Ebru Çapa

Bir eğlendik, bir eğlendik

9 Haziran 2005
Ben hayatımda daha önce, daha acayip bir şey izlediysem de hatırlamıyorum. Ve mümkünse hatırlamayayım zaten. Büyük filmdir: Freaks (Ucubeler)... 1932 yapımı, Tod Browning’in yönettiği bir... Klásik mi demeli, kült film mi bilemedim?..

Tartışma götürmeyen tek şey şudur ki: Hakikaten acayiptir, ucubiktir... Freaks, dünyanın bütün ucubelerinin birleştiği bir filmdir. Nasıl anlatılır: Çift başlı insanlar, huni kafalı siyam ikizleri, dört kolu olup da bacağı olmayanlar... Gırla... Tüm bu ucubeler, iyi kalpli bir cücenin sahibi olduğu gezgin bir sirkin çalışanlarıdırlar.

Sirkin sahibi cüce Hans, dünyanın en güzel kadını Kleopatra’ya aşıktır. Kendisini çok seven ve yine cüce olan iyi kalpli nişanlısından ayrılıp, esasta parasının peşinde olan ve sirkin diğer çalışanlarını iğrenç şekilde aşağılayan Kleopatra ile evlenir.

Dünyanın en güzel kadını, aynı zamanda, sirkte dünyanın en güçlü adamı olarak ‘sergilenen’ Herkül adlı bir izbandutla zina hálindedir. Güzel ile güçlü birleşirler, muktedir cüceyi haklayıp parasına konmak üzere bir cinayet planına girişirler.

Filmin sonunda sirkin ucubeleri, önce izbandutu haklarlar, sonra da Kleopatra’nın üzerine ‘One of us! One of us!’ nidalarıyla, yani ‘Bizden biri!’ çığlıklarıyla, yani ‘Ucube, ucube, ucube!’ diye bağıra bağıra, linç etmek üzere yürürler...

Şimdi nerden aklıma geldiyse...

Konuyla hiç alákası yok ama pazartesi akşamı, televizyonun başından kalkamadığım için, iş yerinden gecenin bir yarısında çıkabildim. Zira normalde Mehmet Ali Erbil’in sunduğu Ah Kalbim adlı ‘çöpçatan’ programının karşısında, gözüne fener tutulmuş balık gibi kalakaldım.

Mehmet Ali Erbil rahatsızmış; o akşam programı, ha bire formattan bihaber olduklarını söyleyip duran Ebru Gündeş ve Serdar Ortaç sunuyor.

Sorduğu sorularla üç aday arasından kavalyesini seçecek olan seçici koltuğunda Tuğba Özay oturuyor.

Üç erkek aday arasında, Tarkan’ın Dudu’yu ilk kez söylediğinde sahnede giydiği o korkunç, süt beyazı, bandanalı kıyafetine benzer bir şeyler giymiş olan, civciv sarısı top sakallı, avize ebadında sallantılı küpeli, iri kıyım bir bey; beş saniyede bir espri patlatmazsa içi rahat etmeyen cüce bir bey ve uzun süredir dişçiye uğramadığı ağzında diş kalmamış olmasından anlaşılan, uzun favorili, 70’li yılların İngiliz filmlerinden fırlamış gibi görünen, diğerlerine nazaran nispeten daha yaşlı bir başka bey bulunuyor.

Program, topuklu ayakkabılarıyla boyu 190 cm.’ye yükselmiş olan Tuğba Özay’ın, seçtiği kavalyesi olan, kucaklanarak tabure üzerine çıkartılan cüce beyefendi ile, Serdar Ortaç’ın İsmi Lazım Değil adlı ‘eser’i eşliğinde ‘slow’ dans etmesiyle son buldu.

Özay, yarışma boyunca ‘Ay bak ama adaylar bana láyık tipler di mi ayol?’ şeklinde sorular sordu.

Kendisine láyık gördüğü isimler arasında meselá Kürşat Yılmaz’ın da olduğunu hatırlayınca, zihnimizde, liyakat kıstaslarıyla ilgili merak çiçekleri (!) filizlendi.

Çoook eğlenceliydi.

Eve gittiğimde uyuyamadım. Onca güleş-oynaş-coş-kudur bir program izlemiş olmama rağmen, niyeyse -baş ağrısı hafif kalır- beyin hummasına tutulmuş gibiydim.

Üstelik sanki için için görmem olası rüyalardan tırsar gibi bir háldeydim.

Oysa ne şahane, ne şirin bir seyirlikti. Anlayabilmiş değilim.
Yazının Devamını Oku

Başbakan çıplak! (Çünkü bütün gardırobu Hüseyin Akar’ın şöminesinin üzerinde)

5 Haziran 2005
Zamanlama hatası... Şermin (Sarıbaş) geçtiğimiz hafta, dünden bugüne yalakalığın tarihinin anlatıldığı Dalkavukluk adlı kitabın yazarı Pendik Belediye Başkanı’nın danışmanı Ekrem Okutan ile röportaj yapmıştı, hatırlayacaksınız. Aaah, bir haftacık daha dişini sıksaymış... Habercilikte elini çabuk tutmanın da böylesi dezavantajları olabiliyor işte. Erkenci davranıp ‘malzeme’nin hasını kaçırmış...

Şermin, ‘Yağcılık bir meslek midir, sıfat mıdır?’ diye sorduğunda, Okutan şöyle yanıtlıyordu:

‘Tarihte bir meslekti. Aslında hálá devam eden, çok da revaçta bir meslek. Ama artık kimse ben yalakayım demiyor, mesleğin adı konulmamış. Korsan bir meslek gibi. Osmanlı en iyisini yapmış, dalkavukları kayıt altına almış. Üstelik onları bir de tarifeye bağlamış. Her dalkavuğun tarifesi belliymiş. Şimdiki yalakalar kayıt dışı, tarifesi yok, getirisi çok. Hepimizden daha çok kazanıyorlar.’

