Yüksek müsaadenizle, bugün had safhada özel bir meseleden dem vuracağım. "Bana ne kardeşim seni sevgi böcüğü soktuysa!" şeklinde öfkeyle homurdanacak okur, bugünlük beni affetsin ve bu sayfayı acilen zaplasın efen’im... İllá ki ve mutlaka ve muhakkak, Hürriyet’in 5. Kat sakinlerinden intikam almam lázım.
Bizim 5. Kat... Ana gazeteye yapılan işlerin yanında, esasen eklerin hazırlandığı yerdir. Ki sektörün müstesna patoloji vak’alarını, álemin en şirin psikolarını itinayla bünyesinde toplamıştır. İnanın bana, hiçbir köy, bu kadar tatlı deliyi bir arada görmemiştir, besleyip büyütmemiştir.
Geçtiğimiz yaz sonu, İstanbul’dan sıtkım sıyrılmış, balataları sıyırmama da ramak kalmış, laptop’u kolumun altına yerleştirmiş, basıp Çeşme’ye, İzmir’e gitmiştim; bilen bilir.
Üç küsur ay orada mal gibi durdum, şehrin toksik yükünü üzerimden attım ve geri döndüm.
Giderken evi harap bir vaziyette bırakmıştım. E üzerinden de geçmiş bilmem kaç ay... Dönüşte neyle karşılaşacağım meraklarındayım.
Allah’ın şanslı kullarından biriyim; dönüşte onu anladım. Dönüşte, giderken hálimin hál olmadığını en yakından müşahede etmiş dostların, iş arkadaşının ötesinde, "arkadaşlar, Romalılar, yoldaşlar"ın sarkıttığı selámla karşılaştım.
Evrim’le benim eve temizliğe gelen abla, aynı kişi. Ondan anahtar alınmış, evin kaba temizliği yapılmış; raflar konservelerle, kahvelerle, mısır gevrekleriyle, paket paket sütlerle, meyve sularıyla donatılmış; salondaki masanın üzerine, evde vazo mazo olmadığı için buz kásesinin içine, kırçiçeklerinden bir buket yerleştirilmiş. Altında bir not: "Çapa’cım, evine hoşgeldin. İmza: 5. Kat."
Sabaha kadar Adile Naşit’e kestim. Karnımı hoplata hoplata kahkaha atarken bir yandan da ağlayarak...
Asabımın tellerini akort etmekten hoşlanıyorlar nitekim. Geçen hafta, yine aynı şeyi yaptılar! İyi bir intiba bırakmaya gayret ettiğim bir yerdeyim ve onlar, dahiyane "jest"leriyle, o intibaın "Ortama nevroz topacı düştü" şeklinde bir şey olmasını sağladılar. Zira yine merdivene çöktüm ve bir yandan da kıkırdayarak, düpedüz ağlamaya başladım.
Eksik olmasınlar, çiçek yollamışlar. Gideyim alayım dedim ama ne alması? O çiçeği yerinden kaldırmak için Zaloğlu Rüstem olmak lázım.
Çiçek dedim ya, nasıl tarif etmeli bilemiyorum... Benim kadar, yani dana kadar bir şey, kapıdan geçmiyor. Ve ben hayatımda bu kadar eklektik, acayip, ortaya karışık bir aranjman görmedim. En ufak bir kinayem varsa iki gözüm önüme aksın ki gövdesinden nispeten ince dallar uzanan bir ODUNa ekleştirilmiş, bir yandan sarkan palmiye yaprağı, bir tarafta Japon gülü, bir kenarda kasımpatı ve orasında burasında, adını ve türünü bildiğim bilmediğim türden muhtelif çiçekler, duyan gelmiş edasıyla huzurda...
Çiçek-ağaç-çelenk kırmasının üzerindeki pemboş zarfı bir açtım ki:
’Cezalardan ceza beğen / Cezalısın cezalı / Yaptığını beğendin mi / Hatalısın hatalı...’
Evrim, Ezgi, Sibel, Şermin, Banu, Gülden ve Sanlı adına; ÇELİK ERİŞÇİ"
Çökmüş kalmışım olduğum yere... Yani artık ömrümün sonuna kadar Çelik’e içim sevgiyle kabarmadan bakmak gibi bir lüksüm de yok ya... Vardı; bizim dingiller yüzünden kaybettim. Bizimkiler, adamı şişledi mi işte böyle organize işler...
Çiçeğin kokusu sonradan çıktı. Bunlar, "Biz bunu nasıl rezil ederiz" diye düşünmüşler. Kafaları fesatlığa çalışırken eksik olmasınlar, "ince" düşünürler.
Çiçekçiyi arayıp, ellerindeki malzemeden çıkarabilecekleri en kitsch aranjmanı yapmasını, detaylı tarif vererek istemişler. Adam başta; "Ben oraya çok çiçek taşıyorum, orda bir itibarım var; bana acıyın, itibarımı zedelemeyin, karizmamı çizdirmeyin" diye çok dil dökmüş ama bizimkiler meslek icabı birer ikna ustası olduğu için sonunda muhabbet, "Sizin şansınıza elimde ağaç dalı da var ama odun modelinde, onu da kullanayım mı?"ya kadar gelmiş.
Bizimkilerin oduna, "Oh, jaaaaah!" şeklinde ellerini ovuşturarak onay verdiklerini, daha önce vermiş olduğum "aranjman" tarifinden çıkarabileceğinizi tahmin ediyorum.
