Ebru Çapa

Sevgili günlük

29 Aralık 2005
Kafayı yememe ramak kaldı. Daha önce de kurmuş olduğum bir cümledir, tekrar kurmakta beis görmüyorum: Hani hamiline çek yazıp elime tutuştursalar, üzerine adımı yazasım bile yok. Anla yani, o kadar yazasım yok.

Yazının Devamını Oku

İzmirlilerin asfalyasını attırmak

25 Aralık 2005
Bildiğiniz üzre, memlekette yeni bir okuma seferberliği başlamış durumda. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ne deyip ne demediğini anlamak için alt metinleri, satır aralarını okuma, zihin okuma; okuduğunu anlama... Pek anlaşılacak bir tarafı olmadığı için anlayamama...

Bir seferberliktir gidiyor.

Başbakan bir toplantıda konuşuyor, ertesi gün Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki -Bekir Coşkun’un harikuláde tabiriyle Akif De Ki- durumu toparlamak için lafı başka bir şekle ‘devşiriyor.’

Başbakanlık sözcüsünün bu aralarki asli görevi müsahhihlik bir nev’i. Başbakanın ifadelerini tashihten sorumlu devlet şeysi...

Bir tür ayaklı tipeks...

‘Sizin işiniz de zor’dan öte ne denebilir bilemiyorum. Fakat şahsen, naçizane, Beki’nin o zor görevi, hatta imkánsız misyonu (mission impossible) pek başarılı ‘kıvırdığını’ da düşünmüyorum.

Başbakan Erdoğan, TÜSİAD’la kavgaya tutuşmadan hemen önce de İzmirliler’e ‘şirin’ bir taş attı malûmunuz: ‘İzmir’e ne denir bilirsiniz. Ama biz bunu önümüzdeki seçimlerde değiştireceğiz.’

Oldu. Tamam inşallah. Tabii tabii...

Bu ‘ima’ neye gönderme yapıyordu yani?

Gávur İzmir mi?

Beki’ye sorarsanız, yok, Başbakan öyle demedi de, ‘İzmir, solun kalesidir’ demek istedi.

Bu hangi ara bir ‘kusur’ oldu da benim haberim yok?

Kusursa da ben o kusuru liyákat madalyası gibi taşımaya gönüllüyüm diyelim. Keşke, ah keşke, Türkiye’de gerçekten etkin bir sol parti olsa da kapısında nefer olsak. Kendi içinde bölünmekten helák olmuş sol partiler, gerektiği gibi muhalefet bile yapamıyor ya, Recep Tayyip Erdoğan yatsın kalksın ona dua etsin.

DOĞRUDUR, İZMİR GAVURDUR

Fakat doğrudur; İzmir gávurdur, inşallah hep de gávur kalacak. At gözlüğü takmayacak. Sırtına semer vurdurmayacak.

Farklı dinlerden insanlar, bir sofranın etrafında oturup kadeh tokuşturacak. Farklı din ve kültürlerden insanlar birbirlerinin bayramını kutlayacak. Kadınlar ve erkekler sokaklarda el ele tutuşarak muhabbet edecek. Deniz kenarında öpüşüp koklaşacak. Erkekleri kadınlarının saygısını korku salarak değil, flört ederek, gönlünü çelerek kazanacak. Kadınları erkekleriyle ‘sidik yarışı’na girmeyecek, hayatı birlikte omuzlayacak.

Ve evet, İzmirliler, parkların göbeğine, müzelerinin bahçelerine, olur olmaz meydanlarına malzemesinden çalınmış, son derece zevksiz camiler dikilmesine müsaade etmeyecek.

Yeterince cami var, onun yerine umulan odur ki -Şehir Tiyatroları, İzmir’de faal değil meselá- kütüphaneler, kültür merkezleri açılacak.

Ve yine umulan odur ki, bunlar göstermelik binalar olarak dikilmeyecek, İzmirliler, o binaları dolduracak.

İbadetinin ve imanının hesabını hükümete değil, Allah’a verecek. Oyunu da aklını kullanarak verecek; AKP’nin bir siyasi parti olduğunu, Allah’ın elçisi olmadığını aklından çıkarmadan...

BAŞBAKAN NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR

Başbakan ne yapmaya çalışıyor? Son zamanların ‘mühim’ sorusu... Ki ben artık bu soruyu sorma lüzûmu pek hissetmiyorum.

Her türlü komplo teorisini takip etmekle birlikte, benden AKP’ye kapik işlemez, oy bábında yani, bakın onu çok net biliyorum.

Bendeniz, defaten belirttiğim üzre, memleketine meftun bir İzmirliyim. 35.5’lu bir Karşıyakalıyım; olanca fanatikliğime rağmen, önce 35’li, yani İzmirliyim. Ve bir yanımla kendimi İstanbullu da addediyorum. İsterseniz yalama deyin; kendime bir yafta yapıştırıp, başkalarını korkulacak, dışlanacak ‘öteki’ler olarak görmeyi reddediyorum. Ne kadar çeşit, o kadar iyi...

İzmir Özel Amerikan Lisesi’nin kız koleji olduğu zamanlarının son mezunlarından biriyim (‘90).

Bizim okulun efsane müdürlerinden biri Linda Blake’dir. Ben yetişemedim; okuldan ben doğmadan bir yıl önce, 1971 yılında ayrılmış.

Biz kendisini okulun rutin gösteri ve toplantılarının yapıldığı binaya verilen isminden ve ne kadar iyi bir eğitimci olduğu hakkında anlatılan hikáyelerden biliriz.