Röportajın bir yerinde de Tayyip Erdoğan’ın ‘Çevremde dalkavuklar var’ konuşması yaptığından söz ediyor.

Başbakan, kaz gelecek yerden bir kümes dolusu tavuğu esirgemeyerek cömert bir tutum sergileyen, Erdoğan’ın bir kermese bağışlamış olduğu eski ayakkabılarını, pantolonunu ve bir yağlı boya tablosunu toplam 21 bin YTL’ye satın alan ve bunları evindeki şöminenin üzerine yerleştiren AK Partili işadamı Hüseyin Akar hakkında ne düşünecek, ona bir güzellik düşünecek mi, düşünmeyecek mi hakikaten merak ediyorum.

Akar, Tayyip Erdoğan’a, Belediye Başkanı olduğu dönemden beri hayranmış. Zira efendim, İstanbul’a göç ettikleri dönemde altı ay fena hálde susuzluk çekmişler; sorunlarını Erdoğan çözmüş.

O gün bugün, ayakkabısına kristal vazo, pantolonuna uçan halı muamelesi çekmecesine bir Erdoğan fanatiği, meftunu, hayranı; nesiyse osu işte...

Bir belediye başkanının işinin zaten bu gibi sorunları çözmek olmasını filan boşverin.

AŞKIN GÖZÜ KÖRDÜR

Aşkın gözü kördür, divaneye mevzuattan dem vuracak değiliz herhálde.

Hüseyin Bey’i izlemek gerek. Zira kendisinin iddialı tabiatı, bizleri daha uzunca bir süre eğlendireceğe benziyor. ‘Bu daha başlangıç; Erdoğan köşesini mutlaka büyüteceğim’ diyor.

Bu cevval hevesle devam ederse; ‘Başbakan çıplak!’ diye bağıracağımız günler de gelir belki, belli mi olur? Hem bu konuda yemin etsek başımız da ağrımaz:

‘Başbakan çıplak! Çünkü bütün gardırobu Hüseyin Akar’ın şöminesinin üzerinde, bedensiz yatır muamelesi görüyor... Başbakan ne zaman üzerine bir şey geçirmeye çalışsa, Akar ondan önce davranıp paçasından tuttuğu gibi o pantolonu Başbakan’ın üzerinden kapıyor, bu duruma hizmet etmesi için evine yaptırdığı ekstra 1423 şömineden birinin üzerine yerleştiriyor.’

MESLEK ERBABI OLMAK LAZIM

Hakikaten anlamak güç. Hadi böyle bir şey yapmışsın, bir pantolon ve bir çift kullanılmış ayakkabıya 5 bin papel bayılmışsın. Bırak bari mevzu parti kulislerinde kalsın di mi?

Bir gün Başbakan’ın şürekásından birini evine davet et, hadiseyi fısıltı gazetesi marifetiyle yay, nasılsa onun kulağına gider, di mi? Yok...

Bunu bir de televizyonlara çıkıp, gazetelere konuşup, hiiiç yüzün kızarmadan uzun uzun anlatacaksın: İşte gelen giden misafirler bakıyor da, ailecek çok mutluyuz da...

Ayağına geçirip, başbakan adımları attığına dair kendine kandırıkçı gaz veriyor deseniz, o da değil. Öööyle misafirler gelip baksın diye mal gibi duran bir çift ayakkabı.

Tam da Pakize’nin (Suda) sorduğu gibi: Neyine bakıyorlar acaba? Tasarım harikası olduğu da pek iddia edilemez ama?..

Herhálde, bizim bakıp standart bir çift kahverengi kundura gördüğümüz yerde, onlar bakınca, Oz Büyücüsü’ndeki Dorothy’nin sihirli pabuçlarını falan görüyor.

Enteresan bir ‘bakış açısı...’

‘Meslek’ erbabı olmak gerekiyor herhálde anlamak için. Bizim hafsalamızın kıtipiyos kapasitesi almıyor.

Atoori destanı Gılgamış’ı ezdi geçti

Memleketin Godot modeli beklenip duran, niye merakla beklendiği filan bile unutulmuş olan bazı konuları vardır malûm.

Tarkan’ın İngilizce albümü, Sinan Çetin’in bitti, bitti, bitemedi Romantik’i, Boğaz’ın tüpgeçidi, Gılgamış filminin vizyona girmesi...

Beklersin, gelmez...

Niye öyle manası kendinden menkul bir hasretle beklenir bunlar; o da bilinmez...

Bu kez de Maçka Housez Apart Otel’in sahibi Sezer Group yetkilileri, Gılgamış ekibinin dört aydır otel masraflarını ödemediği iddiasıyla yapımcı Beni Atoori’ye dava açmış.

Yapımcı Atoori de, ‘Ucuz reklam peşindeler’ buyurmuş.

Bu ucuz reklam muhabbeti de ayrı bir hoşluğudur hayatımızın. Beni Atoori, memleket sınırlarına ayak bastığı günden beri neredeyse günaşırı bir haberini okuyoruz. Bunların bir kısmında birileri onu ucuz reklam peşinde olmakla, diğer kısmında Atoori insanları ucuz reklam kovalamakla itham ediyor.

Filmi görmek henüz nasip olmadı ama filme dair geyiğin bünyede yarattığı hissiyat ‘Daha önce görmüştüm’e çalıyor.

Öyle de sıkıcı bir film ki esne Allah esne, bitmiyor. Gılgamış Destanı şöyle dursun, Atoori bir senede öğle bir iç bayıltan destan yazdı ki hey maşallah.

