezbiyen misiniz?
Bitmedi gitti bu muhabbet yani. Kadın sekizinci albümüyle piyasada, sanki gay bara gitmek çok acayip bir durummuş gibi, bıkmadan usanmadan hálá aynı soru.
Valla biz de dönem dönem takılırız gay barlara. Gayet eğlenceli yerlerdir. Hararetle tavsiye edilir. Yolunuzu düşürürseniz göreceksiniz ki oralarda kolunuzu salladığınızda bir şöhrete çarpar. Yanisi Bendeniz Hanımefendi, bir istisna değildir.
Elálem uzaya koloni kuracak, biz hálá; ‘Ay gay barda görülmüşsünüz, yoksa siz marjinal felan mısınız?’ muhabbetinde...
Bendeniz Hanımefendi, bu durumdan illallah getirmiş olacak ki Kırmızı Biber’in klibinin sonunda pek yakışıklı bir beyle duşa giriyor. Gerçi duşun altına girdiği sırada Bendeniz Hanımefendi boğazına kadar giyinik. Öyle ki üzerinde bir paltosu eksik ama olsun. O kadar mahremiyet kadı kızında da olur; Bendeniz’de hayda hayda olur tabii... Neticede o duşa, beyefendiyle satranç oynamak üzere girmediği muhakkak yani...
MALUM HOMO-HETERO GEYİĞİ
Velhasıl, bir erkekle duşa girildiğine göre, şu homo-hetero muhabbetinden bir mola alabiliriz artık, değil mi?
Duş hadisesinin haricinde Bendeniz, klip boyunca muhtelif açık ve kapalı mekánlarda dans ederek (mühür basma figürü tabii ki mevcut) şarkısını söylüyor. Ekstra enteresan bir durum yok yani:
‘Bastım mühürü, e görecek gününü / Arayıp soracak, tek tek bakacak / Evirip çevirip düşecek elime / Canını yakarım, e hadi gör bakalım / Bal döken diline kırmızı biberi / Sürmedim ama sürerim bu defa...’
Yine yüksek müsaadenizle, şu yazıyı, Kader Hanım/Bey’e (Sormayın bugün hayat bize cinsiyet derdinden göründü!) ricamı tekrar ederek bağlamak arzusundayım:
Sevgili Kader Hanım/Bey; isot olayını hatırınızda tutmanızı rica edeceğim. Bir süre beddualı, meydan okumalı, tehditli, şantajlı şarkıları arkadaşlara havale ediniz. Bakın onların aralarında acılı Adana hastası olanlar var. Bazıları leblebi gibi acı biber turşusu yiyor hatta. Biraz da onlar acılı şarkılarla hasbıhál olsunlar.
Hayat bu di mi; sırayla yani?.. İstirhamımdır... E mi azizim?
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2005
Haziranları sevmez oldum, haziranlardan korkar oldum.<br><br>Teşvikiye Camiinin bahçesine eni konu küskün ve sitemkár gözlerle bakar oldum. Son yıllarda, Haziran dedi mi illa ki arkadaşlarla, tanışlarla, ortak bir sevdiğimizi ebedi istirahatine yolcu etmek için bir camiin avlusunda buluşuyoruz. O cami de niyeyse genellikle Teşvikiye Camii oluyor.
Herhálde o yaşlara geldik artık. Sevdiğimiz insanların başka bir áleme göçebileceğini hesaba katmamız gereken... Biliyoruz, her ölüm erken ölümdür de... Berran da daha 51 yaşındaydı be.
Üstelik o melun hastalıktan dolayı, kötü haberlere de hazırlıklıydık güya...
Ne bileyim işte...
Berran Tözer’i tanıyıp da sevmeyen kimseyi tanımıyorum. Öyle birileri varsa da ben bilmiyorum.
Son bir yıldır aynı sokakta oturuyoruz. Kanser olduğunun haberini yeni almışız. Arada İzmir’e gitmiş, dönmüş. Eve her zamanki gibi geç döndüğüm akşamlardan bir akşam, baktım ışıkları yanıyor. Ardına kadar açık pencereden sarkıp heyecanla kollarını sallayarak ve içeri çağırdı.
Haber düştüğünden beri ilk kez karşılaşıyoruz. Ben cümlelerden cümle beğenmeye çalışıyorum. Kelimeleri kafamın en hassas terazisinde tartıyorum.
Böyle bir durumda ne denir?
Söylenecek her laf kulağa nafile, hakaretamiz gelebilir...
Gelin görün ki onun háli benim salaklığımın, sokağından bile geçmiyor.
Berran, görülesi en sevimli ve fakat taş gibi de, mıh gibi de bir inatla, hırsla, hınçla, kanser denilen illeti nasıl suya götürüp susuz döndüreceğini, kanserli her hücreyi ağzını burnuna katmacasına döveceğini anlatıyor.
Tabiri caizse, oturmuş beni avutuyor, bana cesaret veriyor.
Elimizde viskiler; on dakikaya kalmadan mevzu dedikoduya sardı; kıkır kıkır gülüşmeler...
Kansere bir konu başlığı olarak tenezzül etmiyordu Berran. Son günlerine kadar da dudaklarından tebessümü, elinden de beyaz şarap kadehini düşürmedi.
