26 Mayıs 2005
Geçtiğimiz pazar günü oynanan, Fener’in Cimbom’u 1-0’lık skorla yenip şampiyonluğunu ilan ettiği akşam, ‘centilmen’ babam, 5-1’lik kupa maçında yaptığı üzre, yine ‘tebrik telefonu’ açtı.‘Ya valla, iki dakka sabretseydin, ben de seni arayacaktım’ dedim, yemedi.
‘Geçen sefer yazmıştın hani... Eh artık, bu da ufak tefek bir olay sayılır. Buna da değerli köşende yer verirsin herhálde’ diyor.
‘Şerefsiz medya, bunu da yaz’ diyor özetle de işte kızıyız mızıyız hesabına, sitemlerini, nispeten şirin bir üslupla bahşediyor...
Bakınız, yazıyorum: Senin nezdinde bütün Fenerbahçe taraftarlarının şampiyonluğunu kutlarım. (Senin de Aykut. Sevildiğini bil yani!)
Tamam mı, oldu mu aşkım? Al işte, ahan da yazdım.
Bu arada gelecek sezon için dişlerimi bilemiş vaziyetteyim, hele ki 2007 için geceleri dua etmeye şimdiden koyuldum, bilesin isterim.
Sakallarını muhabbetle okşar, yakışıklı yanaklarından bus ederim.
n Neredeyse son beş-altı haftadır her maçın ardından aynı geyik dönüyor:
Daum gidiyor, yok, Daum kalıyor, Hagi gidiyor, yok, Hagi kalıyor, Daum gidiyor, yok, Daum kalıyor, Hagi gidiyor...
Bu nasıl bir triptir... Lütfen yani, koskoca bir sezon takım emanet edilecek teknik direktörlerden bahsediliyor ve her maç, kader maçı anasını satayım.
Daum’u Allah sahibine bağışlasın. Hagi giderse, Ali Sami Yen’in önünde açlık grevine yatmayı düşünüyorum. En kötü hálükarda birkaç kilo veririz.
n Cinnet vatanımın sevindirik olmuş vatandaşı yine yaptı yapacağını. Kahrolduk kahrolmasına da maaselef olana bitene kimseler şaşırmadı. Maç sonrası yapılan ‘sevinç gösterileri’nde havaya ateş açan andavallar yüzünden, 11 yaşındaki İsmail Yılmaz hayatını kaybetti. Bu satırların kaleme alındığı salı günü itibarıyla yedi kişi de hastanede yaşam mücadelesi veriyor.
Bu ‘coşkulu kutlamalar’ı, bireysel silahlanmanın serbest bırakılması için Meclis’e önerge sunan CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman’a hediye edelim derim. Bu da naçizane, benim önerim...
Kendileri insanları hastanelik edip duran rotweiller cinsi üç köpeğini ‘korumaları’ için bekçi tutmuş, müstesna bir insan bildiğiniz gibi.
Zira efendim, açılan davalar sonucunda 14 bin YTL tazminat ödedi Canan Hanım. 30 bin YTL’lik bir dava da sürmekte... Köpekleri ‘bazıları için geçim kapısı’ymış; öyle diyor. Köpekler birilerini ısırmasın diye değil, yani insanları ısırılmaktan korumak adına değil, mahalledeki çocuklar ‘kendilerini ısırtmasın’ diye, yani köpekleri, yani kendi cüzdanını koruması için bekçi tutmuş bir insandan söz ediyoruz.
Maç sonrası havaya ateş açma ‘ritüelinin’ adı Canan Arıtman olsun; kurşun sıkanlar da meselá ‘Degav Canan aşkına!’ diye bağırsın.
n Son olarak, merak edip soruyorsunuz diye, Hayvanlar Álemi’nden lüzumsuz haberler: Hayat, bizim hayvan tayfasının (Hatırlamayanlar için; Öküz Quatro: Takoz, Hırtos, Ohamis ve Daralyan) ikisini, (Hırtos ve Ohamis), ödül manyağı yaptı bu sene. Yaptıkları haberlerle ne Gazetecilik Cemiyeti Ödülleri’ni bıraktılar ne gazete bünyesinde verilen Yılın Röportajı, Yılın Kültür Sanat Haberi ödüllerini... (Bakmayın yani... Öküz olduğu kadar yetenekli çocuklar...)
Bunun yanında, Takoz kardeşimiz de geçtiğimiz hafta yaptığı bir iş seyahatinde, kalacağı otelin rakibi tarafından havaalanında limuzinle kaçırılmış, diğer otelde ağırlanmış bir magazin ‘duayeni’dir. Kendisini felsefenin diyalektiği üzerine dergi yapıyor zanneden, frankofon bir entel olması, sosyete ve sanat camiasında gördüğü itibardan bir şey götürmemektedir yani.
Daralyan deseniz, beşinci şiir kitabını hazırlamakla iştigál eden bir fotoğraf sanatçısı. Ağılda asayiş berkemál velhasıl...
Hadi şimdi sessizce dağılalım, bugün Hürriyet’in Ödül Töreni var. Bizim küçükbaşlar daha gidip ödül alacaklar... Tribünde Meksika dalgası yapmamız lázım. Üstüne de timsah yürüyüşü... Yakışır...
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2005
Bilgeliğine güvendiğimiz birinin söylemiş olduğu gibi hakikaten: Bu ülkenin muhakeme şakülü şaşmış. Kim, kiminle aynı düşüncede buluşur gibi yapıyor, kim buluşmak zorunda kalıyor, kim ne düşünüyor, bilmek mümkün değil.
Hayat nüfus cüzdanından ibaret bir şey olsaydı keşke; kimbilir: ‘Akranına çat!’ derdik belki.
Ama bu topraklarda fikir beyanı, çok zaman ortaokul izanına tekabül ediyor. Akademisyenlerle ilkokul mezunları, aynı izana hizmet eden bir kesişim kümesinde, ya da somut bir mekán olarak anmak gerekirse, TBMM’de buluşabiliyor.