Çiçeği eve götürüp balkon/bahçemsiye koymayı denedim ama sedan otomobilin ne bagajına ne de arka koltuğuna sığdı. Çiçekçi abi de nitekim, nakliyatı kamyonet marifetiyle becermiş; onu da sonradan öğrendik.
Daha yol uzun. Allah ömür verdiğince, bir ömürlük mesafe... Gözyaşlarım ve karizmamın leşi elbette yerde kalmayacak. Muhabbeti tepelerine molotof kokteyli şeklinde yağdırmanın türlü şekil fantastik yöntemlerini geliştiriyorum. Teker teker hepsi için çok pis, çok ince, çok derin çok adi planlar peşindeyim. İntikamım çok acı olacak.
SEVGİ SARHOŞU MUHARRİRENİN NARA NOTU: Seviyorum ulan sizi! Hastayım size! İmanına! Ölümüne! Ehe ehe ehehehe... Hıck!
Mehmet Dülger’i de kaybettikŞaşkınlıktan öte, hakikaten üzgünüm.
Ettiğim duaların arasında Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduğu günü görmemek de yer alıyor. Yani, dünyaya kazık çakmaya da niyetim olduğu için, takdir edersiniz ki, BEN o günleri görmeyeyim diye dua etmiyorum. Ivırıp kıvırmadan: Erdoğan, Cumhurbaşkanı olsun istemiyorum.
Siyaset tarihinin, o "r" ile başlayan kelimeyi kullanmadan bunu nasıl ifade etmeli, eeem, en bakılabilemez kıyafetlerini taşıyan şahsiyeti olan Emine Erdoğan’ın gardırop politikasından da zerre kadar hazzetmiyorum.
Bunun yanında, Mehmet Dülger, röportaj vesilesiyle filan da değil, Kaktüs’te tesadüfen tanıştığım, daha sonra birkaç kez farklı mekánlarda oturup muhabbet etme şansını yakaladığım ve ağzım beş karış açık bir şekilde dinlediğim muhabbetini lafın gelişi değil, kelime mánásıyla şans saydığım, mimari, klásik Türk müziği, klásik Batı müziği, siyaset ve sosyoloji ve daha birçok konudaki engin donanımından kısa günün kárı babında oburca nemalandığım, saygı duyduğum bir kişidir.
İdi... Yani?.. Şimdi?..
Mehmet Dülger, "Erdoğan köşke çıkacaksa, Emine Hanım başını açmalı" diyor.
Bu nasıl, ne mene bir şuur yitimi?
Soğuk yerde muhafaza ediniz, sonra ortalığı hararet basınca, kapağını açınız ve gazı kaçmadan içiniz. Emine Hanım gazoz şişesi mi?
Bravo. Türban meselesi, çekiştire çekiştire buralara kadar geldi. Çankaya’da ikámet edecekse, Emine Erdoğan’ın saçlarını görelim. O zaman bak türban diye bir mesele kalıyor mu!!!
Oldu olacak Taksim Meydanı’nda birkaç sembolik türban sallandıralım. Türban yanlıları da gider, ona adak ağacı muamelesi çeker, onlar da devlet türbandan elini çeksin diye dilek dilemek amacıyla kendi türbanlarını filan bağlar. Ortalarda bir yerde buluşuruz.
Hay canına yandığımın aklı karışık, zihni bulanık, ezberi dağınık siyaseti...
Oldu. Peki. Tabii tabii...
Ya da tövbe estağfurullah mı demeli?
Akıl demiştik, karışık demiştik di mi?
Derya Baykal’dan istirhamımızSon fantezimi bir öneri olarak sunmak isterim: Ferhan Şensoy’dan boşandıktan sonra "özgürlüğünü" Aysel Gürel tadında ilán etmiş bulunan, televizyondaki el işi programına meyve sepeti görünümlü şapkalarla filan çıkan Derya Baykal, n’ooolur, tez vakitte programına Semra Özal’ı konuk etsin.
Günaydın’da yer alan Gülşen Yüksel imzalı habere göre zira, ex-first lady’miz, şimdilerde, aşkın esasında kafam kadar tektaşlarla değil kır çiçekleriyle beslenen bir mefhum olduğuna "uyanan" Yeşim Salkım misali, tevazunun değişik bir tat olduğunu tecrübe etmekteymiş.
Canan Yaka, Yıldırım Mayruk tasarımı kıyafet dönemi bitmiş, şimdilerde kendi kazağını kendi örüyormuş.
Chanel ve Louis Vuitton dönemi geçmiş, şimdilerde elceğizleriyle üzerine boncuk işlediği çantaları kullanıyormuş.
Aşçılı hizmetçili lale devri geçmiş, şimdilerde yine kendi elceğizleriyle sardığı dolmaları hüpletmeyi tercih ediyormuş.
Pırlanta gerdanlıklarla ayaklı abajur gibi dolanılan günler bitmiş, şimdilerde kendi yaptığı mütevazı ve fekat şık bijuterileri takıyor, hatta yüce gönüllü bir hayırsever olarak yardım gecelerinde tezgáh kurup bunları satıyormuş.
Ay sen benim gözler, bunun üzerine bir dol, hüngür şakır bir dökül!!!
Diyorum ki işte Derya Baykal, Semra Özal’ı programına çağırsın. Bir yandan tahta boyar, pandispanya yaparlar, bir yandan da Derya Baykal sorar, Semra Özal yanıtlar; bir ipe Özal’ın tevazunun incelikleri üzerine şey ettirdiği bilge bilge parıldayan incileri dizerler.
İncik boncuk, eğlenmez miydik?..
Yer miydik, yemezdik... Ayrı...