Cenaze çıkışında hemen herkes kapağı bir yere atmış, kafayı çekmeye başlamıştı. Terk-i álem eylemiş birinin ardından, onun adına konuşmak kolay, hatta belki haddini aşan bir terbiyesizlik ama... Zannediyorum ki Berran, bu şekilde yad edilmeyi tercih ederdi.
Şehir efsanesi gibi dolanan bir hikáyesi vardır meselá. Seneler önce Sting, İstanbul’a gelecek. Berran ve iki dostu da ne yapsalar ne etseler de Sting’i şöyle mükellef bir parti ortamında ağırlasınlar derdindeler.
Olur mu, altından kalkabilir miyiz, nasıl olacak, nerde olacak derken, fanteziden yola çıkıp, kotarılması gereken bir programa doğru ilerleyen muhabbet şu şekilde bir şey:
‘Amaan n’olucak canım. Evlerin birinde içeriz işte.’
‘E, kimler gelecek?’
‘Canım, işte, sen, ben, Sting...’
Böyle şahane bir ablaydı. Zarif, son derece kültürlü, bir yanıyla fevkalade asil ve o hanımefendi görüntüsünün ardında had safhada çıtırdak, fırlama, komik ötesi...
Haziranlara kılım abi.
Hayattan tat almayı bilen insanlar gittikçe, inadına, onlar adına da, üç-beş kişilik yaşamak gerektiği gibi bir hisse kapılıyor insan. Zincirinden boşalmış gibi, kudurmuş gibi, yarın yokmuş gibi... Ki yok zaten...
Cenazenin akşamı, Kilyos Solar Beach’teki Rock İstanbul’a gittik mi gittik. 110’u, Megadeath’i, Garbage’ı izledik mi izledik.
Ay doluna çalıyordu ve kadehimizi yıldızlara doğru kaldırdık ve Berran’a, neşeli görünmesine gayret ettiğimiz bir göz kırptık.
‘Partiliyoruz Berran. Canım, bilirsin işte. Sen, ben, Shirley!’
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2005
Yıllardır gitmek için didinir dururum, her seferinde bir terslik çıkar. Nihayet şeytanın bacağını kırmak nasip oldu fakat. Dünya gözüyle Mardin’i görebildik, şükür. Vesile?: Turkcell ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin güç birliğiyle ‘Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları’ sloganıyla 2000 yılında başlanan ve bugüne dek 41 ilde 5000 kız öğrenciye burs imkánı sağlayan Kardelenler projesi...
Geçen haftasonu Mardin’de bir karne törenine katıldık. Mardin bir yandan, kızlar bir yandan... His budalası olmuşuz; Belgin Doruk Belgin Doruk ağladık durduk...
Hatta liseli kardeşlerimizden birine karnesini, takdir belgesini (Evet, karnemiz takdirnameli efen’im...) ve ödülünü de verme şerefine nail olduk.
YER GÖK BİR NE DEMEKMİŞ ANLADIM
Tüm tahsil hayatım boyunca, bırakın karneyi, diploma bile alırken böyle heyecanlandığımı hatırlamıyorum yemin ederim.
Bütün haftasonu bir rüya gibi geçti. Zaman, mekán, boyut, her şey birbirine karıştı. Bir hafta geçti, bünye hálá kendine gelemedi.
Söz konusu Mardin’se, konu uzmanı Emel’dir (Armutçu). Her zaman söyler zaten, giderken yolda da aynı şeyi söylüyordu:
‘Ruhun arınacak. Göreceksin.’ Yanılmamış. Nadir yanılır zaten.
Benim deniz olmayan yerde uyuzum kaşınır. Emel hep diyordu ki, ‘Deniz olmadığı hálde denizi aramayacağın yegáne yer.’ Haklıymış.
Bir falezden denize bakmak gibi Mardin’den Mezapotamya’ya bakmak. Ufuk denen şey yok; ‘yer gök bir’ ne demekmiş anladık.
Olağanüstü, büyüleyici bir şehir. Gelin görün ki bir yandan güzelliği karşısında hayranlığa gark olurken, bir yandan da sinirden kuduruyorsunuz.
Zira bütün şehir 1970’ten beri sit alanı olmasına rağmen, o güzelim eski binaların arasına, çürük diş gibi duran beton binalar dikmekten de geri durmamış yurdum dingilleri.
Nasıl oluyor, olabiliyor, bilinemiyor...
Gerçi herkesin ismini büyük sitayişle, sevgi ve saygıyla andığı Vali Temel Koçaklar’ın bu binaları yıkmak, olmadı Mardin taşlarıyla kaplamak üzere çalışmaları sürüyormuş.
Yine de orada bulunduğumuz sırada birtakım sakil inşaatların sürdüğünü, yeni garabetlerin dikilmek üzere olduğunu bizzat gördük.
Deyrul Zaferan Manastırı’nı, Kırklar Kilisesi’ni, Mardin Sokakları’nı, abbaraları, Ulu Cami’yi ve çarşıyı dolaştıktan sonra karne töreni için Kasımiye Medresesi’ne doğru yola çıktık.
MURATHAN MUNGAN’IN MARDİN’İ
Akşam yemeğini Cercis Murat Konağı’nda yedik ve anladık ki Mardin’in gecesi de bir başka álem.