Onun döneminde okuyan bir ‘dostum’, geçenlerde İzmir’den arayıp, tepesinin tasını fena hálde attıran şu ‘gávur İzmir’ muhabbetiyle ilgili bir şey anlattı.

80’li yıllarda hayatını kaybeden Mrs. Blake, vasiyetinde, öldükten sonra da herkesi bir araya getirebilmek amacıyla, Müslüman Türkler’in çok güzel bir adeti olduğunu düşündüğü mevlüt okunmasını istemiş.

9 Eylül Üniversitesi’nden ilahiyatçı bir akademisyen, Mrs. Blake’in cenazesinde, kilisede, Fatiha Suresi’ni okumuş.

Şimdi, bu gávurluksa, böyle gávurluğa can kurban derim. İman sahibi bir Müslüman olarak, ‘kendine Müslüman’ geçinen zihniyete de yeğlerim.

Bizim okul, kimileri tarafından ‘misyoner okulu’ diye ‘aşağılanır.’

Gelin görün ki, kendimle birlikte birçok arkadaşımdan da biliyorum ki, bir yandan da Bush’un politikalarına Recep Tayyip Erdoğan’dan daha ‘eleştirel’ bir gözle yaklaştığımız herhálde muhakkaktır.

Recep Tayyip Erdoğan ne yapmaya çalışıyor olabilir?

Dünyayla entegre olma yollarında o kıta senin bu kıta benim gezen bir ülke liderinin kendi ülkesinin insanlarına ‘gávur’ imasında bulunması nasıl bir mantık problematiğidir?

Benim mantığımı aştığı için biz bari TDK sözlüğüne başvurup, kelimenin kökenine inelim:

gávur is. Osm. Ar. káfir 1. kaba Müslüman olmayan kimse, Hıristiyan. 2. Dinsiz kimse. 3. s. mec. Merhametsiz, acımasız, inatçı. (Bir şeyi) - etmek boşuna harcamak, yerinde harcamamış, olmak, işe yaramaz duruma getirmek. - eziyeti bile bile verilen zahmet, eziyetli iş. - icadı batı yapısı teknik eşyaya eskiden tutucu çevrelerin verdiği ad. - inadı yumuşatılamayan, yok edilemeyen inat. - olmak 1) Hıristiyan olmak; 2) boşuna harcanmak: Aldığım, bu şeylerle beş bin lira gávur oldu. (Bir iş) - orucu gibi uzamak bir iş gereğinden çok sürmek. - ölüsü gibi çok ağır ve hantal. -a kızıp oruç yemek (veya bozmak) başkasına kızıp kendisine zararlı olan bir iş yapmak.

Şimdi de şu maddeleri bir açalım dilerseniz.

Gávur, Müslüman olmayan, hatta dinsiz kimse anlamına geliyorsa, İzmirliler’in imana gelmek için Başbakan’ın ‘misyonerliğine’ ihtiyaç duyduğunu hiç zannetmiyorum. Bizim imanımız bize yeter, sorgulayacak mercinin hükümet olduğunu da sanmıyorum.

Gávur inadıysa gávur inadı... Batı’ya açılmayı ‘gávur icadı’ addeden ‘tutucu’luğa prim vermeyi düşünmüyorum. Oy vermeyi hiç düşünmüyorum.

Ve son olarak, bana sorarsanız, Başbakan’ın yaptığı, tam da ‘gávura kızıp oruç yemektir.’

Zira başka bir sözlükte, ekşisözlük’te açılan entry, yani ‘giriş’lerden biri, ‘İzmirlilerin asfalyasını attırmak’ başlığını taşıyor.

Girişin, Gone With The Wind rumuzlu, birinci maddesi şöyle:

‘İzmirce’de, ‘İzmirliler’in sigortalarını attırmak’ anlamına gelen cümle. Asfalya kelimesi Yunanca sigorta anlamına gelir ve çoğu İzmirli, elektrik sigortası yerine asfalya kelimesini kullanmaktadır. (bkz: İzmir gávurdur, gávur kalacak.)

Yanisi, Erdoğan, kendi kazdığı kuyuya bir taş atmıştır. Çıkarmak da Beki’nin boyunu aştığına göre, kendisine kalmıştır.

Zooor azizim... Saygıyla arz eder, ve evet, mümkünse aynı saygıyı görmeyi beklerim. Gávur inadı işte...
Yazının Devamını Oku

Dursun zaman, yok pardon durmasın

24 Aralık 2005
Yüksek müsaadenizle bir gerizekálı sorusu soracağım: Biz geçtiğimiz yılı gerçekten yaşadık di mi? Gönlünüzce dalga geçebilirsiniz; ben gayet ciddiyim. Ciddi bir sorudur bu yani...

Hayır, hakikaten inanamıyorum...

Esasında bırakın 2000’in ilk beş yılını, 90’lara ne oldu diye sorasım var ama şoklanmış maymun gibi hissettiğimden, hadiseyi teker teker ele almaya çalışıyorum. Seneleri, zihnimde birer birer geriye sarıyorum. Sarmaya gayret ediyorum daha doğrusu; beceremiyorum...

Arkadaşlarla muhabbet ediyoruz. Geçen yılki doğumgünü, geçen yılki kar fırtınası, geçen yılbaşı derken, her andığım şey; "O bir önceki seneydi" diye düzeltildi.

Geçen yılbaşı partilerinin "kafası" geçmeden, buyrun, yine senenin o dönemi geldi.

Akşamdan kalmalığın kıvamı, seneden kalmalık bir deme erdi.

"Dursun zaman" diyesim var. Fakat durmasını da istemiyorum bir yandan.