Bence nasıl film çekilemeyeceği üzerine bir belgesel çeksin, ihtisas alanıdır; hem muhtemelen konu da bol demagoji, gani gani dedikodu içerdiği için müthiş gişe yapacaktır. Olmadı, Beni Bey, kendi destanını Pazar Keyfi’nin sonunda, o saçmasapan, bin saat süren bir dizimsinin yayınlandığı bölüm var ya hani, orada yayınlatır.

Bakın işte orda, reklamın da rating’in de feriştahını alır.
Yazının Devamını Oku

Başbakan çıplak! (Çünkü bütün gardırobu Hüseyin Akar’ın şöminesinin üzerinde)

5 Haziran 2005
Zamanlama hatası... Şermin (Sarıbaş) geçtiğimiz hafta, dünden bugüne yalakalığın tarihinin anlatıldığı Dalkavukluk adlı kitabın yazarı Pendik Belediye Başkanı’nın danışmanı Ekrem Okutan ile röportaj yapmıştı, hatırlayacaksınız.Aaah, bir haftacık daha dişini sıksaymış... Habercilikte elini çabuk tutmanın da böylesi dezavantajları olabiliyor işte. Erkenci davranıp ‘malzeme’nin hasını kaçırmış...Şermin, ‘Yağcılık bir meslek midir, sıfat mıdır?’ diye sorduğunda, Okutan şöyle yanıtlıyordu:‘Tarihte bir meslekti. Aslında hálá devam eden, çok da revaçta bir meslek. Ama artık kimse ben yalakayım demiyor, mesleğin adı konulmamış. Korsan bir meslek gibi. Osmanlı en iyisini yapmış, dalkavukları kayıt altına almış. Üstelik onları bir de tarifeye bağlamış. Her dalkavuğun tarifesi belliymiş. Şimdiki yalakalar kayıt dışı, tarifesi yok, getirisi çok. Hepimizden daha çok kazanıyorlar.’Röportajın bir yerinde de Tayyip Erdoğan’ın ‘Çevremde dalkavuklar var’ konuşması yaptığından söz ediyor.Başbakan, kaz gelecek yerden bir kümes dolusu tavuğu esirgemeyerek cömert bir tutum sergileyen, Erdoğan’ın bir kermese bağışlamış olduğu eski ayakkabılarını, pantolonunu ve bir yağlı boya tablosunu toplam 21 bin YTL’ye satın alan ve bunları evindeki şöminenin üzerine yerleştiren AK Partili işadamı Hüseyin Akar hakkında ne düşünecek, ona bir güzellik düşünecek mi, düşünmeyecek mi hakikaten merak ediyorum.Akar, Tayyip Erdoğan’a, Belediye Başkanı olduğu dönemden beri hayranmış. Zira efendim, İstanbul’a göç ettikleri dönemde altı ay fena hálde susuzluk çekmişler; sorunlarını Erdoğan çözmüş.O gün bugün, ayakkabısına kristal vazo, pantolonuna uçan halı muamelesi çekmecesine bir Erdoğan fanatiği, meftunu, hayranı; nesiyse osu işte...Bir belediye başkanının işinin zaten bu gibi sorunları çözmek olmasını filan boşverin.AŞKIN GÖZÜ KÖRDÜRAşkın gözü kördür, divaneye mevzuattan dem vuracak değiliz herhálde. Hüseyin Bey’i izlemek gerek. Zira kendisinin iddialı tabiatı, bizleri daha uzunca bir süre eğlendireceğe benziyor. ‘Bu daha başlangıç; Erdoğan köşesini mutlaka büyüteceğim’ diyor.Bu cevval hevesle devam ederse; ‘Başbakan çıplak!’ diye bağıracağımız günler de gelir belki, belli mi olur? Hem bu konuda yemin etsek başımız da ağrımaz:‘Başbakan çıplak! Çünkü bütün gardırobu Hüseyin Akar’ın şöminesinin üzerinde, bedensiz yatır muamelesi görüyor... Başbakan ne zaman üzerine bir şey geçirmeye çalışsa, Akar ondan önce davranıp paçasından tuttuğu gibi o pantolonu Başbakan’ın üzerinden kapıyor, bu duruma hizmet etmesi için evine yaptırdığı ekstra 1423 şömineden birinin üzerine yerleştiriyor.’MESLEK ERBABI OLMAK LAZIMHakikaten anlamak güç. Hadi böyle bir şey yapmışsın, bir pantolon ve bir çift kullanılmış ayakkabıya 5 bin papel bayılmışsın. Bırak bari mevzu parti kulislerinde kalsın di mi?Bir gün Başbakan’ın şürekásından birini evine davet et, hadiseyi fısıltı gazetesi marifetiyle yay, nasılsa onun kulağına gider, di mi? Yok...Bunu bir de televizyonlara çıkıp, gazetelere konuşup, hiiiç yüzün kızarmadan uzun uzun anlatacaksın: İşte gelen giden misafirler bakıyor da, ailecek çok mutluyuz da...Ayağına geçirip, başbakan adımları attığına dair kendine kandırıkçı gaz veriyor deseniz, o da değil. Öööyle misafirler gelip baksın diye mal gibi duran bir çift ayakkabı.Tam da Pakize’nin (Suda) sorduğu gibi: Neyine bakıyorlar acaba? Tasarım harikası olduğu da pek iddia edilemez ama?..Herhálde, bizim bakıp standart bir çift kahverengi kundura gördüğümüz yerde, onlar bakınca, Oz Büyücüsü’ndeki Dorothy’nin sihirli pabuçlarını falan görüyor.Enteresan bir ‘bakış açısı...’‘Meslek’ erbabı olmak gerekiyor herhálde anlamak için. Bizim hafsalamızın kıtipiyos kapasitesi almıyor.Atoori destanı Gılgamış’ı ezdi geçtiMemleketin Godot modeli beklenip duran, niye merakla beklendiği filan bile unutulmuş olan bazı konuları vardır malûm.Tarkan’ın İngilizce albümü, Sinan Çetin’in bitti, bitti, bitemedi Romantik’i, Boğaz’ın tüpgeçidi, Gılgamış filminin vizyona girmesi...Beklersin, gelmez...Niye öyle manası kendinden menkul bir hasretle beklenir bunlar; o da bilinmez...Bu kez de Maçka Housez Apart Otel’in sahibi Sezer Group yetkilileri, Gılgamış ekibinin dört aydır otel masraflarını ödemediği iddiasıyla yapımcı Beni Atoori’ye dava açmış.Yapımcı Atoori de, ‘Ucuz reklam peşindeler’ buyurmuş.Bu ucuz reklam muhabbeti de ayrı bir hoşluğudur hayatımızın. Beni Atoori, memleket sınırlarına ayak bastığı günden beri neredeyse günaşırı bir haberini okuyoruz. Bunların bir kısmında birileri onu ucuz reklam peşinde olmakla, diğer kısmında Atoori insanları ucuz reklam kovalamakla itham ediyor.Filmi görmek henüz nasip olmadı ama filme dair geyiğin bünyede yarattığı hissiyat ‘Daha önce görmüştüm’e çalıyor.Öyle de sıkıcı bir film ki esne Allah esne, bitmiyor. Gılgamış Destanı şöyle dursun, Atoori bir senede öğle bir iç bayıltan destan yazdı ki hey maşallah.Bence nasıl film çekilemeyeceği üzerine bir belgesel çeksin, ihtisas alanıdır; hem muhtemelen konu da bol demagoji, gani gani dedikodu içerdiği için müthiş gişe yapacaktır. Olmadı, Beni Bey, kendi destanını Pazar Keyfi’nin sonunda, o saçmasapan, bin saat süren bir dizimsinin yayınlandığı bölüm var ya hani, orada yayınlatır.Bakın işte orda, reklamın da rating’in de feriştahını alır.
Yazının Devamını Oku