Yukardaki örnekle, hiçbir şekilde alákası yoktur ama meselá: Bir Orhan Kural’ımız var bu hayatta.
Kendileri, amansız bir ‘Gençliği terbiye edelim, toplumu hizaya sokalım’ neferi malûmunuz.
Bana sorarsanız, çevreciliğin de akademinin de Füsun Önal’ı ya da ne bileyim, Levent Kırca’sıdır.
Yakındır; hazır bu aralar Star Wars da vizyonda ya. ‘Kural Kuralları’nın Gücü Adına’: Adamımız, prof’umuz, memleketin bütün konser dinleyicilerini hizaya sokacak. Haftanın belli günlerinde onlara ‘Kural Marşı’nı okutacağız:
‘O Öyle Diyosa Öööledir Derneği’nin Kuralcıyız Ezelden rozeti yakamda, yeminimi ederim: ‘Çevreciyim, kuralcıyım, Kuralcıyım...’
AKADEMİK İHBAR GENÇLİĞİ KURTARACAK
Yasam: Süt içerek rock’n’roll dinlemek, sadece soya ürünleriyle beslenmek, memleket sathında sigara içen herkese terörist muamelesi çekmek ve onu ihbar etmektir!
Daha evvel, sahnede sigara ve bira içmişliği bulunan kaka çocuk Teoman için suç duyurusu yapmışlığı olan Kural’ın, aynı vazifeşinas halet-i ruhiye içersinde, Mazhar Alanson ile ilgili suç duyurusunda bulunmuşluğu da var.
Kütüphanesinin duvarında, muhtemelen çevreye zarar vermesin diye tezek falan yaktığı şöminesinin üzerinde, dudağının kenarından sigara sarkan rock yıldızı kellelerinden oluşan bir kolleksiyonunun olduğuna dair fanteziler şey ettiriyorum zihnimde.
Son haber şuydu: Mazhar Alanson, Yeditepe Üniversitesi’nde verdiği konserde Yandım adlı şahane balladını söylemeye başlamadan önce, bir sigara yakıyor.
Daha önce, yine bir konser sahnesinde bu şarkıyı söylediği için 500 milyon TL ceza ödemişliği var; Orhan Kural’ın suç duyurusu sağolsun...
Alanson, bildiğiniz Alanson olarak; ‘Parası neyse veririz’ tonundan lafa giriyor ve sigarayı yakıp şarkıyı söylüyor.
ÜNİVERSİTELER MECLİSİ TANIYOR MU
Doğal olarak, pardon, medyatikliğinin hormonu taşmış ‘tabiatı’ gereği, geçen yıl, 500 milyon TL ödemiş olan Alanson’un bu kez 33 milyar ceza ödemesi söz konusu oluyor.
Bilin bakalım kimi hatırlıyoruz: ‘Yaşasınnn!’; basın ve medya, Orhan Kural’ın ‘değerli’ görüşlerine falan yer veriyor.
Bunun üzerine Sigarayla Savaşanlar Derneği de devreye giriyor ve onların tabiriyle ‘üniversite gibi kutsal bir mekánda yasaları paçavra gibi hiçe sayan, dahası gençlerin sağlıklarıyla oynamayı da marifet sayan zihniyeti şiddetle kınıyor ve saygıdeğer toplumun bilgisine sunuyor:’
Ne olacak? Mazhar Alanson, bile bile aynı ‘suçu’ ikinci kez işlediği için cezası 50 kat artacak ve ceza yaklaşık 33 milyar TL’ye çıkacak.
Ne güzzelll...
Üniversiteler zaten bildiğiniz üzre, ilim irfan yuvaları...
Rektör mü haklıdır, Başbakan mı haklıdır; mezun olmayı beceren kız öğrenci var mıdır, varsa da kepinin altına nasıl bir peruk yakıştıracaktır dertlerinin ve mitos çoğalmayla artan akademiler sağolsun, mesleksiz diploma sahiplerinin, ehil işsizlerin üretildiği bir fason atölyesidir.
Siz şimdi kendi işiniz babında müzik yapıyorsunuz ya bin yıldır...
Mazhar Alanson’dan ve sabırlı tüm müzisyenlerimden bir ricam olacak.
Meselá bir süre sigara içmeyin bakalım ne oluyor?.. Zira Orhan Kural gibi adamlar sağolsun, üniversite anfilerinde içilen esrarlar, Taksim Parkı’nda içilen biralar, fuhuş, artık Allah ne verdiyse, sizin suçunuz ya...
Bi’ durunuz da bi’ bakalım...
Sırf bakınız, baksınlar, bakalım...
‘Benim oğlan, üzerinde şuncacık eroinle yakalandığında hadise çıkarılıyor. Oysa kerata sadece kullanıcı olarak kabahatli. Bizim aileye yakışmaz, biz yaptığımızda 30 tonluk ticaret yaparız; yapmış olsak, böylesini yapardık’ şeklinde beyanatları tarihe düşülmüş nice eski Milletvekillerimiz de mevcut.
SIRF MERAKTAN İŞTE
Bu hassas beyler bu konularda ne yapıyorlar meselá?
O hassas beyler soruyorlar mı hiç: Patlak göz, bu aralar neyle iştigál ediyor meselá?
Cevap geliyor mu bir bakılır belki. Bakılmaz ya, o arada, biz şerbetli toplumuz, sinirlerimiz çelikten ya, eğlenilir belki meselá?
Geyiğine: ‘Sen benle kafa mı buluyorsun kardeşim? Süt içerek rock dinlenmez, sahtekárlıkla haysiyet satmak da ayıptır ayrıca... İçkiye, cep telefonuna vergi bindirmeyi biliyorsun da savcına trafik cezası kesmekten acizsin’ hesabına...
Sırf meraktır işte. Bakılabilir bir şey babında.
Gülelim işte.
