18 Mayıs 2006
Pazar akşamı, o geçmeler bilmeyen 16 dakikalık zaman diliminde, bir sahneden bir sahneye kuzguni siyah saçları pamuk beyazına kesen Yeşilçam artizleri gibi hissediyordum. Televizyon ekranına bakmadan, evin içinde sigarayı vantuzlayıp volta atıyordum.
Sonrası, bildiğiniz, pardon, GS taraftarlarının bildiği ekstaz...
Şimdi, iki satır vakur durayım, sevincimi aristokrat çalımlı bir istihza kılıfı içinde yaşayayım triplerine girmeyeceğim. Zaten beceremem... Ağzımı toplamaktan acizim...
Evet efendim, afyonlandık, efsunlandık... Yapacak bir şey yok; durum budur.
Ki her ne kadar ağzımı kulaklarımdan ayırmakta zorlansam da bir yanım, bu sevinçli, havalı hálimden utanç duyuyor. Nedamet getirme gereği duyuyor.
Zira, bendeniz de birçok GS’li gibi, bu seneden yana umudumu, inancımı yitirmiştim.
Fenerli arkadaşlar, "Sevincini anlıyorum" şeklinde tepki veriyor; "Beklemiyordunuz değil mi?" Valla beklemiyorduk açıkçası; yalan mı söyleyelim...
Hatta yine FB’li arkadaşların pek çoğu, maçta sanki kendileri değil de ilahi güçlerden oluşan bir takım oynamış gibi, Allah’a şükreden, Allah’ın yardımına değinen futbolcuların ve biz taraftarın háliyle dalga geçiyor.
Haklılar. Bir mucizeye tanıklık etmiş gibi hissediyoruz. İman tazeledik, iman cilaladık; ne diyelim...
En son FB-GS derbisinde girdiğim iddialarda, yaşadığımız 4-0’lık hezimet üzerine birkaç şişe Jack Daniels, birkaç yemek, birkaç bir şey daha kaybetmiştim.
Bu sefer, o topa girmeye bile çekindim. Yemek ısmarlamak, onu bunu almak dert değil de, iddiayı kaybetmenin acısı fena oturuyor. Fenerli arkadaşlar, sinir sisteminizle oynarken hiç acımıyor.
Aaaah, bilseydim!..
Fakat yine de iman tazelemekten bahsederken, geçtiğimiz pazar günü yaşadığımız mutluluk, takıma, futbolun mucizelerine, güzelliğine duyduğum güveni tazelemiş olabilir ama yönetimden yana, benim gözümde pek bir şeyi temize çekmiş değil.
Maçın ardından -analarının ak sütü gibi heláldir- coşmuş ekip soyunma odasında Başkan Canaydın’a tezahürat ediyor. Şampiyonluğu, "En büyük başkan bizim başkan!" diye haykırarak ona hediye ediyor.
Ben televizyonun başında; "Hayır, hayır, sizin o sizin!!!" diye bağırıyorum. "Taraftara da hediye etmeyin; sizin o sizin!"
Canaydın, botoks iğnesi yemekten suratı sabite bağlamış insanlar gibi, android gibi mimiksiz yüzüyle, "Hakikaten zor bir sezon oldu" diye lafa giriyor. "Zaman zaman çok üzüldük. Siz de üzüldünüz. Allah büyük, bugün hepimizi güldürdü. Bu olayın bereketi sizin çalışmalarınızın eseridir. Benim ve yönetimin iyiniyetidir. Bizi çok yıprattılar. Canı gönülden bağırmadılar. Olsun, sevenimiz de olacak, sevmeyenimiz de olacak. Sizler beni sevilen adam pozisyonuna getirdiniz. Onun için çok teşekkür ediyorum. Allah ne muradınız varsa versin."
Hakikaten versin... Ne muratları varsa...
Fakat ondan önce, yönetim, adamların hakkını versin. Antrenmanda yönetime verip veriştirdikleri, "Para para para ille de para para!" nakaratı eşliğinde düz koşu yaptıkları günleri unutmadık.
Şampiyonluk, insanı saadetten ağlatabiliyor. Fakat buna rağmen, Canaydın’ı sevilen adam pozisyonuna getirmeye yetmiyor.