Benden duymuş olmayın Türkiye’de iyi şeyler de oluyor

4 Haziran 2005
Dönüp baktım, bilgisayardaki ilk maNga dosyasını 2 Şubat’ta açmışım. İçine Özcan Deniz’in Kal De adlı şarkısına çekilen kliple ilgili bir şeyler yazmışım. Çıktıkları günden beri üzerlerine yapışmış olan ‘yerli Linkin Park’ yaftasından dolayı ‘İllallah!’ dediklerini tahmin ettiğimiz maNga nere, Özcan Deniz nere...

Elim gitmemiş işte...

Zira grupla aynı adı taşıyan albüme bayılmıştım ama Bir Kadın Çizeceksin’e çekilen klipten hiç mi hiç hazzetmemiştim.

Son derece, nasıl diyeyim bilemedim; amatör mü denir, kaba mı denir, basiretsiz mi denir, işte öyle bir 3D çalışması.

Gruba ismini veren Japon animasyon sanatı mangayla da uzak yakın alákası yok ayrıca. Bizim Nilgün -ki álemlerin en yaratıcı sarışın annesidir kendisi-, birbuçuk yaşındaki dünya güzeli Deniz’i işe getirdiğinde oyalansın diye bilgisayarda teletubbies tadında bir şeyler açıyor. Onlar bile daha sofistike; öyle söyleyeyim.

Anlayan beri gelsin lezzetinde bir klip. Hele ki, faremsi maskot elemana, yani SPA’ya bakmak mümkün değildi. Gider tırnaklarımı kemire kemire Chuky filmi izlerdim daha iyi yani...

Hiç bulaşmamak daha hayırlı olurdu ezcümlesi. Arslan gibi albüm yapılmış, tukaka lisanıyla destur, hem ayıp, hem haksızlık olur hesabına...

İKİNCİ KLİP, OH BE NİHAYET

Sonunda ikinci klip, Bitti Rüya ile huzura geldi.

Naçiz muharrirenizin de ‘Oh be nihayet’ diyesi geldi.

Klibin, anime olmayan bölümlerini Devrin Usta çekmiş ki kendilerinin işlerini bir süredir dikkat ve takdirle izliyoruz.

Ferman Akgül, Yağmur Sarıgül, Efe Yılmaz, Cem Bahtiyar ve Can Öney’den oluşan maNga, bildiğiniz üzre, birçok grup gibi barlarda cover parçalar çalmakla yola koyulup, Sing Your Song yarışmasında sesini duyurup, daha sonra albümleriyle yılın en başarılı tirajlarından birini yakalamış, En İyi Çıkış Yapan Grup dalında Altın Kelebek kazanmış, Ankara kökenli bir grup.

Son zamanlarda piyasaya çıkan en temiz işlerden birine imza attıkları da malûm.

Dolayısıyla giriş peşrevini uzatmaya lüzum yok. Muhtemelen ilerki yıllarda, ölmez de sağ kalırsak, bir de tabii gazetecilik yapmaya devam edersek, adlarını bol bol anacağız.

Bitti Rüya, şahsen Yalan ve Kal Yanımda’yla birlikte benim albümde en sevdiğim üç şarkıdan biri. Muhteşem bir yol tribi:

‘Bir köprüden geçiyorum / Mutlu gibiyim sanki / Geride bir kent bıraktım, bir de sevgili / Rüya mı bu gerçek mi, inan anlamıyorum / Bu şehir beni içine çekiyor / Kendimi alamıyorum / Olanlar yetmez gibi bir de mesaj geliyor: Hoşçakal / Birer birer zırvalanıyor / İyice dağıtmak için biraz daha içiyorum / Sonra oturmuş mal gibi zırıl zırıl ağlıyorum / Gidiyorum buralardan, dönüyorum durmadan / Uyan artık uyan, bitti rüya...’