Boğaz’ı izlemek sanki... Gerdanlığı andıran iki ışık şeridi; dibinde Mardin, ileride Suriye... Arada bir kara boşluk, kapkara bir deniz gibi... Yıldızlar başının üstünde demeyelim, burnunun dibinde.
Mahlep şarabının da etkisi olsa gerek; (Gerçi biraz fazla tatlı geldi, biz sonra rakıya döndük ama...) ha bire elimi uzatıp ayı avuçlamaya çalışıyorum.
İlkokulda beden derslerinde zıplayıp elma topluyormuş gibi yapılan bir hareket vardır ya, ben, Ay’a doğru öylesine hamle yapan bir salak...
Murathan Mungan’ın Paranın Cinleri’nde (Bu arada, o da ne kitaptır. Kitabın içindeki Mehtaplı Günlerde Hep Seni Andım’ı her okuduğunda ağlar mı insan; ağlarım...) Mardin için şöyle yazar:
‘Mardin’de ben taşların dilini öğrendim. Gökyüzünün yakınlığını ve uçsuzluğunu. Sapakları, açmazları, dorukları, yalnızlıkları. (...) Bir başkasının memleketini, örneğin: Lorca’nın Granada’sını, Pavese’nin Piomente’sini bunca anlamamı Mardin’e borçluyum. Mardin benim tutku derecesinde sevdiğim bir şehir. Orada hep yabancı oldum. Hep öteki kişi. Oranın o kadar yerlisiydim ki, bu ‘asri zamanlar’da yabancı kalıyordum. Yıllar sonra bir arkadaşım bana ‘sen, batılı bir Mardinlisin’ dediğinde çocuklar gibi sevinmiştim.’
Lorca’nın Granada’sı, Pavese’nin Piomente’si, Murahtan Mungan’ın Mardin’i...
Bizim hálimiz de bir komik tabii... Doğuya yolu düşünce oryantalist bir bakışla otantik güzellikler karşısında öööyle salak salak ucuz edebiyata düşen batılı modeli...
Mardin, büyüleyici olmasına büyüleyici bir şehir. Taşın ve dinlerin şehri... Gelin görün ki iman ruhu beslese de taş dediğiniz yenmiyor.
Ve bölge halkı yoksulluktan kırılıyor.
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Başkanı, heykeli dikilesi Türkan Saylan’ın temennisinin gerçekleşmesi adına dua etmekten öte, bir şeyler yapmak gerekiyor:
‘Türkiyemiz’de, eğitimin önemini algılamış 20 kurum daha genç kızların okullaşmasında katkı sağlayabilse ve 100 bin kıza daha burs katkısı yaratabilsek, eminim ki ülkemizdeki pek çok sorunun çözümünü sağlayabiliriz.’
Kızlar, üzerlerine düşeni yapıp takdirnamelerini aldılar. Büyüklerin de takdirlerini bekleriz...
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2005
İsmini Kadıköy-Taksim hattındaki otobüsün numarasından alan -ki özellikle lise ve üniversite çağlarındaki gençler için takdir edersiniz ki mühim bir hattır- 110’un klibini, bir daha, bir daha, bir daha yakalamak için gün boyu Dream TV’nin başındaydım. 110’un, Atomların Harika Hayatı isimli albümünün çıkış şarkısı olan Bitti Mi’ye çekilen o karanlık, şizofrenik, nörotik klip...
Atomların Harika Hayatı, son zamanlarda sayıları gittikçe artmakta olan ve ruhumuza su serpen rock albümlerinden.
Söz, müzik ve düzenlemelerde tüm şarkıların Candan Tezel (vokal ve bilgisayar) ve Ozan Yılmaz (klavye ve bilgisayar) imzalı olduğu albümün stüdyo aşamasında beş kişi emek vermiş.
Önümüzdeki Rockİstanbul 2005 Festivali’nde Kurban’ın ardından, Kraftwerk’ten hemen önce sahne alacak olan ve canlı izlemeyi hevesle beklediğimiz 110, festival sahnesinde de yine beş kişi olacak.
Gitarist Mehmet Esemen, albümdeki çekirdek kadrodan, sabit bir isim.
BİTTİ Mİ? BİTTİ!
Gelin görün ki Nedim Ruacan (Evet, Neşet Ruacan’ın oğlu) askerde olduğu için davulu kim çalacak şimdilik bilemiyoruz.
Serkan Aktaş, maalesef çok vakitsiz bir şekilde terk-i álem eylediği için bası da... (Kimsenin acısını deşmemek adına, bu konuda saygıyla susalım, sessizce dağılalım dilerseniz.)
110, elektronik, metal, grunge ve elbette rock’ı harmanlayan genç bir grup ki hakikaten taze bir sesleri (Sound diyesimiz yok. Sound lafına gıcığız.) var. Yani illá ki berbat bir esprimsi şey ettirmek gerekse, ‘Sigara markası olsalar Yeni Harman olurlardı’ diyebilirdik. Üzerine de kendimizden tiksindiğimiz için yüzümüzü ekşitirdik.
Neyse...
Bitti Mi, şahane bir ‘Bitse de bitirdim, bitmese de bitirdim’ türünden ‘Baydın, kes ve ikile, tanışmayalım, görüşmeyelim’ şarkısı:
YİNE DEVRİN USTA
‘Bitti mi söyleyeceklerin? / Yıllarca biriktirdiklerin? / Buruşuk káğıtlar gibisin / Sen ve gereksiz cümlelerin...’