"Sen önce ne istediğine karar ver gerzek!" diyecek okura, ilk etapta hak vermekle birlikte; "Aaa ama lütfen gerzek demeyiniz; ayıptır, hiç yakışıyor mu?" diye ekledikten sonra; "Ben bir kere ne istediğimi gayet iyi biliyorum" şeklinde müdafaaya geçeceğim: Zaman makinesi istiyorum efen’im... Gönlümüz çektiğince, istediğimiz zaman geçmişe dönelim, dilediğimiz zaman geleceği görelim.

Jules Verne’in "fantezi"lerinden her türlü bilimkurgusal komplo teorisine, Orwell’in Büyük Birader kurgusundan, kötü kurt masallarına kadar her bir şey gerçekleşti; şu zaman makinesi nerde kaldı anlayabilmiş değilim.

Ha, icat edildiyse, birileri kullanıyorsa ve bunu bizden saklıyorsa da aşkolsun yani, teessüf ederim. Ve büyük teessüf ederim (Galiz bölümleri siz kendi kafanızdaki boşlukta doldurunuz.)...

Yine her zamanki avuntuma sığınacağım. VJ’den istekte bulunacağım:

İstanbul, İkitelli çalışanlarından Ebru Çapa için maNga ve Göksel’den Dursun Zaman’ın klibini döndürebilir misiniz?

Tamamen sübjektif bir perspektifle

-satışlar da bunu teyid ediyor gerçi- geçen yılın en iyilerinden ikisini bir araya getiren bir çalışma Dursun Zaman.

maNga’nın kendi adını taşıyan albümde yer alan şarkıda, sevdikçe sevilesi, nev’i şahsına münhasır şarkı yazarı ve şarkıcı Göksel, tabiri caizse "konuk sanatçı" rolünde.

Geçtiğimiz haftalarda, tv8’de yayınlanan Müzik Dergisi programında Şafak Karaman’ın sorduğu bir soruda belirtmiş olduğu gibi, şarkıyı Göksel’in şarkısı olarak algılayan bir dinleyici kitlesi de var(mış).

Sorunun muhatabı Ferman Akgül -ki röportajlarında gayet efendi bir insan intibaı uyandırıyor kendileri- bu soruyu kibarca, mealen "Mahzuru yok" şeklinde yanıtladı.

Neticede maNga da Göksel de aynı plak şirketinin sanatçıları (Sony BMG) ve ortaya çıkan iş, böyle çiçek gibi olunca, herkes kazanıyor, değil mi ama?

Klibin yönetmeni Onur Uysal ve çizgi roman mantığıyla hazırlanan klibin içindeki animasyon bölümlerinin -ki "cell animasyon" tekniği kullanılmış, bilenler benim de dahil olduğum bilmeyenlere ne olduğunu mümkünse müsait bir zamanda anlatsın- çizimleri ise Kaan Demirçelik ve Cengiz Ergökçe’ye ait.

Performans görüntüleri BKM sahnesinde çekilmiş.

maNga’nın maskotu SPA, çizgi roman bölümlerinde kendi "karanlık macera"sını yaşarken, performans bölümlerinde grup enstrümanlarını cayırdatarak şarkısını söylüyor ve gökten bir melek edasıyla inen Göksel, nakaratlarda onlara eşlik ediyor.

Tabiri caizse, aşıklar atışıyor:

"Her sabah doğan güneş, bir sabah doğmaz oldu / Elleri ellerimden kayıp giden yıldız oldu / Gülünce ışık saçan o gözler yaşla doldu / Ağlama, duymaz artık, bir varmış, bir yok oldu / Giderken bıraktığı bütün renkler siyah oldu / Üzülme, anla artık, belki de huzur buldu..."

VE: "Dursun zaman, dursun diyorsun da / Oyun değil ki yaşamak / Sen inanmasan da son var, anla / Herkese inat / Duysun seni, dönsün diyorsun da / Oyun değil ki yaşamak / Yok bir çare, anla / Sakın uyanma / Yıllara inat!"

maNga’nın şarkısına konuk olan Göksel, bir yandan da Arka Bahçem adlı albümünün ismine "ilham veren" Arka Bahçemde adlı şarkısına çekilen klipte, "konuk bekleme" moduna geçmiş durumda bildiğiniz üzre... Ki onun şarkısında da bir zamanlama meselesi hüküm sürmekte:

"Aşkın tomurcukları açtı arka bahçemde / Şen kahkahaları yükseldi sırça köşkümde / Ben sana gel demedikçe dur, bekle / Zamanı var, bu heyecan büyüsün iyice / Seher vakti bir telaş var arka bahçemde / Misafire hazırlık var sırça köşkümde / Ben sana gel demedikçe dur bekle / Zamanı var, bu heyecan büyüsün iyice..."

Göksel’in klibi, Devrin Usta tarafından Atatürk Arboretumu’nda çekilmiş. Müteakip bilgileri anlamayan okur lütfen bana kızmasın. Ben de anlamıyorum, elçiye ve gazeteciye zeval olmaz. Teknoloji boyumuzu aştıysa, bizim suçumuz ne kardeşim?

Efendim, klip mini DVD formatında çekilmiş. Renk düzenlemeleri için özel efekt programı kullanılmış. Gerçek görüntülerin yanı sıra iki boyutlu animasyonlarla renklendirilmiş. Görüntülerin üzerinde "ornament" denilen bir stille çiçek ve kelebek desenleri çalışılmış.

Benim anladığım kadarına gelecek olursak: Güzel olmuş, şık olmuş.

Tek beğenen de biz olmasak gerek ki klip MTV Europe yetkililerinin de dikkatini çekmiş. Ha bugün ha yarın MTV’de yayınlanması söz konusu.