Ben sevmiyorum en azından.
Gönül, önümüzdeki sene de nasipse elde edilecek başarıların iman gücüyle kazanıldığını görmek istemiyor. Aç futbolcu oynuyor olabilir; bu yönetime yatma lüksü tanımıyor. Canaydın, problemler tamamıyla ortadan kalkana kadar, gözüme sevimli filan görünmüyor. Afyonu yediysek, efsunlandıysak; o kadar da değil.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2006
Setten ölmüş bir komedyenin ağzından God’s Comic’i söyleyen (Hadi Tanrı pek şakacı, şeklinde çevirelim) Elvis Castello’nun dalgacı sesi yükseliyor: "I wish you’d known me when I was alive / I was a funny fella..." (Beni yaşarken tanımanı isterdim; komik bir heriftim...) Böyle ölüm gibi ağır mevzulara bile Elvis Castello’ya yakışır bir kıkırdamayla bakasım var ne hikmetse; baharın çıldırma ve depresyondan yere yapışma faslını atlattık da hafifliğini yaşar mı olduk ne...
Perşembe günü, Romanya’daki sokak çocukları yararına düzenlenen, AB üyesi ve adayı ülke liderleri ile eski sporcularının arasında dönen maçı izliyor, her "Top Sayın Başbakanımızın ayağında" cümlesinde gülmekten yere yapışıyor ve ertesi günü kaç gazetenin "Avrupa’ya gol attık!" başlığıyla çıkacağını düşünüyordum NTV’de... Gördük işte neticeyi... Hemen hemen hepsi...
Deniz Baykal, Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu gibi muhalefet liderleri, işin içinde "gıpta etmelerinin" de payı olsa gerek, küstümçiçeği tavrı takınmış ve maçı izlememişler gerçi. Olsun varsın, Erdoğan dönüşte kürsüye çıkacak ve attığı goller konusunda AKP’li yoldaşlarının topuyla bir "high five" çakacaktır.
Hem üstelik Demirel Baba da maçı izlemiş ve her zamanki gibi "Sahalar birbirine benzemez yalnız. Saha da farklı, meydan da farklı, siyaset de farklı. Orada gol atmak iyi bir şey tabii. Mühim olan mesele, neticedir" şeklinde; her anlama gelebildiği gibi hiçbir anlama da gelmeyebilen, meşin yuvarlak kadar toparlak bir laf etmiş.
Valla bana sorarsanız, golü bilemeyeceğim de esas topu Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, Bolivya Cumhurbaşkanı Evo Morales ve hatta zirve fotoğrafı çekilirken, Arjantin ve Uruguay arasındaki nehrin kenarına inşa edilmesi söz konusu káğıt fabrikasını protesto etmek için yarı çıplak bir şekilde kadrajda pörtlemek suretiyle eylem koyan Arjantinli Greenpeace’çi abla patlattı. (Chavez gerçi, ablaya bakmaktan, elindeki pankartı okumaya fırsat bulamamış!)
KOÇ UYANANA KADAR BÖĞRÜMÜZDE İKİ BURMA
Chavez; "Kuzey Amerika imparatorluğu ölsün!" gibi ağııır bir tonda Washington’a laf geçirdi; Morales deseniz, yabancı yatırımcılara tazminat ödenmeyeceğini açıkladı, Brezilya başta olmak üzere, yabancı şirketleri ülkesini dolandırmakla suçladı.
Sadece kazak değil, tavır da değiştirmiyor pek abiler...
Dostluk kazansın temennileri burada da şık bir klişe olmaktan öteye gidemiyor bittabi. Halı sahada bizi istemediğini alenen ifade eden Avusturya Başbakanı Schüessel’le "Çaaak!"ışınca, AB yolları açılmıyor.
Ama yedi cihanla muhabbette olmanın cebe zararı da yok tabii...
İstanbul Belediye Meclisi’nin imar planında yaptığı, "ticari alan"dan "turizm ve ticaret alanı"na doğru şakkadanak bir değişimle, Dubai Kuleleri’nin inşaat alanı 97 bin metrekarecik artırıldı mesela. Böylece Şeyh Maktum’un araziyi satın alması için ihaleye girmesi bile gerekmiyor.