Şarkıda şizofren bir aşkın bahsi geçiyor. Diyeceksiniz ki aşk zaten şizofrenik bir durumdur.
O zaman ne diyelim? Eeem, aşk şöyle dursun, şizofreninin hakkını arslanlar gibi veriyorlar diyelim.
Klip de keza... Hem şizofrenik, hem poetik; gayetten başarılı.
Devrin Usta tarafından çekilen klibin performans bölümleri, (Bu arada iki hafta üst üste Devrin Usta’nın kliplerinden bahsediyoruz. Hayat bize oralardan görünmüş olsa gerek...) 16 mm. formatında çekilmiş.
YUMUŞATMAK BUYSA
Ve ‘Kilyos’ta, gece saatlerinde gerçekleşen çekimlerde yüksek kare tekniği kullanılmış. Sıralı ağaçlar, simetrik kadrajlar, hareketli ışık ve omuz üstü kamerayla da çekilen grup performansı, videonun ana oyuncusunun ‘şizofren aşk’ görüntülerini yumuşatmak amacıyla kullanılmış.’
Bültenden faydalanarak yukarıda yer verdiğimiz bilgiler doğrultusunda, klibin şizofrenik bölümlerinin ne mene bir şey olduğunu tahmin edersiniz artık!
Yani durumu ‘yumuşatmak’ için gece vakti, karanlık bir ormanda, ‘manik’ bir çekim gerçekleştiriliyor. O hesap...
Zira ‘şizofrenik aşk’ görüntülerinin ‘ana oyuncusu’ olan ablanın su altında fokurdayan mavi kanı (?) olsun, Roscha testini andıran görüntülerin akışı olsun, tepetaklak dönenip duran görüntüler olsun, ablanın saç-baş dağılmış hálleri olsun; her türlü unsuruyla klip, en şıkından bir deli gömleği giymeyi hak ediyor...
Klibin nihayetinde, ormana doğru, bir kelebek sürüsü uçuştuğunu görüyoruz. ‘Mutlu aşk yoktur.’ Bunu gayet iyi bilmemize rağmen, garibin ekmeği umut, şizofrenin ekmeği eblehlik düşüncesinden yola çıkarak, biz yine de bu sonu, mutlu sona yormayı tercih ediyoruz.
Tamam canım, biliyoruz: Kelebeğin ömrü bir gündür ve taraflar zaten papaz olmuş, ayrılmış. Ne mutlu sonu di mi?..
Ama öyle demeyin. ‘Sen yoluna, ben yoluma, cümlemize yeni yeni kelebekler... Ne şizofreni ne aşk biter; biri gelir, biri gider’ modeli bir gönderme olamaz mı yani?
..? (Muharrire bir an için durur ve saçmalamaktan yorgun düştüğünü fark eder.)
Çok güzel olmasına rağmen, bir süre bu klibi izlemekten imtina mı etsem ne? Yeterince psikopata bağlamıştık zaten, bir bu klip eksikti...
Bitti Mi? Bitti abi...
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2005
Pazartesi akşamı, Babylon’da ‘Bir Zamanlar’ serisinden çıkan albümlerin sonuncusu olan karışık albümün, aramızda <B>Eski Kırkbeşlikler </B>gecesi şeklinde anılan partisi vardı. Geçtiğimiz haftasonu bambaşka bir etkinlik için Mardin’deydim. (Ki bu konuyu bilahare uzun uzun açarız.) Dört beş gündür uyuduğum uykunun miktarı toplasanız 10-15 saati bulmaz. Demem o ki ortalıkta eşekten düşmüş karpuz kıvamında dolandığım için, partiyi es geçmeye kararlıydım. Yine de işte, alışmış kudurmuştan beter. Kıpraştı bünye... Kalktık gittik.
Babylon, Babylon olalı, böyle, yani bu tip bir kalabalık görmüş müdür bilemiyorum.
Bu satırların 33 yaşındaki yazarı, yaş ortalamasını dramatik bir şekilde düşüren üç-beş kişiden biriydi. Uzun zamandır kendimi böylesine genç hissettiğimi hatırlamıyorum.
Zira icracılardan ve izleyicilerden oluşan kitlenin yaş ortalaması, ben diyeyim 60, siz deyin 70...
Fakat tabii bir yandan o tepe sersemi hálimizle, ihtiyar delikanlıların ve cici ablaların dinamizmiyle kıyaslayınca, ruhen moruk tabir edilebilecek yegáne eleman da bizdik herhálde.
Erol Büyükburç, üzerinden kırmızı bir eşofmanla, elini yumruk yapıp zıplayarak; ‘Haydi gençlik hop hop hop’u söylüyordu, anlatabiliyor muyum?
Zuhal-Meral ikilisi yine bir örnek giyinmişler, pembelere bürünmüşler, bir de üzerine sarışın olmuşlar, lolipop gibiler...
Seyyal Taner’in ahvalini açmaya lüzum görmüyorum. İki şarkı boyunca kendisini izledim, o kafasını salladıkça, benim boynum tutuldu.