Bugün Noel. Bendeniz, huzurlarınızdan ayrılırken, zaman muttasıl akarken, aynı suda iki kere yıkanılmayacağı akarsuların yokuş yukarı akmayacağı bilgisine rağmen, binaen, Noel Baba’dan zaman makinesi isteyeceğim bu sene.

Allah geniş zamanlı düşünmemize olanak tanıyacak akıllar, fikirler versin; her dinden, her dilden, ciğerden, yürekten dileğim; budur. Amin.
Yazının Devamını Oku

Sakin ol, senin de hoşuna gidecek! Yok ya?

23 Aralık 2005
Hazin bir durum: Son zamanlarda sadece sinirden gülüyorum. Fark etmiş olmalısınız, bu aralar Doğa Rutkay -Allah artırsın- her açıdan pek very faal bir dönemden geçiyor.

Son zamanların popüler çocuğu Şahan Gökbakar ile ‘çıkıyor.’ Şovunun Emel Müftüoğlu ile Şahan Gökbakar’ı konuk ettiği bölümünü izlemişliğim var. Aynı zamanda hayatımda yeterince diyaloğu karşılıklı monolog zanneden insan da var. Dolayısıyla şahsen, kendisinden bahsetmek için sohbet programı yaptığını tahmin ettiğim Doğa Rutkay’ın ‘şov’unu bir ikinci kez izleyeceğimi zannetmiyorum.

Şimdilerde de Şahan Gökbakar’ın kardeşinin çekeceği Gen isimli bir filmde oynamaya hazırlanıyor ve uğrayacağı tecavüz sahnesinin ‘hayvani’ olacağını ilan etmek suretiyle, daha çekilmeye başlamadan, filmin reklamını yapıyor.

Gelin görün ki mevzu ‘Romantik tecavüz olur mu?’ gibi abuk ötesi bir safhaya gelip dayanınca, işte o noktada ciddi itirazım var. Sekter bir espri anlayışım olsa gerek; bazı konularda şaka kaldıramıyorum veya şöyle söyleyeyim; asabım öylesine bozuluyor ki sinirden gülüyorum.

Kaçırmış olanlar varsa: Rutkay, bir filme gönderme yaparak ‘Oradaki tecavüz estetikti, bizimki hayvanca olacak’ dedi.

Bunun üzerine Çarşamba günü Kelebek’in manşetinde, Mevlüt Tezel imzalı, ‘Romantik tecavüz nerede görülmüş?’ başlıklı bir ‘polemik’ haberine yer verildi.

Ve Nuri Alço, tabiri caizse gerçek hayattaki ilk taciz rolünü, verdiği beyanatla sergiledi: ‘Birçok filmimde tecavüzden önce odayı mumlarla döşediğim, yatağa gül yaprakları serptiğim olmuştur. Tabii bu romantik ortamı kabul etmeyen olunca sertleşiyordum. Tecavüzde romantizme en güzel örmek ise Müjde Ar ve Faruk Peker’in İffet adlı filmiydi.’

Ahu Tuğba da; ‘Romantik tecavüz nerede görülmüş? Ancak olay ‘hayvanca’ gibi çirkin bir lafla tasvir edilmemeli. Biz sahneleri insanları tesir altında bırakmayacak şekilde çekerdik. Kadının yaşadığı acıyı öne çıkarırdık. Saldırıyı hayvanca yansıtmamak lázım’ diyor.

Bu yüzden sinema filmlerinde belli bir yaş üzeri ve altı izleyebilir diye ibare konuluyor. Ayrıca tecavüz ile hayvan gibi iki kelime aynı cümle içinde geçiyorsa, tecavüze ‘hayvanca’ demeyerek ‘kibarlık’ göstermek kadar saçma ne olabilir bilemiyorum; burada esasen hayvanlar hakarete maruz kalıyor.

Tecavüzcü Coşkun’a kendilerine tecavüz etmesi için kadınlar teklifte bulunuyorlarmış. Bir başka beyanat da böyle...

Cinsel seçimleri kişiyi bağlar. Diyelim ki mazohistsiniz; ona göre bir partner bulur, ona göre ‘sevişirsiniz.’

Fakat gönül rızasıyla olduğu için ona tecavüz denmez.

Tecavüz, rıza haricinde gerçekleşir. Ve dedim ya, bu konuda şaka kaldırmayan sekter bir espri anlayışım olsa gerek: Gül Döktüm Yollarına şarkısını terennüm etmek suretiyle tecavüze romantizm katamazsınız.

Yani ilahi, o kadar komiksiniz ki komik bile değilsiniz.
Yazının Devamını Oku

Mışım Afrodit

22 Aralık 2005
Pazartesi sabahı, Ziya’dan mesaj geldi: "Hah, bu da oldu!" minvalinde bir şey. atv’yi açtık ki ne görelim. Hakikaten, hah, bu da olmuş... Pazar akşamı bahsini etmiştik. Ziya; "Biliyor musun ne başlayacak?" demişti; ben şaşırma yetimi yitireli çok olduğu hálde yine de şaşırmış ve "Yok be abi, o kadarını da görmeyiz artık herhálde?" şeklinde tepki vermiştim.

Şaşırabilmek istiyorum biliyor musunuz?

Bu yüzdendir ki şaşkınlığı bünyede yemini, suyunu, kuru mamasını ihmal etmediğim bir zombi gibi yaşatmaya çalışıyorum.

Refleksif bir tepkiyle şaşır"mış gibi" yapıyorum ve kendimi şaşırmaya hazırlıyorum. O an geliyor ve tabii ki, maalesef ki: Şaşırmıyorum.