Aynaya bakarken kendi gerzekliğimize gülmekten öte her türlü eğlence anlayışından yoksunuz zira.
Sıkıyorsa baştan yarat
Digiturk’de yayınlanan bir program var ki bahsini duymuş olanlar duymamış olanlara anlatsın: Extreme Makeover. Tanrı’m Beni Baştan Yarat.
Tıbbın farklı alanlarında ihtisas yapmış uzman doktorlardan oluşan bir takımı, komplike bir makine şeklinde gözünüzün önüne getiriniz.
Oraya kendinden hoşnut olmayan bir insan geliyor: İnek şeklinde sokuyorsun, birkaç ay neticesinde ortaya sosis çıkıyor... O hesap...
Göbeğe liposuction, saça ekim-biçim, cilde full muamele, göğse silikon, kırışıklıklara botox, dişlere protez...
Ben o hikáyeden de öte, istiyorum ki bu aralar öleyim ve reenkarne olarak mesela en tazesinden bir kabuksuz su canlısı olarak doğayım...
Zira, vaktiyle estetik cerrahi neticesinde tabiri caizse hayatı kurtulmuş bir insan olarak biliyorum, büyük rahatlık.
Tercih edersin, etmezsin, hayat şekil itibarıyla sil baştan kendini yaratabilme şansı tanıyor ya güya insana.
Bir de Rodja var ama.
12 yaşında tecavüze uğradığında mütecaviziyle evlendirilen, daha sonra kocası, yedi yaşında bir oğlan çocuğuna daha tecavüz ettiği için hapse giren, bunun üzerine kendisini emanet alan kayın-zortları tarafından, kendi ailesini fazla sık ziyaret ettiği için burnu kesilen, işkenceye maruz kalan, 15 yaşındaki R.G...
Şimdi de iyi haberler: Kendisine ‘Deniz Akkaya burnu’ yapılacak.
Burun kurtuldu, hayat kurtuldu.
Extreme Makeover. Sıkıyorsa yarat.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2005
Pek çok kişi gibi benim de Aylin Aslım’a gözümü ve kulağımı ilk değdirmem Senin Gibi şarkısıyla olmuştu. Üzerinde o sevdikçe sevilesi mavi elbiseyle... Sonra dört gün, dört gece, Dört Gün Dört Gece’yi dinlemişliğim vardır...
O da ne şarkıdır:
‘Dört gün dört gece ağladım ben / Dört gün dört gece yağdı yağmur / Yaşlarımı saydım içimden / Hiç böyle olmadım ben / Dört gün dört gece bekledim ben / Dört gün çıkmadım hiç evimden / Ölür gibi yapınca acım diner mi sence?’
Aylin Aslım, hayatı kulağından tuttuğu gibi evin kapısının girişindeki vestiyerin akısına asıp, evden çıkmadan yaşamak nedir bilen kardeşlerimizden zaten. (Çıkınca da pir çıkanlardan; ayrı...)
Beş yılın ardından, nihayet ikinci albüm geldi: Aylin Aslım’ın, Süt Kardeşler filminin Gulyabani’sinden aldığı esinle isimlendirdiği: Gülyabani.
Yine evden çıkmadığı hállerden bol bol dem vuran bir albüm. Tabiri caizse, ‘Aylin Aslım, depresyon battaniyesinin altından öfkeyle ve haddde lennn nameli, dalgacı bir sırıtışla bildiriyor’ tadında bir eser.
İki hafta önce, Yeni Melek’teki konserdeydik. Aylin Aslım ve Tayfası’nın (Ayşe Özgümüş, Ayça Sarıgül, Mehmet Demirdelen ve Mehmet Cem Ünal) konserini izlediğimizde, Yeni Melek’in ha bire maruz kaldığı her türlü eleştiriyi hakikaten hak eden feláket ses düzenine rağmen, içimizin yağları eridi.
Albümün çıkış parçası olan, müzik kanallarında klibi dönen, kantoların kantosu Ben Kalender Meşrebim’i, konsere ‘kendi kendini davet eden’ Nurhan Damcıoğlu’yla birlikte seslendirdi Aylin Aslım.
Şarkı bitip, konser devam ededursun, Nurhan Damcıoğlu, üst kata çıkıp yanıma oturmasın mı!
Sahnede başında tacıyla, ortaokul müsameresine seksi kraliçe kostümüyle çıkmış gibi görünen Aylin, yanımda gençten, spor diye tabir edilen kıyafetiyle Nurhan Damcıoğlu; kronolojinin ezberi şaştı, zaman tünelinde gibiydim, yemin ederim...
Gülyabani albümü çıktığından beri Aylin Aslım’la yapılan hemen her röportajda muhabbet, doğal olarak belli bir çerçevede dönüyor: ‘Ama sen elektronik müzik yapıyordun; rock ne ayak? Ayrıca ne güzel, mırıl mırıl aşk şarkıları söylüyordun? Hangi ara feminist oldun?’
Zira albüm, dünyayla meselesi olan bir ‘kadın’ albümü. Ki albümü dinlemeyip de bunu Meg Ryan’lı ‘kız filmi’ gibi bir şey zannedenlere; ‘Albümü alın, boyunuzun ölçüsü, pakete dahil’ demek isteriz.
İlk defa böyle taş gibi, ağlak yapmayan, ayağı yere basan, hayatın hakikatli meselelerine dokunan bir kadın albümü gelmiş huzura. Tadını çıkarsanıza...
Ben Kalender Meşrebim’in klibi, Kadırga’da, asırlık bir kıraathanede, Gürcan Keltek tarafından çekilmiş.
Duvarda asılı bir çerçevenin içinde, gelmiş geçmiş en özlü sözlerden birini okuyoruz: ‘Kula belá gelmez Hak yazmadıkça, Hak belá yazmaz kula azmadıkça.’
Gelin görün ki bizim kızlar biraz azgın ve fena hálde belálarını arıyor.