Ben pas diye buna derim. Kadir Topbaş topu ayağından çıkardı; bundan böyle Maktum’un muhatabı belediye değil Turizm Bakanlığı olacak. Atilla Koç’un şöyle bir içinin geçip başının önüne düşmesine bakar ikiz kulelerin dikimi. Atilla Bey, şöyle bir dalıp da uyanana kadar, İstanbul’un böğründe iki burma... Hadi ondan sonra orası o binanın yükünü kaldırsın diye, altyapı silbaştan... Top yine Sayın (!) Belediye Başkanı’nın ayağında...
Karısını aldattığı için döven AKP Milletvekili Halil Ürün gibi, yakın dövüş sporlarını tercih eden milletvekillerimiz ayrı bir konu tabii... Şimdi şöyle bir daha okuyunca, bir önceki cümlenin yanlış anlaşılmaya mahal verebileceği endişesine kapıldım.
Haberi zaten görmüşsünüzdür, pek "sayın" milletvekili, karısı kendisini aldattığı için değil, kendisi karısını aldattığı ve eşi Esma Ürün kendisiyle bu konuda konuşmak istediği için onu dövüyor. Kafaya çanta ekleştirme ve kaşa yumruk çakma modelinde ve o bildik "Git istediğin yere şikáyet et, bana dokunamazlar" güftesiyle meşhur "Dokunulmazlık" türküsü eşliğinde...
Düzenli aralıklarla hatırlatılıyor ama gerekirse her Allah’ın günü de sorulabilir yani. Biz de hazır ayaktayken bir kez daha soralım bari: Hani dokunulmazlıklar kalkacaktı abi?
77 YAŞINDA ŞIRIMŞIK TÜRBANIMSILI TENİSÇİ
Ah anneciğim ah... Hani bugün senin günün ya, sen kalkıp yine "Benim anneler günümü kutlamanın en şahane ifadesi, senin de anne olmandır" filan şeklinde dile geleceksin.
34 yıl önce pederle beni rahmine düşürdüğünüzde, "Bak güzelim, biz şimdi seni yapıyoruz ama ileride çok canın sıkılacak. Ceddin dedendir, neslin babandır, hayatın hep böyle marşa basmaktan aciz tosbağa modeli mehter marşı eşliğinde akacaktır" dedin mi; demedin...
Ben şimdi, hele bir de kızım olursa, bu can sıkıntısını bayrak yarışıymış gibi ona nasıl aktarayım? 34 yıl sonra o çocuk gelip de bana, "Ya, anne, niye aylardır cumhurbaşkanı kim olsun diye tartışılıyor? Mini etek giyen kızları mı dövmek caizdir, türban takan kızları mı? Yoksa kadın olarak doğmak, doğal kötek sebebi midir? Harem-selámlık nasıl hálá söz konusu olabiliyor? Ve buna nasıl olup da ’demokrasi’ denebiliyor? Muhtıra ne demek? Darbenin örtülüsü mü şıktır örtüsüzü mü? Ayrıca sence de 77 yaşında bir kadının, hadi bütün akademisyenlerle car car tartışıyor ve her konuda ahkám kesiyor ama hálá o yırtık tişörtlerle magazincilere dil çıkarıp gözlerini şakacıktan şaşı yaparak tenis oynaması ve şırımşık türbanımsılarla başını örtüp poposunu açması biraz acayip değil mi?" diye sormaz mı?
Sorar.
Zira muhtemelen, 34 yıl sonra da aynı haltları konuşuyor, tartışıyor olacağız.
Hadi güzel validem sultanım; o bal gözlerinden aşk ile busederim. Hayır, sıkıcı bir haftaydı; havaların düzelmesi yetmiyor, gündem de düzelmediği sürece, bu sene de sana torun morun yok.
İyi haber mi istiyorsun? Her şeye rağmen kızın hálá kıkırdıyor, kıkırdayabiliyor... Hediyeden sayarsın diye umarım. Haftaya Kumru’yla geldiğinizde, bir de yemek ısmarlarım.