(Bu sözlerin devamında bir ‘öpüyorum kasmadan’ bahsi de geçiyor. Sanırım dudak kaslarından bahsetmiyorlar. Neden bahsediyorlar, bana sormayın. Öğrenecek olur da beni de haberdar ederseniz, ziyadesiyle minnettar kalırım.)

SPA’CIĞIN YÜZÜNE RENK GELMİŞ

Klibe gelince, bunda da aralara serpiştirilmiş bir animasyon durumu söz konusu ama bu sefer iki boyutlu...

İsabet olmuş; SPA’cığın yüzüne renk gelmiş, saçı başı düzelmiş. Üç boyutlu ne var derseniz, performans bölümlerinde grubun elemanlarını gayetten üç boyutlu, etli kemikli hálleriyle izlemek mümkün oluyor. (Üç boyutsa üç boyut... Etten kemikten olsun, az olsun, bizim olsun...)

Deli bir koşuşturmaca háli. Elemanlar enstrümanları cayır cayır konuşturuyor.

Şahane klip olmuş, helál olsun demek isteriz.

Son zamanlarda, plak şirketleri düşük albüm satışlarından dolayı inim inim inliyor ama bir yandan da gayet dinlenesi ve çıkan iş iyi olduğu için çatır çatır da satan albümler yapan adam gibi grupların sayısı da artar gibi ya, bünye, geleceğe Polyanna edalarıyla, umutla göz kırpmadan edemiyor.

Eh, sağ elimle sol elimi sıkar, kendimi tebrik eder, nihayet ilk maNga yazısını yazabilmiş olmanın haklı gururuyla (Muharrire bu noktada kendisine verdiği gazdan zehirlendiği için revire doğru yollanır.) huzurlarınızdan çekilirim.

Benden duymuş olmayın; Türkiye’de iyi şeyler de oluyor.
Yazının Devamını Oku

Bulantı

3 Haziran 2005
Bazen hakikaten aşırı doz magazin yüklemesinden dolayı nalları dikmekten korkuyorum. Sahtekárlığın sonu yok ve bu kronik mide bulantısı ne zaman geçecek, hiç geçecek mi, kuvvetle muhtemelen geçmeyeceği için bununla yaşamayı öğrenmenin bir yolu var mıdır, varsa da nedir; bilemiyorum.

Denizötesi bir haberle girelim ve hep birlikte ufak çaplı bir palavra resmi geçidini, şöyle bir dikizleyelim...

Efendim, son zamanların global arenada en çok geyiği çevrilen çifti Brad Pitt ile Angelina Jolie’nin başrolleri paylaştığı Mr. and Mrs. Smith filminin yönetmeni Doug Liman, İngilizler’in Mirror gazetesine şöyle bir açıklama yapmış:

‘Normalde sevişme sahnelerinde rol alanlar çekinir. Ancak bu filmde onların sevişmesini çekerken ekip olarak bizim yüzümüz kızardı. Kesinlikle rol yapmıyorlardı.’

Paçozluk elbette ki beynelmilel bir ‘haslet’ ve hatta ‘promosyon’ söz konusuysa, Hollywood çiyanları, yurdum kasaba kurnazlarını suya götürüp susuz getirirler evelallah.

Postacı Kapıyı İki Kere Çalar’la ilgili de böyle efsanevi bir geyik vardır malûmunuz. ‘46 yapımı klásiğin Bob Rafelson tarafından yönetilmiş ikinci versiyonu olan ‘81 yapımı filmle ilgili en çok ne konuşulmuştu, hatırlayınız:

O ünlü, mutfak masasının üzerinde vuk’u bulan sevişme sahnesinde Jack Nicholson ile Jessica Lange harbiden sevişti mi sevişmedi mi?

Vakt-i zamanında, yanlış hatırlamıyorsam Amerikan Esquire’da, ‘Waiting for Wood / Kütüğü Beklerken’ başlıklı, porno film çekiminin son derece meşakkatli bir iş olduğu üzerine, şahane bir feature haber okumuştum. (Ki bu şahane yazıyı, dilerseniz, önümüzdeki perşembe analım.)

Porno filmlerde bile insanları kamera önünde seviştirmek son derece zorken, Brad Pitt ile Angelina Jolie koca sette harala gürele sevişecek de bizim mutaassıp yönetmenin yüzü kızacarak da biz de bunu yiyeceğiz, ‘Abi bak bunlar gerçekten sevişiyorlarmış’ diye gişelere koşacağız.

Hey yavrum hey...

Bu arada, konuyla alákası yok ama bir başka ezberi şaşmış sitaremiz olan Aysun Kayacı, Hülya dergisine röportaj vermiş:

Taze (Fatih Aksoy) ve eski (Emre Aşık) ilişkileri üzerine hede hödö konuşmuş ama bir yandan da elbette özel hayatın kutsallığından dem vurmayı ihmal etmemiş.

Hele hele bir ‘Yalnızlık bana iyi geldi, kendimi keşfetmeye başladım’ geyiği var ki, çiğne çiğne gevişi tükenmez.

Kendilerine, kendilerini keşfetme prosedürünün müsait bir seansında; ‘Merhaba yeni müşerref olduğum ben, küçük bir sorum olacaktı, hangi ara yalnız kaldım da benden başka kimsenin haberi yok? Bizleri bu konuda bir aydınlatır mısınız?’ diye sorarlarsa sevineceğiz.