Aylin Aslım ve tayfanın kız kanadı (Ayşe Özgümüş ve Ayça Sarıgül) Türk erkeklerinin mabedi olan bir kahvehaneyi basmış, darmaduman ediyor.
Masaları dağıtmaca, tavlalara tekme sallamaca, çay bardaklarını tuz buz kırmaca, yüksek ökçelerle çuhaları yırtmaca...
Gitarları cayırdatarak, kantoyu rock’a boca ederek; ‘Ben kalender meşrebim, güzel çirkin aramam / Gönlüme bir eğlence isterim olsuuuooon!’ diye bağırmaca...
Kalender meşreplik, bildiğiniz üzre ve fakat maalesef genelde yok sayılmak istenen bir şekilde, salt erkeklere mahsus bir durum değildir.
Cihan, it ve kopuk olmakla böbür böbür böbürlenen errrkekten geçilmez.
Ve fakat bu adamların karşısına çapkınsa çapkın, álemciyse álemci, mangalın ve külün hakkını veren, lolo çekemeyen, adam idare etmekle işi hiiiç mi hiç olmayan bir kadın çıkartın, fare gördü mü çığlık çığlığa taburenin üzerine fırlayan kadınlardan (!) beter olurlar.
Fakat işte, böyle kadınlar vardırlar ve kükreye kükreye, dişi arslanlar gibi olmaya devam edecektirler; olacaktırlar. (Şarap ve çanak üzerine başlatmayın şimdi! O kadar!)
Aylin Aslım’ın Böyledir Bu İşler şarkısında dediği gibi: ‘Kız bembeyazdı, beyaz boş bi’ sayfa; dedi böyledir bu işler, sana iyi günler...’
Dağıtın ablalar! Dağıtın ki yeriniz bu yer değildir! Hatta az bile; zira müstahaktırlar...
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2005
Şimdi, üç yutkunup bir söyleyerek kaleme almam gereken bir yazının başına çöktüğümün farkındayım.<br><br>Ama nasılsa beceremeyecek, ilerki satırlarda büyük ihtimalle çuvallayacağım. Dolayısıyla Star Wars/Yıldız Savaşları müridlerinin tepkilerini çekme pahasına kafadan söyleyelim de kurtulalım:
Yıldız Savaşları Bölüm III: Sith’in İntikamı’nı sevmemekten öte, esefle karşıladım.
Üstelik, insanlık álemini illá ki sever-sevmez şeklinde ikiye ayırmak gerekse, naçizane, Star Wars’çı addedilebilirim.
O meş’um, ‘Beklenti büyük olunca hayalkırıklığı kaçınılmazdır’ durumundan mustarip olsam gerek. (Ayrıca R2-D2 ve hele ki C-3PO’ya doyulamıyor bu bölümde ki hastası olduğumuz tiplerdir. Chewbacca deseniz zaten hiç yok. Allah’tan Efendi Yoda durumu biraz kurtarıyor. Kesmedi yani.)
Filmi, şanslı azınlık sıfatıyla, geçtiğimiz salı akşamı, gnctrkcll’in davetlisi olarak galada izledik.
Hakikaten ‘ortam süper, gençlik süper’ bir álemdi. Yaş ortalaması ben diyeyim 15, siz hadi benden daha bonkör bir tahmin yürütün ve deyin ki 17...
Banu (Tuna), giderayak fena kıllandırmıştı: ‘Yahu, bu filme dublaj da yapıldı, ister misin izleyeceğimiz dublajlı kopya olsun?’
‘Yok artık’ demiştik; ‘Tamam ortalık genç kaynayacak olabilir de, o dediğini sömestr tatillerinin çocuk seanslarında yaparlar ancak.’ Ve fakat: Inınınııın!
Özen Film’den Nizam Eren, Darth Vader’ın dublajını yapan Tamer Karadağlı’yı filmden önce sahneye davet edip kendisine plaket -evet abi PLAKET!- verince, Banu’yla ‘Hö? Yav? Acaba?’ diye birbirimize bakakaldık.
Açılış jeneriğinde, hikáyenin özeti akar ya, o da huzura Türkçe yazılmış bir şekilde gelmesin mi! Tam birbirimize sarılıp ağlamaya koyuluyorduk ki, film başladı.
Asayiş berkemal: Orijinal...
Bu arada, sonradan edindiğimiz bir bilgi, bizleri, plaket mevzuuyla ilgili hepten dumura gark etti.
Biz sanıyoruz ki sonradan kötülerin tarafına geçip Darth Vader olan Anakin Skywalker’ı da Karadağlı seslendirdi.
Değilmiş... Kendileri sadece Darth Vader tiplemesini seslendirmiş...
Yahu film, zaten Anakin’in nasıl Darth Vader’e dönüştüğünün hikáyesi...
Bu son epizodun neredeyse tamamında, Luke Skywalker ile Prenses Leia, daha Anakin’in yediği portakal demeyelim, yuttuğu C Vitamini hapındalar.
Ve Darth Vader’ın filmin son birkaç dakikasında sarfettiği hepi topu birkaç cümle var: Padme nerde? Padme iyi mi? Ne, Padme öldü mü? Ne?! Padme’yi ben mi öldürdüm! Niaaaarghhh!
Bu yani; üç ‘Padme’, iki ‘N’olamaz...’
Nicelik açısından ele alacak olursak, Tamer Karadağlı’ya plaket veriyorlarsa, Anakin Skywalker’ı seslendiren Ahmet Taşar’la Obi Van Kenobi’yi seslendiren Yekta Kopan’a general apoleti, liyákat madalyası filan takmak lázım.
Bunun yanında, elimizde bir de bunun en duygusal Star Wars bölümü olduğu üzerine dönen; ‘Spielberg filmi izlediğinde ağlamış abi’ geyiği var bildiğiniz gibi.
Mevlüt Tezel’in Cuma ekindeki yazısından öğrendiğimize göre, George Lucas da kendini bilen bir sinemacı olarak; ‘Bu eski Yıldız Savaşları’na benzemiyor. Uzayda yaşanan Titanic gibi’ demiş.