Erol Evgin, Atilla Atasoy, Yeşim, Ercan Turgut, Ayşe Mine, Funda, Zeliha, Coşkun Demir, Erkut Taçkın, Uğur Akdora...
Ben ne yaptım? Merak böcüğü sokmuş bir gazeteci olduğum için, dinlediklerim ve gördüklerimle yetinmeyip, başka konulara takıldım.
Meselá o dönemin şarkılarının ortak paydası, olmazsa olmazı olan ‘Lay lay lay’ın mucidi kimdir? Mikrofonun icadı kadar merak ediyorum, yemin ederim.
Sonracığıma... Benim yaşlarımda olanlar hatırlayacaktır. Yine meşhuur bir Küçük Kız vardı. O kardeşimiz ne oldu acaba?
Şarkının kahramanı olan söz konusu Küçük Kız, bir gün arkadaşlarıyla oynamaya sokağa çıkmadı diye arkadaşları hadise çıkarıp, Küçük Kız’ı sorguya çekiyordu:
‘Küçük kız, küçük kız, söyle bana nerdeydin? / Dün sabah bekledim, oynamaya gelmedin? / Dün sabah bekledim, hiç görünmedin?’
Küçük Kız da edepli bir insan olduğu için rapor veriyordu:
‘Sormayın çocuklar, ah neler oldu / Yüreğim tutuştu, gözlerim doldu / Başıma gelenler, eğer bilseniz / Çok üzüntü duyar, ağlardınız siz.’
Bu şarkı şimdilerde yapılsa, içimize fena hálde kurt düşerdi. Allah muhafaza toplu tecavüze mi uğradı, maganda kurşunuyla mı yaralandı?
Ama 70’li yılların naif şarkılarında böyle şeylere pek rastlanmazdı. Dolayısıyla şarkının sonlarına doğru iyiden iyiye artan gerilime, Küçük Kız’ın oyuncak bebeğini düşürüp kırmasının neden olduğunu öğrenirdik.
Bünye nostaljiye doydu velhásıl. Ya işte böyle... Bir zamanlar lay lay lom bir hayatımız vardı. Nihilizme emin adımlarla yaklaştığımız bugünkü içi acımış kadın nere, o şarkının hafif ebleh Küçük Kız’ına en iyi arkadaşıymış gibi kulak kabartan o salak küçük kız -yani bendeniz- nere...
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2005
Geçtiğimiz perşembe İspanyol yönetmen Iciar Bollain’in, 2003 yapımı ‘Gözlerimi De Al/Te Doy Mis Ojos’ adlı filmini izledik. Hürriyet, CNN Türk, Çağdaş Eğitim Vakfı ve İstanbul Valiliği işbirliğiyle sürdürülen ‘Aile İçi Şiddete Son’ kampanyası çerçevesinde düzenlenen bir özel gösterimdi. 22 ayrı festivalden 48 ödül toplamış olan film, cuma günü birçok sinemada vizyona girdi.
İzleyecek olanlar için hikáyeyi detaylarıyla anlatıp berbat etmeyelim ama tahmin edeceğiniz üzre, tabii ki bir kompleks yumağı olan kocasının maddi ve manevi şiddetine maruz kalan bir kadının hikáyesini anlatıyor.
Tipik bir hikáye. Hatta hazin bir klişe... Gelin görün ki tam da bu yüzden sınır ve zaman tanımayan, taş gibi bir gerçeklik.
Zira aile içi şiddet, hakikaten de kültür, eğitim düzeyi, milliyet gibi etkenlerden bağımsız olarak devam ediyor.
Durum bu denli acıklı olmasa, insanın hani neredeyse laçka olmuş sinirleriyle gülesi bile geliyor. Trajikomik, dediğiniz, bu değilse nedir? Geçtiğimiz hafta Hürriyet’te çıkan bir haberdi:
Eşine şiddet uyguladığı için 462 YTL para cezasına çarptırılan Şanlıurfalı Mustafa Çiftçi parayı ödeyemediği için Vali’den yardım istedi.
Üstelik Çiftçi Valilik Binası’na, burnunu kırdığı için kendisinden şikáyetçi olan eşi Ökçel Çiftçi ve iki çocuğuyla birlikte geldi, iyi mi...
Kocaların karılarını, anaların çocuklarını dövdüğü, aşağıladığı, ruhunu, kişiliğini iğdiş ettiği hayatlar sürülüyor. Memleket, mübarek, bir açık tımarhane; bir millet çıldırıyor.
Bu arada, haberiniz olsun, bilenler bilmeyenlere anlatsın: ‘Aile İçi Şiddete Son!’ kampanyası, ‘Eşler Arası İlişkiler Destek Programı’ kapsamındaki otobüs eğitimleriyle sürüyor.
Kadınlar haklarından fena hálde habersiz. Bunun yanında, şiddete maruz kalanlar ve uygulayanlar da sadece cahil insanlar değil malûmunuz.
Misál, yine kampanya kapsamında çıkan kitapçıklardan Yanlış İnanışlar’da, şiddete maruz kalmış insanların tecrübelerine de yer veriliyor.