Veee son olarak: Elimizde en CHP’lisinden ve Kemalist’inden bir Tuğba Özay’ımız var ki evinde gözaltına alınan Kürşat Yılmaz’la ilgili; ‘Adamı sokakta yakalamayıp niye benim evime kadar gelmesini bekliyorsunuz? Sansasyon mu yaratmak istiyorsunuz?’ şeklinde polisleri fırçalamışlığı var biliyorsunuz.

Ben bu konuda hakikaten bir şey söyleyemeyeceğim. Nutkum tutuk, kelimeleri kaybettim.

CHP’nin ileri gelenleri, 27 yaşındaki bu masum genci üzmemek adına ellerinden geleni yapadursunlar, bendeniz ağzıma bir Emedur atabilmek için revirin yolunu tutayım. Onların ar damarı çatlamış olabilir ama bizim bünyenin bir yerlerinde hálá bir nebze iyi aile terbiyesi kalmış olacak; ortalıkta kusmaktan utanırım.
Yazının Devamını Oku

Salağın dilemması (*)

2 Haziran 2005
Geçtiğimiz pazartesi, álemden gelmiş geçmiş en baba gruplardan Sonic Youth’un konseri vardı. Bende davetiye bolluğu olduğu için, bileti olmayan kimi arkadaşlara bonkör tekliflerde bulunarak onları şaşırttım:

‘Emin misin? Ben bin kişiye sordum, kimsede fazla bilet yok’ diyorlar.

Eminim eminim... ‘Kapıda buluşalım, asayiş berkemál’ triplerindeyim.

Neden sonra farkına vardım ki komik ötesiyim...

Baştan alalım:

Aynı günün sabahı, kel aláka bir sebepten beynime mebzul miktarda kan sıçramış; akşama kadar da öfkem dinmemiş.

Hastalıklı bir hál... Bünye eskisi kadar kolay ve çabuk atlatamıyor sanırım böylesi hiddet nöbetlerini. Tansiyonum yüksek, kulaklarım uğulduyor, yüzüm fuşyadan mora yayılan degradeli bir renge kesmiş...

İş çıkışında, parça tesirli bomba gibi, konserin yapılacağı Maslak Venue’nün kapısında bittim. Planladığımız üzre, kapıda buluştuk.

Görevliye ‘davetiye’leri uzattım.

‘Bunlar broşür hanımefendi’ demesin mi!

Şuursuzluk boyutu bu yani...

Sonuçta, ‘Bende fazla bilet var, sen uğraşma’ şeklinde gevelediğim insanlar arasında yer alan Kanat soktu bizi içeri.

Hállerimi en bilenlerdendir, o bile bayağı bir eğlendi yani...

Konser güzeldi. Ortam süperdi. Ben feciydim...

Konser bitişi eve gittim.

Zaten zor uyurum, e uyku, hepten haram...

Ne zamandır elimi atacağım atacağım, başka bir ‘dost güzelliği’ olan kitaba (Diğer kitap, muhtemelen ilerki tarihlerde huzurunuza tefrika şeklinde gelecektir) takılmış olduğumdan kapağını kaldıramamışım...

İletişim Yayınları’ndan çıkan, Murat Menteş’in yazdığı Dublörün Dilemması’nı okumaya oturdum.

Huzurlarınızda Murat Bey’e, günümü, aynı zamanda, o gece yüksek tansiyondan dolayı beyin kanaması geçirme tehlikesini atlatmamı sağlayıp hayatımı kurtardığı için teşekkür ederim.

Son yıllarda okuduğum en kıvrak üsluplu, en esprili, en sağlam kurgulu kitaplardan biri; hararetle tavsiye ederim.

Kitabın muhtelif yerlerinde yüksek sesle kahkaha attım, öyle söyleyeyim.

Çok nadirattan da olsa aralarda vaaz etmeye fazla kaptırılmış bölümlerde şahsen tıkanır gibi olsam da muhtemelen, o da benim hálet-i ruhiyemle ilgili bir durumdur.

Bir süre sonra dönüp kitabı bir kez daha okumayı düşünüyorum. O zaman belki krizi atlatmış bünye, o bölümlerde de ayrı bir tat blur.

Su gibi akıyor Dublörün Dilemması. Çok oyuncaklı, had safhada malumatfuruş, çok zekice yazılmış, çok eğlenceli.

Bu yazıyı bir an önce postalamam gerek yani gözünün yağını yediğimin okurları.

Kitaba ara vermek zorunda kaldım. Acilen son 20 sayfayı yutmam lázım.

Hayat güzel, hayat komik, hayat zor, hayat acı, hayat bir acayip...

Sorun Dublörün Dilemması’nın başkahramanlarından, atipik şizofren, melül aşık, albino bublör Nuh Tufan’a, size anlatsın.

(*):
Zeki okur, söz konusu salağı yukarıdaki yazının içinde bulmakta zorlanmayacaktır. Yine de bir tüyo vereyim: Başlıktaki salağın Murat Menteş’le ya da Nuh Tufan’la alákası yoktur.
Yazının Devamını Oku

Meşhur stadın meşhur kadın tuvaletinde olanlar

29 Mayıs 2005
Ballı bir insan olduğumu itiraf ederek gireyim lafa. Ayıptır söylemesi, Şampiyonlar Ligi Finali’nin oynandığı o tarihi maç vuku bulurken, Atatürk Olimpiyat Stadyumu’ndaydım. O gün işe gelir gelmez fazla bilet sahibi olma ihtimali bulunan kim varsa yavşamaya giriştim:

‘Abi beni de maça götürsene? Allah rızası için bir bilet? Bak, giderken beni de alırsanız önümüzdeki ay fazladan 10 tane haber yapacağım, iki gözüm önüme aksın...’