‘Uzat dudakları, öpüjem!’ demeli. Bir Celine Dion ve o korkunç ‘My Heart Will Go On’ şarkısı eksik; o kadar yani...
Soundtrack’de Mariah Carey’e falan; ‘Kalbime maalesef kal geldi ama Luke ile Leia büyüyüp serpilecek ve en azından soyumuz devam edecek’ şeklinde sözler içeren bir şarkı söyletilmiş olsa, tam olacak.
En ağdalı modelinden duygusal bir film ya, yine de ‘tamamen duygusal’ gişede harikalar yaratacağı muhakkak...
Hakkıdır; ne de olsa tarihi bir hadisedir; gidiniz, görünüz, saygılarınızı sununuz.
Hele ki Marimar gibi diziler ile Hıçkırık gibi filmlerden hoşlananlar, kesinlikle kaçırmasın. Konsey toplantılarının yapıldığı sahneler de, özellikle Kurtlar Vadisi fanlarına, hararetle tavsiye edilir.
‘Allah’ın cezası gerizekálı! Koskoca Yıldızlar Savaşı’na laf uzatmak sana mı düştü? Ne yani, hiç mi iyi bir tarafı yok?’ diye soracak olanlar için:
Allah için muhteşem prodüksiyon. Ergenliğimden beri, bir bilgisayar oyununun başına günlerce kalkmamacasına çökmeyi, canım hiç bu kadar çekmemişti.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2005
Konunun gündemle alákası yok ama geçenlerde Digiturk’de, Robert Redford ile Michelle Pfeiffer’ın ‘Up Close & Personal/ Çok Yakın Çok Özel’ isimli filmini izliyordum. Yıllar önce sinemada izlediğimde filmi yavan bulmuştum; bu seyrettiğimde ‘Öf be kardeşim, eeeh be ibişim!’ nidalarıyla baygınlık geçirmeme ramak kaldı.
‘Kadına hayatı adam öğretir, onu alır ve olması gereken yere ve ‘şey’e konuşlandırır’ mavrası üzerine bir diğer zırva.Yok ya?
Yine de televizyon söz konusu olduğunda, öööyle bakmak diye de bir şey varsa -ki benim televizyonla aramdaki ilişki daha çok bu öküz-tren diyaloğuna dayanır- Robert Redford’a bakmak, her hálükárda, iyi bir şeydir.
En azından, prime time’ları hegamonyası altına almış olan, kılı-tüyü ağarmış, tipi doğuştan kayık insanların kamera gazına gelip karizma yarıştırdığı yarışmalardan, et pazarı magazin programlardan, kasap vitrinini andıran haber bültenimsilerinden ve hede hödö çemkirmelerden ibaret olan ‘sözde tartışma’ programlarından daha iyidir.
Neyse işte...
İzlememiş olanlar için kabaca özetleyecek olursak:
Söz konusu filmde Robert Redford, ‘bir zamanlar kartaldı, şimdilerde yerel televizyonda kızağa çekilmiş, mütevazı bir editör’ şeklinde yaşayan bir yaman ötesi haberciyi canlandırır.
Tabii esas konu, Redford’un ‘desteği’ sayesinde boya kübüne düşmüş bir kasaba dilberiyken, meslek erbabı ve pek zarif bir televizyon muhabir/programcısına dönüşen Michelle Pfeiffer ile aralarındaki aşktır.
Bin yıllık film olduğu için sonunu söylemekte mahzur yoktur herhálde. Filmin sonunda Redford, yine acar muhabirliğe döner ve bilmem nerede haber kovalarken, bir çatışmada, ‘en kahraman’ bir şekilde hayatını kaybeder.
Can sıkıntısı, Pfeiffer’ın, ödül aldığı kürsüden, sebeb-i varlığı kocasına şükranlarını sunmasıyla sona erer.
Film, hakikaten son derece bayık; peki benim içim neden yine de böylesine buruk?
O an dank etti ki izlediğim Robert Redford’un mutlu sonla biten filmleri, bir elin parmaklarını geçmez.
Psikopata bağladım herhálde: Filme değil, resmen adamımızın makus kaderine dertleniyorum iyi mi!
Adam bin tane Hollywood aşk filmi çekti. Birinin de sonunda günbatımı fonu önünde manitayı öptüğün bir sahnenin üzerinden jenerik geçsin be birader... Yok...
Var yani de; adedi ‘mutlu aşk yoktur’ filmlerinin yanında devede kulak kalır.
Out of Africa’nın sonunda esas oğlan (R.R.) ölür.
This Property is Condemned’in sonunda, esas kız (Natalie Wood) ölür.
The Horse Whisperer’ın sonunda esas kız (Kristin Scott Thomas) esas oğlanı (R.R.) terk edip kocasına döner.
Havana’nın sonunda da dava uğruna esas kızla (Lena Olin) kavuşmak nasip olmaz.
The Way We Were’ün sonunda da esas kız (Barbra Streisand) ile ayrılırlar.
The Natural’da bu kez esas oğlan (R.R.) kaybeden olarak filme başlar, esas kızdan kazık yer ama olsun, sonunda sahada kazanır...
Edebiyat tarihinin en hazin karakterlerinden biri olan Great Gatzby’nin esas oğlanının sonu zaten hepimizin malûmu...
Hollywood’un ‘Bak abi, bizde de mutsuz son olabiliyor’ filmlerinin hemen hepsinde o rol almış mübarek.
Adam bununla da yetinmemiş üstelik. Desteksiz sallıyorum ama: Hollywood’un mutlu son jargonu, ona uymuyor diye kalkıp bağımsız filmlerin er meydanı Sundance Film Festival’ı kurmuş olsa gerek.