Buyrun burdan yakın:
‘Acaba onurumdan mı sustum, yoksa onursuzluğumdan mı, hálá karar veremiyorum. Evliliğimin ikinci ayından itibaren başlayan dayak ve sözlü şiddet 25 yıl devam etti. İlk doğumumu bir dayak sonrasında yaptım, hamileliklerimde yediğim dayakların haddi hesabı yok. Neden bırakmadım? Üstelik çalışıyordum da. Beni, ayrılırsam çocuklarımı göstermemekle tehdit ediyordu. Babam yoktu, annemin evi ve geliri yoktu, üstelik geleneksel bir anlayış içinde, ayrılırsam başıma kötü şeyler gelebileceği anlayışıyla büyümüştüm. En önemlisi de kendime güvenim yoktu.
Dayak yemek için neden çoktu, bir pijama düğmesinin çapraz dikilmemesi bile şiddeti doğuruyordu, çünkü doğrular onun doğrularıydı. Zamanla şeker hastası oldum, hipertansiyon başladı, iki kez baş bölgemden oldukça önemli operasyon geçirdim. Ameliyatlıyken de dayak yedim. Eşim bir öğretim görevlisi olarak en üst düzeye gelmişti, hiç böyle bir koca bırakılır mıydı?
Yasalar, ayrıldığım zaman eşimin bana nafaka ya da tazminat vermesini, elimde bir mesleğim olduğu için gerekli görmüyor. Sonuç olarak yıllarca yaptığım fedakarlıklar sonucu en üst düzeyde yaşama kavuşturduğuma inandığım eşim neredeyse benden ev kirası isteyecek. Oysa eşim, altındaki makam arabaları, ayrılırken götürdüğü birikimlerimiz, yeni bir yaşam kurma projeleri ile oldukça mutlu görünüyor; sayın bakanların arasında.’
Yapılan anketler neticesinde ortaya çıkan sonuçlar gerçekten dehşet verici.
Konuyla ilgili daha geniş bilgi almak ya da gönüllü olmak isteyenler (212) 361 51 52 numaralı telefona ya da www.aileicisiddeteson.com adresine başvurabilir.
‘Kol kırılır yen içinde kalır’, boktan bir deyiştir.
Bir kelam işçisinin vedası
Bir İzmir-İstanbul arası yataklı gemi yolculuğuydu. TRT’de Aşk Gemisi’nin yayınlandığı yıllar; ablamla bende bir heyecan, bir heyecan...
Akşam yemeğinden sonraki gösteriyi izlememiz için izin de çıkmış ya, coşmaktan öte, kudurmuştu deli gönül. Orhan Boran’ın elinde mendiliyle, bilmem kaç saat boyunca yaptığı şovu izlemiştik. Aralarda sunduğu şarkıcıların kimler olduğunu bugün hatırlamıyorum ama Boran’ın üzerindeki fitilli ceket ve elindeki mendilin rengi, şu an bile gözümün önünde.
Geçen zaman içinde fıkralara gülme yetimi yitirmiş olmama rağmen, bugün bile Orhan Boran bir tane patlatsın, o günkü çocuğun ağzı beş karış açık hevesiyle dinleyebilir ve hakikaten çok içten gülebilirim gibi geliyor.
Fıkra dediğinizi anlatmak zor zanaat zira. Anlatılandan çok kimin anlattığının ve nasıl anlattığının kıymet-i harbiyesi var.
Ve marifet, en kaba konuya bile esprili bir zarafet katabilmekse, türünün son örneği olan Orhan Boran, feriştahını katar.
Bu satırların kaleme alındığı cuma akşamı, jübilesini yapan Orhan Boran, Tempo’dan Arzu Erdoğan’a verdiği röportajda, yine nasıl zarif, nasıl mütevazı. Ömrüne bereket dilemeli, bir ömürlük saygılar sunmalı:
n Ben bu işin akademisyeni, teorisyeni değilim; ben bu işin pratisyeniyim. 25 senedir paralel giden basın hayatıyla birlikte bir kelam işçisiyim.
n (Şimdiki spikerler hakkında:) Bu soru bana çok soruluyor ama net bir yanıt veremiyorum. Zaman değişiyor. Zamanla birlikte beğeniler, değer yargıları da. Bir kere ben şimdiki gençlerin hepsini çok iyi buluyorum. Zaten gençler hakkında ağzımdan kötü bir söz alamazsınız. Belki soruyu tersine çevirip; ‘Ne verdiniz ki ne almak istiyorsunuz?’ diyebiliriz. Yoksa gençleri eleştirmek çok kolay. Türkçe gittikçe yozlaşıyor, davranışlarını yadırgıyorum diyen insanlar var. Kim yadırgıyor? Bir kuşak evveli... Ama kendileri de daha önceki kuşaklar tarafından eleştirilmiyor muydu? Türkçe bozuluyorsa, çocuk Türkçe’yi önce evinde, sonra dışarıda ve okulda öğreniyor.
Güle güle, selametle usta...
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2005
Bizim ülkenin talim-terbiye politikalarını anlayan beri gelsin. Doğru ile yanlışın, tahin-pekmez lezzetinde bir bulamaca dönüştüğü, pek eğlenceli topraklarda yaşıyoruz yani, lütfen, kadir kıymet bilinsin. Bir milleti, nesiller boyu tepesine vura vura zorla apolitize ederler, sonra da kalkıp onları hiçbir konuda fikir sahibi olmamakla, politikaya ilgi duymamakla, dıngıl mıngıl tipler olmakla aşağılarlar.