Yok, yok, yok...

O sırada telefon çaldı. Liverpool’un sponsoru olan Carlsberg’den arıyorlar: ‘Ebru Hanım, akşam maça gitmeyi düşünür müsünüz?’

‘E olabilir, programımı bir gözden geçireyim!?.’

Kabul ederim ki oportünist olduğum kadar haysiyetsiz de bir insanım. Üzerimde Carlsberg forması, kafamda o acayip tüylü şapkamsılardan, Liverpool taraftarlarının ortasına çökmüş; Milan’a tezahürat yapıyorum.

Zira sahada Maldini ve en önemlisi de Shevchenko var ve ben takımdan çok adam tutuyorum. (Yoksa Berlusconi’nin sevinmesine sevinecek değiliz yani.)

İngiliz taraftarlarının centilmenliğine bizzat kefilim yani. Yedikleri üç golde kopardığım patırtıya rağmen ağzımı burnuma katmadılar, hatta dönüp utandırırcasına yüzüme tebessümle baktılar ya, helál olsun.

Kaldı ki fanatik taraftar sıfatını taşımadan maç izlemek de ayrı zevkmiş. Yani Liverpool kazandı diye üzüldük mü? Ne münasebet...

Maç bittiğinde; ‘Ulan ne maçtı be, ne maçtı be!’ diye diye, tarihe tanıklık etmiş olmanın verdiği ekstaza yakın hissiyat ile İngilizler’le birlikte ‘You’ll never walk alone’u söylüyordum.

12.30’da dönüş yoluna koyulduk, stattan çıkmak 02.30’da nasip oldu; 03.00’te evdeydik.

Gidiş-dönüş ıstırabından bahsetmeye gerek yok. Allah için 5-1’lik kupa maçından beri epey yol katedilmiş. Buna da şükür diyelim.

Diyelim demesine de...

Cuma günü bizim gazetede sürmanşet olan, Mehmet Arslan imzalı ve ‘Kadın tuvaletiniz bile yok demişlerdi’ başlıklı Şenes Erzik röportajını okuyunca?..

O kadınlar tuvaletinin ne demeye orda olduğunu da sormak lázım. Varlığı kadar işlevi de önemli hesabına...

Maçın devre arasında, steward’ın birine yanaşıp en yakın tuvaletin nerede olduğunu sormaya yeltendim.

‘May I help you, Miss?’ diye sordu arkadaş.

‘Türkçe konuşalım beyefendi. En yakın tuvalet nerede acaba?’

‘Ha Türk müsünüz? E, bulursunuz zaten o zaman’ diye arkasını dönüp gitti, iyi mi!

Türk olduğum için olsa gerek, biraz dolandıktan sonra buldum hakikaten. Dört-beş tane tuvalet var ve bunların sadece biri kadınlara ayrılmış.

E, iyi, peki, güzel, káfi... De...

Suları akıyor muydu akmıyor muydu bilemeyeceğim, zira o kadar karanlık ki, lavabolar nerde, klozetler nerde seçilmiyor. Ortalık hakikaten zifiri zindan ve içerideki İngiliz ablalar, karanlıkta birbirlerine tosladıkça, Türkler’in ahmaklığına verip veriştiriyor.

Kanımıza dokundu háliyle. Dışarı çıkıp sorumlu birini arandım. Sivil bir adamı gösterdiler. Ona gidip, durumu anlattım.

İşte, kadınlar tuvaletinin ışıkları yanmıyor da, bakın ne güzel organizasyon yapmışsınız, bu kadınların sırf bu yüzden diline düşmeye ne gerek de, yazık-günah değil mi de... Öööyle iyiniyetli iyiniyetli, bilinçli vatandaş triplerinde saçmalıyorum.

Abi ne dese beğenirsiniz? ‘Boşver, ne derse desin kaltaklar. Zaten İngiliz karılar tuvalette erkeklerle aşna fişne yapıyor.’

‘Hö?’ ve ‘Oha!’ gibi bir takım laflar çıkmış olsa gerek ağzımdan. Gerisi bir klişe:

- Sizin amiriniz kim?

- Sana ne benim amirimden.

- Pardon, isminizi alabilir miyim bari?

- N’apıcan ismimi, ismim yok benim.

- Şu ışıkları yaktıracak mısınız peki?

- Sana ne be kadın, bak maç başlıyor. Kadın kadın buralara geldiğine göre meraklısındır. Sen işine baksana.

Böyle şirin bir dallama...

Kan sıçradı beynime; kulaklarım uğuldamaya başladı. Ve hakikaten ‘kadın başıma’ oralara kadar gitmiş bir fırlama kaltak olduğum ve böylesi bir günde ağzımın tadını, böyle bir içi geçmiş hıyarla kaçırmak istemediğim için, yerime döndüm.

Demem odur ki, kadınlar tuvaleti var hakikaten. Fakat böyle lazımlık kafalı adamlar da var...

Ve şöyle bir diyalog da geçebilirdi aramızda:

- Pardon, isminizi alabilir miyiz?

- Merhaba Türk ‘karı’; tanışalım; ben o kafa... O meşhur kafa...

Çok fena

Maalesef o sırada gazetede olduğumuzdan, Ayşenur Yazıcı’nın atv’deki programı Yalnız Değilsin kaldırıldığı için ağzını bantlamak suretiyle Taksim Gezi Parkı’nda koyduğu protesto eylemine yaptığı nazik davete icabet edemedik.

Fakat arkadaşlarla karar aldık, bir kontra jest olarak, kendilerini az biraz vakara davet etmek istiyoruz.