‘Eee?’ diyeceksiniz. Ben de diyeceğim ki; ‘Ne eee’si? Hep gündem hep gündem, nereye kadar?’ (Duyan da her gün bu köşede memleket kurtarıyoruz zanneder!)
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2005
Çarşamba akşamından beri ağzımı toplamaktan acizim. En son ne zaman böyle coştum, inanın hatırlamıyorum. 6-0 kábusundan uyanmışız üç senenin ardından, bünye sevinmesin mi?
Tarihe düşüleceğini tahmin ettiğimiz 5-1’lik Türkiye Kupası Finali’ni, Olimpiyat Stadyumu’nda izlemiş bir Galatasaray taraftarı olarak, haklı olarak, doğal olarak, her bir şey olarak, hezeyan geçirmekteyim.
Yine de maçın ardından ‘tebrik telefonu’ açan, çok şahane sportmen ve centilmen taklidi yapabilen (!), esasta hasta Fenerli olan babamın yüz suyu hürmetine nispet faslını uzatmayacağım.
Onun yerine, 25’inde Şampiyonlar Ligi hadisesi, o statta nasıl olacak da olabilecek, onu soracağım.
Her yerde ‘Organizasyon süperdi’ haberleri çıkıyor; ben bir şey kaçırmış olsam gerek...
Baştan alalım: Hesapta maça altı kişi gidecektik. Üç kişi, şahane bahaneler öne sürmelerine rağmen, büyük ihtimalle yol gözlerini korkuttuğu için, ektiler.
Bunun yanında hasta Cimbom’lu olan kimi arkadaşlar, misál bizim dört kişilik hayvan tayfasının üç küçükbaşı, maçı evde biralayarak izlemeyi tercih ettikleri için gitmeye, ta baştan, zaten yeltenmediler.
Neyse işte; biz üç nefer yola koyulduk. Yol dediğiniz, gazetenin bulunduğu bina da İkitelli’de ya, hesapta 15 dakikalık mesafe...
Taraftar ilgi göstermediği için yol da boş. E, iyi, güzel, şahane... De...
Bizim otomobilin akreditasyon kartı olmadığı, bizim böyle bir şeyin gerekliliğinden haberimiz de olmadığı için, polis bizi bir park yerine yönlendirdi ki ben diyeyim fizan, siz deyin Kaf Dağı’nın ardı...
Bunun üzerine biz Şermin’le akredite olmuş bir basın arabasına otostop çektik. Tolga şövalyelik yaptı, arabayı park etmek üzere ufka doğru ‘Beni bırakın siz gidin’ repliğiyle uzaklaştı.
Bizim ardımızdan o da otostop çekmiş. Bala bakınız ki uzaktan gazetenin akredite olmuş bir arabası geliyormuş, onu durdurmuş.
Bilin bakalım? İçinde Erman Toroğlu...
Tolga, ‘Yav, arabayı almadılar da, vadi bayır aştık da filan da falan da...’ demeye kalmadan... Erman Toroğlu; ‘Bak arkadaş’ diye lafa girip, Kore’deyken nasıl da kilometrelerce yolu yayan teptiklerini anlatmış.
Tolga, Toroğlu’nun Kore gazisi olduğunu düşünüp (!) saygıyla ağız değiştirmiş: ‘Yürümek, hmmm, tabii sağlıklı bir hadise’ filan...
Toroğlu’nun Kore’deki Dünya Kupası’ndan bahsettiğine neden sonra uyandık!
KAFANIZA GÖRE OTURUN REHBERLİĞİ
İçeride, en az seyirci sayısı kadar polis, bir o kadar da güvenlik görevlisi ve steward vardı.
Gelin görün ki, bizim steward’lar bir hoş... Ben ki yön mefhumu olmayan bir insanım, bunların yanında profesyonel rehber sayılırım.
‘Burası hangi bölüm?’ diye soruyorsunuz.
‘Bilmeeem’ diyorlar.
‘Numaralı ne tarafta?’ diyorsunuz.
Boş salona festival filmi oynatan sinemanın yer göstericisi mübarek: ‘Yaaa, tribünler boş zaten, kafanıza göre oturun işte’ şeklinde yanıt geliyor.
‘Allah Allah, biz kendi yerimizi istiyoruz beyefendi? Burası neresi siz onu söylesenize’ diye dayatıyoruz.
Bu sefer; ‘Ben bilmiyorum, belki şu arkadaş bilir’ diye bir başka stat cahili steward’a yönlendiriyor.
Sonunda kendi yolumuzu kendimiz bulduk.
Gidiş ve dönüş arasında; malûm:
Ben diyeyim ekstaz, siz deyin orgazm... Ben diyeyim beş, siz deyin beş... Ehehehe...
ÇAYIRA SALIYORSUNUZ DA KAYIRACAK MISINIZ?
Dönüşümüz ayrı ıstıraptı. Gelirken katettiğimiz yol, bu sefer zifiri zindan... Tek bir ışık yok.
Otostop çektiğimiz otomobilin valinin makam arabası olduğunu sonradan fark ettik. O kadar karanlık...
Adam kesseler, kimsenin ruhu duymaz bir yer... Dolmuşlara, ‘Taksi parası verelim, bizi sapağa kadar bırakın’ şeklinde teklifte bulunuyoruz.
Polisin, oradan çıkmaları hálinde, dönmelerine müsaade etmeyeceği gerekçesiyle yüz vermiyorlar.
Polise, ‘Tamam bizi çayıra salıyorsunuz da Allah’ın dağbaşında bizi kayıracak mısınız yoksa iş mevláya mı kalıyor?’ diye soruyoruz.
‘Biz bilmezük, organizasyonu biz yapmadık’ diyorlar.
Sonunda tam da Federasyon’a söylenmeye koyulduğumuz sırada, gençten bir çift, zarafet gösterip durdu.
Biz Federasyon’a verip veriştireduralım, direksiyonda oturan beyefendi, Fenerbahçe taraftarı bir Federasyon üyesi çıkmasın mı!