Hayatının bir kısmı da benim kıçımı toplamakla geçtiği için abladan ziyade yarı annem sayılan Banu’mu da benim için öp, Kara Muço da öpsün, hatta vantuzlasın.
Anne gibi annelerin tümünün, bu ülkede hem kadın, hem anne, hem de insan olmayı becerebilen herkesin önünde şapkamı saygıyla çıkarırım...
Her şeye rağmen yaşamayı başarmak, rağmen yaşamak denir buna. Vallahi helál olsun.
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2006
MFÖ'nün tişörtleri çıkıyormuş. Geç bile kalındı derim. Rolling Stones'un, Beatles'ın tişörtünü giyene kadar, alır o tişörtü üzerime liyâkat madalyasi iliştirir gibi, alnıma en sevdiğim filmin afişini yapıştırır gibi, hayattan rıza diler gibi geçiririm.
En ufak bir abartım varsa iki gözüm önüme aksın: Şairler parkı gibi bir müzisyenler parkı olsun, herkeslerden önce, MFÖ'nün en afillisinden bir heykeli dikilsin isterim.
Dibinde çiçekler bitsin, kuşlar üzerine tünesin ama pislemesin, Mazhar Alanson, Fuat Güner ve Özkan Uğur, o canım gülüm gülüm tebessümleriyle gülümsesin...
Bir zamanların Mazhar-Fuat-Özkan, şimdilerin eM-eF-Ö'sünün 10 yılın ardından çıkardığı, soyadlarının baş harflerinden oluşan ve Cem Yılmaz'ın önermesiyle "yeniden doğum"a göz kırpan son albüm AGU'yu, piyasaya çıktığı günden beri her gün en az bir kere dinliyorum. (Yok, yalan oldum, en az iki-üç kez demem gerekirdi.) Uzunca bir süre de böyle gideceğini biliyorum.
Zira AGU da her MFÖ albümü gibi, evladiyelik. Üremeyi düşünmüyorum ama MFÖ arşivimi torun hesabına, yeğenimin çocuklarına bırakmayı planlıyorum.
Onların da huşu içinde dinleyeceğinden adım gibi eminim.
Albüm ortama düştüğünden beri süregelen, olmazsa olmaz bir muhabbet: Sen en çok hangi şarkıyı seviyorsun?
MFÖ'nin niyeyse böyle bir durumu var. Sadece şarkıları değil, grubun elemanları da "Anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı" şeklinde, sevenleri tarafından kırışılıyor.
Grup, bundan birkaç hafta önce, N101'de, Ayça'nın (Şen) konuğuydu. Bu satırların yazarı (!) da o sırada olay yerindeydi. Ayça, yanılıp da üçlüye "Fuatçı" olduğunu söyledi.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2006
Ahmet Altan’ın, her zamanki gibi yumruk yumruğa geçmiş bir CHP kurultayından sonra kaleme aldığı bir yazıda kurduğu bir cümle var ki ne zaman CHP lideri Deniz Baykal , partiyi elceğizleriyle ve itinayla düşürdüğü -beterin beteri- durumdan nafile- sıyırma çabalarında popülizmin dalağını yaran bir "fikir" öne sürse, aklıma düşüyor. Şöyle demişti Altan: "Siyasi partiler genellikle iktidardan düşer. Bizim CHP galiba ’muhalefetten düşen’ ilk parti olacak."
Yazının temposu pek düşeyazıyor ama maalesef, mevzu, "düşmekten" geçiyor.
Efen’im, Deniz’imiz Baykal’ımız yine "konuştu..."
Siyasetçi dediğin mazlum edebiyatından prim yapar ya, sözkonusu takımlar da güya mazlum ya, Deniz Baykal da Samsunspor ve Diyarbakırspor Süperlig’den düşmesin diye, "Ligden düşme prosedürü kaldırılsın" şeklinde dáhiyane bir öneri şeyedegeldi.
Ben bunu Baykal’ın ağzından birebir televizyonda filan duymadığım, haberini okuduğum için ilk etapta inanamadım. Ama buyurdu(ymuş): "Ligden takım düşmesin."