Ama ne yapalım, adımız Ebur, elimizden gelen budur...

Şaşırmayacağımı bile bile şaşırmış gibi yaparak kendimi bir "şaşırtmayacak sürpriz"e hazırlıyorum.

"Mış gibi" hayatların -sürdürüldüğü diyemeyeceğim- sündürüldüğü bir zamanda, biz de kendi "mışlı geniş zaman" fiilimizde yaşar gideriz.

Yine lafı Timbuktu üzerinden dolandırdık. Başbakan’ın güzergáh çizelgesine özenmiş olsam gerek...

Nerde kalmıştık? Ziya "Biliyor musun ne başlayacakmış?" dedi.

Ve -mış, anında görüntü şeklinde huzura geldi: Tavşan suyunu an, Emedur’u ve Talcid’i hazırla. (Her daim şöyle bir dönüp üzerine de fena hálde ekşiyen midemizin zavallı durumu düşünülürse, bu dönemin "moda" hastalığının reflü olmasına da ziyadesiyle şaşmamalı, değil mi?)

Yoğun psikolojik destek aldığını ümit ettiğimiz Kuşum Aydın, "birilerini dört duvar arasına kapatalım, 24 saat birbirlerini nasıl didiklediklerine bak-bak-bakalım; içerdekiler ve dışardakiler, dünyanın bütün sazanları birleşelim, hep beraber çıldır-çıldır cinnet geçirelim" modeli programlarının suyunun suyunun son model suyusunun vizyona girmek üzere olduğu "müjdeliyor."

Gelinim Olur Musun mudur, Biz Evleniyoruz mudur yarışmalarından birinin evlenmeyi "başarmış" çiftlerinden birini -ki ikilinin kadın ayağı hamile, erkek ayağı, ikiz kardeşi olması hasebiyle stepneli- yine bir eve kapatmış boşatmaya çalışıyorlardı ya... Ya da boşatmamaya?..

Bilemiyorum yani, hakikaten ucunu kaçırmış vaziyetteyim. Ne yapmaya çalıştıklarını anlamaktan acizim. Anlamaya da niyetim yok ayrıca... Ben bir süreliğine, hatta mümkünse bir ömürlüğüne, kendimi, bu tip programların maphusluğundan azat buzat etmeye karar verdim. (Yeni Yıl Kararları Geri Sayım Listesi’nin mühim maddelerinden biri...) Nasılsa haberdar oluyoruz. Görüldüğü üzre, eş-dost sağolsun, son gelişmelerden de haberdarız.

Son "gelişme" meselá, şimdi de kariyerini Türkiye’nin ve hattá dünyanın en güzel kadınıy"mış gibi" takılma becerisi üzerine kurmuş olan Afrodit’imiz Banu Alkan’ımızı, başka bir kadınla evlendiğini gazetelerden öğrendiğini söylediği ve şimdiki eşinden boşanmak üzere olan eski sevgilisi Antalya oteller kralı(ymış yani) Murat Taşdemir ile bir eve kapatacaklar.

Onlar da stüdyo kadınları birbirlerine hede hödö çemkirebilsinler diye, artık ne yapacaklarsa yapacaklar.

Yapacaklardır kendilerini aşmaya yönelik mışımsı bir şeyler... Değil mi ki Banu Alkan "mış gibi" sanatının duayenidir, Murat Taşdemir de 11 sene boyunca Banu Alkan’la yaşamaya muktedir bir beyefendidir...

Türk halkına örnek olabilmek için o muazzam paylaşımcı ruhlarıyla bütün marifetlerini 35’e bakla-40 takla sergileyeceklerdir.

Mışım Banu, Kuşum Aydın takılacaklardır; a-hah-hah-haaaay kahkahalar ve mendil şakır gözyaşları eşliğinde, Kuşum Aydın aksanıyla söyleyecek olursak, "eğlenaceğiz"dir...

Banu er"mış" Murat’ına; Kuşum Aydın tüne"mış" söğüt dalına; cümlemize mışıl mışıl uykular dilerim...
Yazının Devamını Oku

Espriyi mengene altına almaktan daha hazin ne olabilir

18 Aralık 2005
Çarşamba akşamı Siyaset Meydanı’nda, İsmail Gülgeç, Müjdat Gezen, Mehmet Çağçağ, Birol Güven, Şahan Gökbakar ve Beykent Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve İletişim Tasarım Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ünsal Oskay, Bahçeşehir Üniversitesi’nde, farklı üniversitelerden öğrencilerle birlikte, mizahın bugünkü ahválini tartıştılar. Bir süredir gülmekte epey zorlandığım için, uzun zamandır takip etmeye gayret ettiğim yegáne dizi olan Hırsız Polis’le çakışmasına rağmen, ‘Bakalım niye gülemiyormuşum?’ merakıyla baktım.

Mizahçılar bir şey söyledi mi kulak kabartmakta fayda vardır.

Kaldı ki Marmara Üniversitesi’nde okurken derslerini huşu içinde takip ettiğim hocaların hocası Ünsal Oskay mevcuttu mecliste. Gerçi pek çok şeyin, ‘söz meclisten dışarı’ desturuyla tartışıldığı ve birçok konunun ‘programdan sonra konuşuruz’ şeklinde ‘konuşulduğu’ bir Siyaset Meydanı’ydı ama olsun...

Öğrenmenin de sonu yok malûm. İnsan satır aralarını okur gibi, söylenmeyen şeylerden de bir şeyler öğreniyor.

Onlar sordular, ben izlememiş olanlar için, şahsi düşüncelerimi paranteze alarak, gazeteci, yani medyum sıfatıyla aktarıyorum:

Siyasetsiz mizah olur mu olmaz mı? (Politika, hayatın her alanını kapsadığı için bence olmaz.)