Sonra o çift, ‘Sizin yolunuz bu tarafta’ diye bir başka yol sapağında bıraktı bizi.
Bu kez bir ikinci arabaya otostop çektik. O arabada dönen geyiğin saçmalığını anlatmaya ne yüzüm tutar ne takatim yeter.
Azmin elinden hiçbir şey kurtulamaz hesabına, sonunda, nihayet, bizim arabaya vardık. Fakat kör kuyularda ipsiz sapsız kalmak nasıl bir şeydir, aşağı yukarı bir fikrimiz var artık. ‘Hani gün gelip düşecek olursak, Allah’ın izniyle oradan da çıkarız’ şeklinde bir özgüven geldi bünyeye.
Ama tabii yine de. Değdi yani. Mutlu ötesiyiz; bu da 5-1 be!
Mondragon’a özel not:
Tanıdığım bütün kadınlar, Fenerliler dahil, mümkünse ayaklarınızın dibine mum yakıp size tapınmak istiyor. Ayrıca, validenizin daha sık üremesi gerektiği konusunda genel bir kanaat de var. Olmadı sizi klonlayalım ama illá ki bir şeyler yapalım. Vatana, millete ve cins-i latife sizin gibi daha çoook Mondy’ler lázım. Zaten biliyorsunuzdur ya, yine de işte... Hey maaşallah! Siz, siz, siz nesiniz, nasıl bir şeysiniz öyle?!
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2005
Şu klip yazılarının şaşkın kaderinden çektiğim... Şimdiye dek, kafamda birinin adıyla klavyenin başına çöktüğüm, yeni bir dosya açıp, gerçekten de o dosyaya ismini veren kişi hakkında yazdığım vaki değil. Habire bir şey çıkıyor. Ya Tolga’yla (Akyıldız)pişti oluyoruz, ya köşenin dibinde hakkında yazdığım kişiyle yapılmış bir röportaj olduğuna sonradan uyanıyorum ya da işte... İllá ki bir şey oluyor.
Yalın diye açılmış dosyanın içinde Cem Adrian, Manga diye açılmış dosyanın içinde Demet Akalın, Teoman diye açılmış dosyanın içinde Pamela...
Bu sefer de sayfanın planı değişti. Ben oturmuş, çarşaf-nevresim bir Aylin Aslım yazısı döşenmişim; planlar değişince bir baktım ki yerim dar. Aylin Aslım’ı 50 satırda anlatmak ise benim belágatımı aşar.
BİR ÇIKTI PİR ÇIKTI
Diyeceksiniz ki marifet, az lafla çok şey söylemekte. Fakat benim maalesef fena hálde çalçene bir gönlüm var. Gönül var, yalan yok: Beceremem yani.
Dolayısıyla ‘Sevgileri yarınlara bırakan’, salak insan tavrı sergileyeceğim. Haftaya nasipse... (Tolga’cığım, geçtiğimiz cümleyi önümüzdeki hafta için rezervasyon yaptırdığıma dair, şahsına özel bir not olarak alırsın diye umuyorum. Sevgi, saygı, öpücük...)
Eh, geçen hafta açmış olduğumuz dosyaya adını veren ve hakkı kalan Yalın’a dönelim madem.
Bildiğiniz üzre Yalın, ‘çıkışı hadise olan’ bir şarkıcı. Tabiri caizse, bir nev’i Mirkelam.
Bir Zalim dedi, gerisi çığ şeklinde geldi.
Geçtiğimiz yılın hasadını şahane bir şekilde de topladı nitekim: En İyi Çıkış Yapan Sanatçı dalında bir Altın Kelebek, MGD Altın Objektif Ödülü, satış grafiği en yüksek sanatçılara verilen MÜYAP Ödülü...
Kendimden tiksinerek de olsa, söylemeden edemeyeceğim: Ellerine sağlık, hadi durma, kutla, bu zafer senin. (Hakikaten iğrencim, biliyorum, vurun beni.)
Yalın’ın ikinci albümü Bir Bakmışsın da çıkar çıkmaz, kafadan, en çok satanlar arasına girdi. Çatır çatır satmaya da devam ediyor bildiğimiz kadarıyla.
Çıkış şarkısı Küçücüğüm’ün klibi, Gürcan Keltek yönetmenliğinde Cihangir’de çekilmiş.
Şahsen zihnime düşürdüğü soru; ‘Bu adam, bu kadar kısa zamanda, bu kadar sık bir şekilde, sanki hep aynı şarkıyı söyleyerek, nasıl bu kadar sevdirebildi kendini?’ şeklinde bir şey.
İYİ AİLE ÇOCUĞU
Ama nedendir bilinmez, gıcık da olunmuyor Yalın’a. Ben olmuyorum, olamıyorum yani. Hani kötücül bir gözle bakayım diyorum, kıyamıyorum. Zira Allah için piyasadaki pek çok çöpten çok daha iyi. Temiz yüzlü, iyi eğitimli, iyi aile çocuğu; hatta methini duya duya bir hál olduğumuz üzere çok da iyi bir insan(mış). Mırıl mırıl bir ses olarak hayatımda yer almasına en ufak bir itirazım yok, olamaz yani.
Da... Bir yandan da nasıl demeli; olsa da olur olmasa da...
Yalın, klipte gayet güzel bir dairenin içinde dört dönüyor, işte, pencereden dışarı filan bakıyor, sonra sokağa çıkıyor, bir miktar yürüyor.
Sade, temiz, yalın bir klip... (Yalın’a yalın klip. Bunu da dedik ya... Hakikaten lütfen muharrireyi vurunuz; acımızı dindiriniz.)
Daire güzel; dekorasyon daha da güzel. Sanki Ikea, Gaggenau, Bang & Olufsen, el ele tutuşmuş da ‘Şu Yalın’ın klibine bir güzellik yapalım’ demişler.
Bir de duvarda asılı bir bisiklet var ki... Benim kişisel tarihimle ilgili hafif mahçup bir şekilde kıkırdamama yol açıyor.