Hoş tabii...
Çocuğun biri Názım’dan şiir okuduğu için sorgulanır, bu ayıp da bundan birkaç gün sonra aynı şiirin Meclis kürsüsünden okunmasıyla temizlenir. Gelin görün ki o çocuk muhtemelen, ilerki yıllarda dilini korkak alıştırması gerektiğine dair gerekli dersi almış mıdır; almıştır...
Gazetecilere elinde silahla poz vermeye meraklı türkücülerimiz Türk’ün silahla dostluğuna dair hede hödö konuşur da konuşurlar. Utanmasalar düzenli aralıklarla atış poligonunda basın toplantısı düzenlerler.
Sonra, Bulutsuzluk Özlemi’nden Nejat Yavaşoğulları’nın gitarının üzerinde ‘Savaşa hayır!’ yazılı bir çıkartma var diye, müzik kanalının biri kalkar, klibi mozaiklendirir.
Burası Türkiye’dir, her şey beklenir...
SINGLE’DA FELLUCEKLİBİ VAR
Bağdat Kafe, DMC’den single şeklinde çıktığında, single’ın içinden bir de Felluce klibi çıkmıştı. Grup, durumu şöyle duyuruyordu:
‘Bulutsuzluk Özlemi olarak kendi adımıza bir ilki gerçekleştirerek siz dinleyenlerimize, Felluce ve Bağdat Kafe isimli şarkılar ile Felluce şarkısı ile ilgili iki değişik klip çalışması sunuyoruz. Irak’ta olanca hızıyla süren savaş ve yıkımın etkisiyle oluşmuş bu iki şarkıyı, güncelliğini yitirmeden sizlere ulaştırmanın anlamlı olacağını düşündük. Sanki bir müzik gazetesi çıkarır gibi. Her şeye rağmen ‘güzel günlerimiz’ umudunu inatla sürdürüyoruz.’
Halkın Sesi’ne verdikleri bir röportajda da şöyle diyorlar:
‘Biz Bulutsuzluk Özlemi grubu olarak, dünyadaki olaylara ilgisiz kalan bir grup değiliz. Aynı zamanda bizim dinleyicilerimizin daha geniş düşünmesini de böylece sağladığımızı düşünüyoruz. Komşumuzda olan bir olay ve bize haksız gelen bir durum. Şarkılarımıza da yansımış oldu.’
Onlar umutlarını sürdüredursunlar, hayat bazen böyle acayip şekillerde tersten çakabiliyor malûm.
Sen misin ‘Gir koluma, seveyim seni, laylom’ türü şarkılar terennüm etmeyen! Eh işte, Bağdat Kafe de müstehakını buldu.
ANARŞİDEN VAZGEÇTİKBARİ ÖDLEK OLMA
Meşhur hikáye, biliyorsunuz. Powerturk, Bulutsuzluk Özlemi’nin Bağdat Kafe isimli şarkısının klibini önce grenledi, sonra klibi hepten yayından kaldırdı, neden sonra eşek yüküyle tepki çektikleri için ‘Bir yanlış anlaşılma oldu, biz estetik açıdan şey etmiştik’ şeklinde bir geveleme eşliğinde klibi orijinal háliyle yayınlamayı sürdürdü...
Garip işler... Öyle garip ki adamı geriden şişler...
Powerturk’te, meselá rap üstadı Fuat’ınkiler gibi az biraz sert şarkıların kliplerinin de ‘Türkiye’de hiphop tutmuyor abi’ şeklinde bahaneler eşliğinde yayınlanmadığını içeriden bir yerlerden biliyoruz.
Yahu müzik kanalı dediğiniz biraz anarşist olur; alternatif işlerin peşinde koşar, yenilik arar, yeniliklere açık olur, sesini duyurması için fırsat sunar.
Sunar ki kendi ufku da genişlesin; ha bire aynı çöpleri döndürmek zorunda kalmasın, dolayısıyla daha fazla ilgi görsün...
Hadi anarşiden geçtik, bari ödlek olma...
Estetik kaygısından ‘Savaşa hayır!’ logosu grenlemek de neyin nesiyse artık?!
Bak şimdi yine sinirlendim. Neyse...
BAĞDAT KAFE’DEKONSER NE ZAMAN?
Irak’ta olan bitenlere direkt göndermede bulunan şarkının ilginç de bir hikáyesi var.
Bulutsuzluk Özlemi’nin solisti ve lideri Nejat Yavaşoğulları, okuduğu bir gezi röportajında bahsi geçen Bağdat Kafe’den esinlenip şarkıyı yazmış. Ancak tüm aramalarına rağmen, Anadolu Yakası’ndaki bazı kafeler ve bizde Bağdat Kafe ismiyle gösterilen, Percy Adlon’ın yönettiği malûm film (Ahhh, ne sevilesi bir filmdir o da. İçinize püfür püfür bir huzur salan.) ‘87 yapımı Out of Rosenheim haricinde, böyle bir kafenin varlığına dair bir ipucuna rastlayamamış. Ve bunu katıldığı bir televizyon programında anlatmış.
Programı izleyen Vuslat Tuncer, söz konusu Bağdat Kafe’yi gayet iyi bildiğini, sahibini de tanıdığını söylemiş, telefonunu vermiş.