Mizah, her şeye muhalif, kendine bile muhalif olmayı gerektirir mi gerektirmez mi? (İllá ki, mutlaka, muhakkak, yüzde bin, bittabii...)

KADINDAN MİZAHÇI OLUR MU OLMAZ MI

Kadından mizahçı olur mu? Bakın bunu sormadılar. Sözüm parantezden dışarı, bunu da ben sormuş olayım. Kendim çalayım, kendim oynayayım: Bal gibi olur. Hatta baldan da tatlı olur. Örnekler muhteliftir... Gülse Şener, önümüzdeki taze misáldir. Er meydanından anlaşılan, eril meydan olsa gerek; çarşamba akşamı o meydanda bir kadın olmaması da ziyadesiyle esef vericidir.

Neyse işte, absürd komedi yaptığını söyleyen Şahan Gökbakar nezdinde tartışılan konular bunlardı sanırım. Yani ben en azından, öyle anladım.

Ki bendeniz, naçizane, programında televizyon programlarını ‘eleştiren’ Gökbakan’ın absürd komediden ziyade, parodi yaptığını düşünüyorum.

Zira televizyonların absürdü aşmış durumunun üzerine tüy dökmek mümkün görünmüyor ve belki ben yanlış biliyorum ama absürd bir şeyin biraz daha fazla bağırarak taklidini yaptığınız zaman ona absürd komedi denmiyor.

Şimdi hatırladım, tabii ya; esas soru, yukarıdakiler değildi...

Zira mevzu, ‘Televizyonda mizah yapılamaz, biz mizah yapmıyoruz, biz güldürü yapıyoruz’ şeklinde neticelendi.

Şahan Gökbakar, ‘tematik’ bir kanaldan büyük bir kanala geçtiğinde aldığı eleştirilerden ne derece bezdiğinden bahsetti. ‘Eski kitlesi’nden, ‘Abi sen de bozuldun’ şikáyetleri geliyormuş. Meálen, ‘Benim işim de zor arkadaşlar’a getirdi ki o da haklı yani. Lafın daha geniş kitlelere ulaştığı için lafına dikkat edeceksin, kendi kanalını kollayacaksın; hassas dengeler, zor işler...

Birol Güven, televizyonda yapılan mizahın-didaktizm meselesi şöyle kenarda dursun- ‘müşteriye yönelik’ bir servis sektörü olduğuna değindi. Ki bendeniz, daha önce de defalarca belirttiğim üzre, kendilerinin ‘müşteri memnuniyeti’nden anladığı taşfırın erkekleri ve aldatan kocanın fendini ses tellerine bile estetik yaptırmak suretiyle yenen kadınların rol aldığı dizilerin hizmet ettiği bir izansa, şahsen o müşteri kitlesine dahil saymıyorum kendimi. Ben de Ğ grubuyum diyelim...

MÜJDAT GEZEN’E BURADAN EL SALLIYORUM

Mehmet Çağçağ, dergilerin ‘kurtarılmış bölge’ olduğunu ifade etti. Ki kendi içlerinde bölüne bölüne helák olan mizah dergilerinin arz ettiği manzara da maalesef Türk solunun acıklı hálini andırıyor bildiğiniz gibi...

İsmail Gülgeç, övgü aldığı günün ertesi günü çalıştığı gazeteden kovulduğunu anlattı. Ve mekánı cennet olası rahmetli Oğuz Aral’ı yád etti.

Kendi kurduğu okulda, bugün sektörde yer alan pek çok sanatçıyı mezun eden Müjdat Gezen’in dediği gibi, apolitize edilmiş gençler, politik olmadıkları için eleştiriliyor. Mizah oysa, politiktir elbette ve her şeyden çok eleştiriye hoşgörü bekler. (Ki belki de ayıp ediyorum ama kendilerine, kendileriyle ilgili bir yazı yazdığım için bana dava açmış olduklarını hatırlatmak isterim. Benimle birlikte birkaç gazeteciye dava açmış, aynı zamanda Basın Konseyi’ne şikáyet etmişti. Basın Konseyi’nde aklandık, dava ne durumda bilemiyorum. Ve kendilerine buradan, hakikaten gülücüklü bir el sallıyorum. Saygıyla...)

Komiktir, bu yazıyla ilgili bir şeylere bakarken, Google’da karşıma, Turkishtime’da yayınlanmış, içinden daha önce gerçekleştirilmiş Çocuklar Duymasın’la ilgili Siyaset Meydanı’nın bahsinin de geçtiği bir Meral Okay röportajı çıktı.

Bu aralar hayat huzura ilginç tesadüfler silsilesi şeklinde geldiği için, çok da şaşırmadım ama sevindim açıkçası.

MİZAHÇI MİZAÇ GEREĞİ ANARŞİSTSE

Röportajın girizgáh spotunda, ‘gerektiğinde alıntı yaparsınız’ diyor imzası bulunmayan paylaşımcı meslektaşımız. Teşekkürlerimizle ‘alıntılayalım:’

SORU: Çocuklar Duymasın adlı dizi için yapılan Siyaset Meydanı’nda şöyle bir sahne yaşandı: Ünsal Oskay, kendi üslûbunda konuya yaklaşırken; ‘Bu tarz senaryoları yazmak o kadar da zor değildir. Zaten siz mutfağa gidip döndüğünüzde bir şey kaçırmayın diye ona göre yazılır’ dedi. Ali Kırca panikledi, Birol Güven celállendi; ‘Buyrun o zaman siz yazın’ dedi. Ali Kırca’nın o arada Ünsal Oskay gibi mevzuun bilirkişilerinden birini harcamasına ne demeli? Daha önce İkinci Bahar için yapıldığı gibi bir televizyon dizisi üzerine saatlerce tartışmak ne mánáya geliyor? Bir dizi bu kadar ciddiye alınmalı mı, dizideki küçük kız karakteri üzerinden feminizm tartışılabilir mi? Tüm bunlar bize özgü şeyler mi?