Lisedeyken, Amerikan filmlerinden, dizilerinden kalma bir özentiyle, niyeyse, duvarında bisiklet asılı bir evde oturmak istermişim.
Sonradan hatırladım. Bizim lisede tuttuğumuz defterler vardı; hepimizin birbirinin geleceğine dair kehánetlerde bulunduğu. Geçenlerde benimkini buldum, şöyle bir karıştırdım. Bir gazetecilik, bir de duvar ve bisiklet muhabbet gırla gidiyor. ‘Umarım ileride duvarında bisiklet asılı, asmalı katlı stüdyona kavuşursun’ filan... İdeale gel yani...
Manası kendinden menkûl ergen şekilciliği işte. Duyan da bisikletten inmeler bilmeyen Lance Armstrong zanneder. O günden bugüne kıçımı kaç kere bir bisiklet selesine değdirmişimdir acaba?
Bunun yanında ben de çocukken herkes gibi ayna karşısında şarkı söyleyip büyüyünce pop star olacağıma dair fanteziler kurardım.
Yalın kardeşimiz, işte, bisiklet de yapmış, müzik kariyeri de... Allah yolunu açık etsin di mi ama? Haset miyiz ne?
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2005
<B>İ</B>çimdeki çocuk geyiğine isterseniz hiç girmeyelim ama akıl yaşı itibarıyla çocuk sayılırım: Akıl ve ruh sağlığıma zararlı olduğu gerekçesiyle RTÜK’ün kapatılması için şikáyette bulunabileceğim bir merci arıyorum.
Taassubun gaibinden kafasına eseni şikáyet eden her tür delinin şikayetini kabul ediyorlar; benim neyim eksik? Bilinçli vatandaş kontenjanından, yüksek müsaadenizle, arslanlar gibi hakkımı arıyorum.
Akıl ve ruh sağlığı polisliği kimsenin tekelinde değil malûm; nihayetinde demokrat bir hukuk devleti değil miyiz? Eláleme var da bize yok mu? (Soruyu gofret reklamındaki yandan örgülü sarı saçlı şahane kızın yok mu’su gibi yönelttiğimi farz edin. Hani şu değinmekten kaçındığımız içimdeki saç örgülü kız muhabbetinin selámeti açısından.)
Anime inek Ayraniç’in şut çekerken memeleri görünüyor diye şikayette bulunan vatandaşı kaale alan bir kurumdan bahsediyoruz, dikkatinizi çekerim.
Ki bence muhtemelen Fatih Karaca ve şürekásı, bu gibi şikáyetler geldiğinde, Vizontele’nin meşhur repliği gibi; ‘Şerrrefsizim benim aklıma gelmişti! Vatandaş bizden erken davrandı. Kanal kapatacaz. Yürü!’ şeklinde birbirlerine sarılıp, bir heves bir heves, bir heves, coşkuyla işe koyuluyorlardır.
Ancak parayı basanın izleyebildiği şifreli erotik kanalların kapatılması filan tartışılıyor ya bu aralar...
‘Hesabının veremeyecekleri hiçbir icraatleri olmadığını’ söyleyen Fatih Karaca, mevzubahis kararın gerekçesini açıklamış efen’im.
Neymiş: ‘Söz konusu dört kanaldaki yayınların sanatsal içerikli erotizm olmadığı, her türlü anormal ilişkiler içeren pornografi yayını olduğu tespit edildi’ymiş.
Yahu biz seviyeli erotizm (Ne demekse?) gösteriyorlar zannediyorduk, bildiğiniz baldır-bacak-meme felan çıktı diyor özetle. Bak sen şu işe...
Oldu; siz konuşun, biz gülüyoruz.
Kendi izanınca müstehcen görüntüler içeren bir parfüm reklamı yüzünden, CNN Türk, TV 8, atv, Kanal Türk, TGRT, Show TV, Haber Türk ve Star kanallarını uyaran, aynı nedenle Kanal D’den savunma isteyen bir kurumdan bahsediyoruz, dikkatinizi çekerim.
Yanisi: O kanalları manganın önüne dikip kurşuna dizmediklerine şükredin.
Fi tarihinden çekilmiş ve TRT dahil, muhtelif kanallarda defalarca gösterilmiş ödüllü yabancı filmler yüzünden, niyeyse şimdi kanal kapatan bir kurumdan bahsediyoruz, dikkatinizi çekerim.
Muhtemelen ekranlarda sadece Yurttan Sesler Korosu’nun programları yayınlansın, onlar da mümkünse Düriye’nin kalaylı güğümlerinden bahseden türküler, haşa, söylemesin isteyen bir kurumdan...
Zira bildiğiniz üzre, hayat, Bay Yanlış ile Doğru Ahmet’in maceraları kadar naif bir şey.
Bizde kimse sevişmez, haber dediğinizden kan çıkmaz.
Parfüm dediğinize hijyenik reklam çekilir, zira parfüm, fingirdeme maksaklı, asla ve kat’a, sürülemez.
Biz embesil olduğumuz için bunları bilmiyorduk, Allah razı olsun RTÜK var ve öğrenmenin sonu yok, işte, öğrene öğrene büyüyoruz.
Var ya, sıkıntıdan ölünse, herhálde şimdiye kadar sekiz-on kere reenkarne olmuştum.
Bir yerlerde bir evrim seyrediyor; biz mehter marşıyla, iki ileri bir geri, gidecez gidecez gidemeyoz...
Hayatımızda RTÜK diye bir şey var. Niye var? Bilmiyoruz. RTÜK’ün bir mantığı var mı? Sanmıyoruz.
Böyle bir izan, olsa olsa espriden yoksun Olacak O Kadar skeci niyetine izlenir ama işte, maalesef... Burası Türkiye, yok öööyle...
Fatih Karaca bizim fişimizi çekse de cümleten rahat etsek. Eh be...
Yazının Devamını Oku