Suriye’de Şam’dan antik Roma kenti Palmira’ya giden yol üzerinde, çölün başlangıcında bir yerdeymiş ve sahibi de rebab çalan, Faraj Sharafaldeen isminde bir müzisyenmiş.
Kafede Pink Floyd, Rolling Stones, Nirvana gibi grupların müzikleri çalıyormuş. Bulutsuzluk Özlemi’nin resmi sitesinden öğrendiğimize göre, grup, öncelikle oraya albümlerini yollamayı, daha sonra da oraya gidip bir mini konser vermeyi planlıyormuş.
Klibe gelince, Bulutsuzluk Özlemi’nin çalıp söylediği bir performans klibi. Şimdilerde grensiz şekilde huzurlarınızda:
‘Yolumuz uzun yavrum / Sen Leyla, ben Mecnun / Maksat Bağdat, Babil’in Kulesi / En kolay yol çöl, en kestirme / Lákin yaşlı kahin der; ‘Dur gitme! / Orda taş üstünde taş / Omuz üstünde baş kalmadı.’’
Powerturk yöneticilerine, Bulutsuzluk Özlemi’nin tabiriyle ‘Bulutsuz günler’ dileyerek bitirelim. Ve grensiz günler... Ve mozaiksiz günler...
Son olarak, evet abi, savaşa hayır! Hadi size iyi günleeer...
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2005
Gözümüz aydın; yönetmen <B>Doug Liman’a</B> soracak olursanız, başrol oyuncuları <B>Brad Pitt</B> ile <B>Angelina Jolie’</B>nin setteki herkesin yüzünü kızartmacasına, ‘harbiden seviştiği’<B> Mr. and Mrs. Smith</B> adlı film, bugün vizyona giriyor. Bu köşenin takipçi okuru -ki bu tanıma uyacak en az bir kişinin mevcut olduğunu biliyorum. Müsaadenizle buradan anneme sırıtarak el sallamak istiyorum- geçtiğimiz haftaki yazılardan birinde, seneler önce okuduğum ‘Waiting for Wood/Kütüğü Beklerken’ başlıklı bir feature haberden bahsettiğimi hatırlayacaktır.
Lorena Bobbit’in, kocası John Wayne Bobbit’in penisini kesip bahçeye fırlattığı (Tanrı herkesi, özellikle de dangalak kocaları, gerçekten öfkeli bir kadının hışmından korusun!) meşhur ‘Bobbit Vak’ası’ vardı hani.
Açık pencereden bahçenin çimlerine doğru uçan organının ardından el sallayan koca Bobbit’in penisi daha sonra mikrocerrahi marifetiyle dikilmiş ve adam bu olay üzerine ola ola porno yıldızı olmuştu.
İşte o makale, ereksiyon olmakta háliyle zorlanan ve okudukça gerçekten et beyinli, dıngıl bir herif olduğunu öğrendiğimiz John Wayne’in (Bu arada, meşhur aktör John Wayne’in mezarından kalkıp, ‘Senin gibi bir andaval nasıl benim ismimi taşır leyyyn!’ diye Bobbit’i, düelloya çağırsa yeridir yani.) özelinden yola çıkarak, porno film çekimlerinin perde arkasını anlatıyordu.
John Wayne’in sarışın porno yıldızlarından birine aşık olduğunu... ‘Ondan başka biriyle sevişmem!’ diye tutturduğunu... Bu yüzden orji sahnelerinde beceriksizliğin şahikasına ulaştığını... Ha bire o kadına gidip; ‘Ben senin üzerine gül koklamak istemiyorum’ şeklinde ağlak yaptığını... Kadının bir yandan ‘Hadi koçum, hadi arslanım, sen hele bir sertleş, sonrasını düşünürüz; bak valla ben de seni seviyorum’ şeklinde Bobbit’e gaz verip bir yandan da ‘Bu salak herifi üzerime sardıranı bir yakalarsam yapacağımı biliyorum’ şeklinde ortalığa çemkirdiğini... Bobbit’in erekte olmayı ‘başardığı’ her sefer yönetmenin sevinçten coşup ‘We’ve got wood! / Kütüğümüz var!’ diye haykırdığını... Aman kaçırmayalım hesabına bir koşu çekime başlandığını... Gel gör ki Bobbit kamera açısını bir türlü tutturamadığı, kameranın önünü kapattığı için çekimlerin zırt fırt durduğunu... Durduktan sonra da hadi silbaştan adamın ereksiyon olmasını beklemeye koyulduklarını...
Ezcümlesi, porno film çekimlerinin insanı çileden çıkartan, canından bezdiren, çileli mi çileli bir iş olduğunu öğreniyorduk.
Feci komik bir yazıydı. Kesip saklamalık, çıkarıp çıkarıp okumalık...
Porno filmlerde durum buyken, Brad Pitt ile Angelina Jolie, yüz kişinin fink attığı koca sette harala gürele sevişecek, bizim mutaassıp yönetmenin de yüzü kızacarak da biz de bu yiyeceğiz, ‘Abi bak bunlar gerçekten sevişiyorlarmış’ diye gişelere koşacağız.
Reklamın iyisi kötüsü olmaz malûm. Pek lezizinden taş bağlanmış bir olta ki sazanların ağzına láyık...
Yazının Devamını Oku