OKAY: Tamamen bize özgü, hepimiz boş gezenin kalfalarıyız çünkü. Bir de orta yolculuğumuz var. Ali Kırca, Ünsal Oskay’ın kalibresini, ne demek istediğini bilmiyor mu? Ama kendi kanalının dizisi bu, kendine gol attırır mı?

Ben bu aralar, seyirciden ziyade Gülme Yetisini Yitirmiş Kızın Maceraları adlı bir dizinin kasılıp kalmış kahramanı gibi hissettiğim için gittim başka bir soruya takıldım:

Her şeyin özgürce konuşulamadığı, özgürlük olmayan bir yerde, mizah olabilir mi?

Mizah, mizacı gereği anarşist, fırlama, tersten çakan, muhalif, teşbihte hata olmaz, insanın canını yakacağına güldüren bir başkaldırı metoduysa, mizaha pranga takılır mı?

Espriyi mengene altına almaktan daha hazin bir şey olabilir mi?

Başka sorum yok efen’im...
Yazının Devamını Oku

Benim hayat serzenişlerim ve Vega’nınki birbirine karıştı

17 Aralık 2005
Geçen hafta dijital bir çocuk olduğuma karar verdim. İnsan, hayata bakarken fena hálde sıkılırsa, kendi kendine küçük oyunlar icat edebiliyor ya, o hesap...

Öyle işte, kendimle bir iddiaya tutuştum.

Merak, dokuz canlı kediyi bile öldürmüş derler ama belki ölümden sonra hayat da vardır hesabına; merakla, kendime sordum:

Bakalım kaç level (Buna Türkçe bir tabir bulmalı. Aşama desek?) ölmeden eğlenebiliyorum.

Sokak kapısını açmak bir level: Çıt.

Sokağa çıkmak bir level, eve dönmek bir level: Zır.

Evde musluğu çevirmek bir level: Tıs.

Televizyonda seyretmeye değer bir program bulabilmek bir level: Zap.

Sokakta trafiği aşmak bir level: Düt.

Uyuyabilmek bir level: Zzz.

Uykun, kan ter içinde sıçrayarak bölündüğünde uykuya dönebilmek bir level: Zzz.

Ertesi sabah uyanmak bir level: Bi-bi-bi-biiip.

Sonra hadi yine silbaştan: Dürülü dürülü dürülü...

Maç izlerken, kendi tuttuğun takımın kazanmasını ummak ve yendiğini görmek, bir level; takım niyetine kendini tutar gibi gibisine...

OKUMUŞ ÇOCUKLARIN ÜÇÜNCÜ ALBÜMÜ

Bir bilgisayar oyununun dijital kahramanının mı desek, piyonunun mu, neyse ne artık; oyunu sırf oyunun bir sonraki level’ını görme merakıyla, kendi eğlencesinin selámetine oynaması misali.

Hem bir kumandanın ucundasın hem de oyunun sürprizlerini kendini aşarak sen belirleyecekmişsin sanki...

Oyun işte...

Hayat çünkü, hakikaten eğlenmeden çekilmiyor.

Ve her oyun, bir fon müziğine ihtiyaç duyuyor.

Benim geçen haftaki fonumda Vega’nın Hafif Müzik’i döndü durdu.

Grubun, (Tamam) Sustum ve Tatlı Sert’in ardından piyasaya çıkan üçüncü albümü Hafif Müzik, ‘okumuş çocuklar’ın evliliğinden doğmuş bir albüm.

Deniz Özbey ve Tuğrul Akyüz’ün albümünün ilk klibi, Serzenişte’ye çekildi bildiğiniz üzre...

Sony BMG’den çıkan albümün ilk klibinin kartonetiyle aynı mantıkta olmasına özen gösterilmiş.

Bilgi Üniversitesi öğrencilerinden Onur Sönmez ve Uçman Balaban tarafından hazırlanan klipte Vega üyelerinin gerçek görüntüleri, ‘cut-out’ denilen bir animasyon yöntemi sayesinde (Bunun Türkçe’de bir karşılığı var mıdır bilemiyorum, bilgisayar tabirleri beni aşıyor. Fakat kes-yapıştır, sonra da iki ayrı bünyenin tabiatı birbirine nüfuz edebilsin diye iyice karıştır tadında bir kolaj modeli olsa gerek diye tahmin ediyorum) animasyon efektleriyle bir araya getirilmiş.

Klibin arz ettiği görüntü, hálet-i ruhiyeyle birebir uyuşuyor yani.

Şarkı da keza:

‘Masumsun sen bana göre / Benimse kırk tilkiyle şu beynimde / Ne işim var savaşlarda / Boyalarla gözlerimde? / Belki de geçmişimde bir yerlerim yara aldı / Yok belki ben öldürmüştüm / Yaralanmam palavraydı / Belki hiç anlatmadım / Diyeceklerim yarım kaldı / Yok inanma; bir şey yoktu / Söyleyeceklerim yalandı / Zaten yalandı...’

GAME OVER YAZAR AMA OYUN SİZSENİZ, BİTMEZ

Yalansız yaşamaya çalışırken yalan olmak var ya hani...