Yazıcı, yaptığı işleri senelerdir takdirle izlediğimiz bir medya emekçisi. Gelin görün ki bu kadın programı meselesinde mal bulmuş sonra da kaybedince hezeyan nöbeti geçirmiş mağribi gibi bir şeye dönüştü. Anlamakta zorluk çekiyoruz.

Taksim’deki eylemde verdiği demeçte şöyle diyor: ‘Kimsenin metresi değilim, ciplerim, villalarım yok. Belki program sayesinde olabilirdi ama artık imkansız.’

Haftalık dergisine verdiği röportajda ise, tabiri caizse ‘konuk röportör’ler de birer soru yöneltiyor Ayşenur Yazıcı’ya.

Haşmet (Babaoğlu) tam da tipik Haşmet’lik, çöllü möllü bir soru sormuş:

İsyanınız programınızı savunmaktan öte bir nedene dayanıyor sanki. Medyanın bir çalışanı olmaya isyan eder gibisiniz. Medya işinde iki yüz vardır. Ön yüzü Hollywood dekorları gibi göz alıcı, arkası ise çöl. Sizin sanki dekorunuz yıkıldı. Medyada geleceğinizin kalmadığını mı düşünüyorsunuz?

- Böyle bir şey yok. Benim medyada her zaman geleceğim olacaktır. Hele şu mankenlerden bozma haber spikerleri yavaş yavaş yerlerini Birand’lara bıraksınlar da ondan sonra bakalım insanlar Ayşenur Yazıcı gibi birikimi olan habercileri tercih etmeyecek mi?

Eee? Peki o zaman bunca hezeyana ne gerek? Bi’ durunuz, biraz vakur durunuz... Bu ‘Benim de cipim olacaktı ama artık imkánsız’ geyiği ne?
Yazının Devamını Oku

Sözde yazı

27 Mayıs 2005
Gözümüz aydın, yeni bir ‘sözde’miz oldu!: ‘Sözde güzellik yarışması...’ Vakit gazetesinde bir haber okuduk, ortamızdan yarıldık.

Hadiseye ayrı, haberin diline ayrı koptuk; Allah da onları güldürsün...

Paylaşmak hüznü yarıya indirir, sevinci ikiye katlarmış.

Eh, üzerimize düşeni yapalım, okumamış olanlar için birebir aktaralım di mi?

***

Başlık:
ALÇAKLIK

Üst başlık: İran’ı temsil ettiği söylenen Elnaz adlı kızı plajdan tutup getirmişler

Baş sayfa, spot şeklinde haber metni:

12 Eylül’ün mimarı Kenan Evren’in desteklediği ve 28 Şubat’çıların sıkı dostu işadamı Ali Şen’in jüri üyesi olarak katıldığı ve Marmaris’te 25 ülkenin iştirakiyle yapılan sözde güzellik yarışmasında tam bir rezalet yaşandığı ortaya çıktı.

24 ülkenin sözde güzelleri, kendi ülkelerindeki benzer yarışmalarda birinci seçilip Marmaris’e gönderilirken, yarışmanın Onursal Başkan’ı Süha Özgermi ve eski şarkıcılardan Gönül Yazar’ın marifetiyle, Türkiye’de yaşayan İran uyruklu Elnaz Pıraesh, İran’ı temsil ediyor gösterildi.

Önce tesettürlü, ardından mayo giydirilerek podyuma çıkartılan, elenmesine rağmen ilk 13 içine son anda sokularak finale kalması sağlanan Elnaz Pıraesh, yarışmaya İran’dan seçilip gönderilmiş gibi takdim edildi.

***

Miss Pearl of the World’ün (Böyle de bir yarışmamız varmış meğer, dünyanın en güzel ‘inci’sinin seçildiği!) baş organizatörü Tamer Demirkesenler, yarışmanın Onursal Başkanı Süha Özgermi’yi suçlamış:

‘Emin olun bin pişmanım. Tamamen Süha Bey’in fikriydi.’

Bana zaten Süha Özgermi’nin fotoğrafını uzaktan gösterin, konuya monuya gerek kalmadan, kafadan üç-beş kahkaha atabilirim.

Fakat güzellik yarışması dendi mi, kendilerinin artık hakikaten dalağını yarmış olduğu yaratıcılık boyutu, var ya, insanı gülme krizinden çıkarıp, dumur buhranına sokacak, oradan alıp tekrar, silbaştan bir gülme krizine gark edecek kıvamına varmış. Keli, mil pardon, eli öpülecek bir insan muhterem...

Yine de insanoğlu nankördür ve doymak nedir bilmez malûm. Güldük müldük ama kesmedi. Daha, daha, daha diye, aç bilaç inliyor bünye...

Zaten ne Kenan Evren’den ne de Ali Şen’den zerre kadar hazzederim, onlara iltimas geçilmiş, haberde ismi geçen diğerlerinin sıfattan yana boynu bükük kalmış diye içlendim yani...

Vakit gazetesinde çalışan arkadaşlar, Süha Özgermi ile Gönül Yazar için siyasi mevzuata dair bir göbek bağı bulamamışlar ya, aşkolsun demek isteriz.

Hani Gönül Yazar yerine söz konusu, atıyorum, Safiye Ayla olsa; ‘Türkiye’nin başına laiklik belásını sarmış olan Mustafa Kemal’e perde arkasından şarkı söyleyen çirkin kadın’ diyebilirlerdi.

Ne bileyim, Süha Özgermi için de ‘Bakmayın hálá sözde güzel peşinde koşuyor olmasına, kendileri kaka cumhuriyet kurulurken olay yerindeydi’ şeklinde bir cümle kurulabilirdi belki.

Yaratıcılığın sonu yok bildiğiniz gibi...

Bütün mesele nerden baktığınıza bağlı...

Sözde organizatör, sözde güzel, sözde gazeteci...
Yazının Devamını Oku