Gökdelen tepesinden düştükten sonra hop diye ayağa sıçrayarak iki ayağı üzerinde dikilip omzundaki tozu silkeleyen çizgi film karakterlerinin bir bilgisayar oyununun yazılımına hapsolmuş dijital bir versiyonu gibi yaşayınca her günü, her ‘aşama’da, birkaç kez ölüp, sonra yine diriliyorsun.

Hayatın her aşamasında şaşkınlıkla bakınıp şekilden şekile bürünürken, üzerine geçirdiğin şeyler sanki o günün rengine uygun bir kalkan olacakmışçasına, her gün giyinirken deri değiştiren bir bukalemun gibi hissederken, araziye uyarken, uymaya çalışırken, geçen hafta, fonda Vega çalıyordu:

‘Ama ben, ben sahiden ben her neysem işte / Ağladım, boyam aktı / Her gün sana yenilişte / Biraz sev sakinleştir / Sevdiğinim ben işte / Sevgilin serzenişte / Serzenişte...’

Hayat işte: Yapacak bir şey olmayınca, gibi gibi, teşbihlere, metaforlara, alegorilere doyamıyorsun.

Sonra yine bu kez kendine seslenerek: Masumsun sen...

Sonra yine: Serzenişte...

Kendinle sarmal bir muhabbette iki satırlık anlam ararken, hayatını bir eksene oturtmaya çalışırken...

Fonda Vega çalarken...

Oyun işte: Hayat dediğiniz...

Tabiri caizse, tepegöz kuşağız ya, kendi hayatımızı merakla izlediğimiz bir oyunmuş gibi yaşarken...

‘Game over’ dendiğinde de oyun bitmez bilirsiniz. Oyunu her zaman baştan başlatabilirsiniz; oyun sizseniz.

Bakalım daha kaç level göreceğiz.

Ve bu arada, hayal bu ya: Umarım eğleniriz.
Yazının Devamını Oku

Trafik

16 Aralık 2005
Kaya Çilingiroğlu’nun espri anlayışına hastayım. ‘Hastayım’ derken, hakikaten hasta ediyor, baygınlık geçirtiyor mánásında yani... ‘Boşandığım karımla çıktığımız tatilde horultu kaydettim de cep telefonundan magazincilere dinlettim’ faslının ardından yeni ‘şaka’sının ne olduğunu herhálde okumuşsunuzdur.

Kendileri, hükümetin İstanbul trafiğini çözmek adına geliştirdiği 166 ‘çözüm’ projesine ‘şakayla karışık’ bir 167’nciyle katkıda bulunmuşlar.

Bir fikir ki ampulun icadından beri bu denli aydınlatıcısına rastlamış değiliz.

‘Kadınların şoförlüğü iyi değil, trafiğe belli saatlerde çıksınlar.’

Hülya Avşar da kötü şoförmüş, bunu da herkes biliyormuş.

Hülya Avşar’ın iyi şoför mü kötü şoför mü olduğunu şahsen bilemeyeceğim.

Fakat iyi bir sinema oyuncusu olmasına karşın, kare, kare, kare, saniyede 24 kare izlediğimiz ‘özel hayat’ filmini biraz ‘kekeme-geveze’ bir senariste teslim ettiği muhakkak.

Kaya Çilingiroğlu, trafiği, kadınları trafiğe belli saatlerde çıkmasını önererek çözecek. Gelin görün ki, şu işe bakın ki bu önerisini dillendirirken bile boşandığı karısının varlığından nemalanıyor.

İlginç, değil mi?..

Hülya Avşar da ona bir cevap verir, geçinir gideriz işte...

Kim senarist, kim oyuncu belli olmayan bir filmin, interaktif seyircileri olarak...

Erkeklerin kadınların şoförlüğünden şikáyet etmesi, trafik hadisesinin klásiklerindendir bildiğiniz gibi.

Nedendir dersiniz?

Emniyet şeridinde gazlayan VIP’lerin kadın olduğuna hiç rastlamadım ben meselá.

Trafikte kendi şeridinde giden kadınları sıkıştıran kamyon şoförleri arasında da hiç kadın görmüşlüğüm yok meselá.

Kadınlar zira, ‘can sıkacak’ derecede kurallara uyarlar. Trafikte yani, medeniyet çerçevesinde, yeşil ışık yanıyorsa geçerler, kırmızıda dururlar.

Yayaları da kollarlar. Karşıdan karşıya geçen çocuklara, çocukken önce sola, sonra sağa, sonra tekrar sola bakmayı onlar öğrettiği için ve çocukların buna rağmen sabırsız davranabileceğini bildikleri için belki.

Bu ülkede kırmızıda durmayan şoförler olduğunu bildikleri gibi...

Kadınsı şeyler işte; basit şeyler...

Hayatın karmakarışıklığı kadar basit.

Taktı mı takıyor obsesif bünye...

Bu aralar; bu aralar dediğim, ona bir ömür diyelim; erkeklerin, kadınları hakir görmelerine fena hálde takmış vaziyetteyim.

Benim de Kaya Çilingiroğlu’na ufak bir önerim olacak, naçizane 167,5. mánásında:

Kadınların trafikten çekilmesi hálinde, İstanbul’un trafiği muhtemelen slalom pistine döneceği için, İstanbul trafiğini lunapark ilán edelim.

Erkekler, orada çarpışan otomobillere binsinler, öyle tatlı tatlı oyalansınlar.

Kadınlar da bu arada, bir yandan evde, bir yandan işte, bir yandan oynaşta var olabilmek için ışınlanmanın formülünü filan bulsunlar.

Hem bilim erbabı, hem de kaşif ruhu yani. Yakışır...

Olacağına bakın...
Yazının Devamını Oku