Uykuyla uyanıklık arasındaki o arafta, bir illüzyonun kucağındaymışım da; tombik yanaklı, çipil gözlü, kesinlikle sakalsız, niye olduğunu anlamaktan aciz olduğum ama öyle anılan bir "genç görünümlü" dede; "Ligden düşülmesiiin; hadi hükümetten bir düşüş düştük, kalkamıyoruuuuuz; bari muhalefetten düşülmesiiiiiiiin" şeklinde dile geliyormuş gibi geldi.
Oysa gerekçeleri sağlam(!); hamaset gani ama olsun yani: "Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün 19 Mayıs 1919’da Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak için Samsun’a ayak bastığı bir ilin takımı Samsunspor’un 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nın 87. yıldönümünde (87’de özel bir keramet olsa gerek???) küme düşmesi bizi de üzer. Samsunspor’un düşecek olması şaibeler ve hakem hatalarından kaynaklandığından dolayı Süper Lig ’den küme düşmenin bu yıl için kaldırılması ve ligdeki takım sayısının artırılması için 155 milletvekilimizle derhal TBMM’ye kanun teklifi vereceğiz."
Şu işe bakın ki, iktidar ve muhalefet, ne hikmetse aralarda sıralarda çıkar sokağından geçen hemfikirlerde buluşabiliyorlar. Meselá bu "fikir" AKP Diyarbakır milletvekili İrfan Yazıcıoğlu’ nun pek hoşuna gitti. Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’e mektup yazıp Diyarbakırspor’un düşürülmemesi gerektiğini söyledi. Onun da gerekçeleri sağlam; hamaset bittabi gani: Diyarbakırspor , yoksulluk, terör ve şiddeti futbol sayesinde unutuyormuş. En az bu yıl, ligden düşmesinmiş...
Benim de vatandaş olarak şöyle bir fikrim var. Şöyle bir lig oluştursunlar: Fasülyecikten oynayanlar...
Ha, tabii şöyle de bir şey var esasında di mi? O bölgelerde, celállendiğinde sahasını cehenneme dönüştüren bir halkın yegáne avuntusunun, "mazlum" olduğu için kucağına oturtulmuş bir lig "idame"si olmaması gerekiyor. Onun yerine o halkın karnının tok, sırtının pek olması gerekiyor. Hayatından hoşnut olduğu için herhangi bir konuda böylesi çişli bir ianeyi kabul etmemesi gerekiyor. Pardon? Neydi? Sorumlular bunu beceremiyor mu? E, iyi, babaları cici top da almamış ama fasülyecikten futbol oynasınlar...
Yumuşak yumuşak... Aman kimse düşmesin.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2006
Salı akşamı, Dilek’le, Magic Life’ın Avusturya’dan getirtip Türkiye turuna çıkardığı reggae grubu Sam Brisbe & One Soul’un konserini izlemek üzere Babylon’a gittik. Viyana’dan gelen bir reggae grubu ne menen bir şey olabilir diye merak ediyorduk. Az buçuk düşünüp neticede "Bütün reggae grupları gibidir canım; bol bol Bob Marley cover’ı seslendiriyorlardır" tahminine vardık; nitekim yanılmadık...
Ki, iyi icra edildiği sürece buna da kimsenin itirazı olmaz. Özellikle de Could You Be Loved’ı o bizim malûm klişeyle "Kurtlu pilaaaav!" diye terennüm edip huşu içinde salınan Dilek’in... (Hayatının şarkılarındandır; pek sever...)
Dilek akşam bende kalacaktı. Keyfimiz gayet yerinde, eve gittik. Televizyonun karşısında son bir bira-kahve-zap turuna çıktık. Sabah erken kalkacaktık. O yatak odasına gitti; ben her zamanki gibi televizyonun karşısında sızmak üzere kanepeye devrildim.
Zaplamaya devam ettim.
Baktım Star’da Melih Gökçek konuşuyor. Kendileri Güney Kore’nin başkenti Seul’de düzenlenen Ankara Günleri’nden taze döndüler malûmunuz.
Bir yandan AKP Grup Başkan Vekili Salih Kapusuz’un Atatürk Orman Çiftliği arazisinin 10 yıllığına Ankara Belediye’sinin kontrolüne verilmesine yönelik önergesini nasıl memnuniyetle karşıladığını, bunun gerçekleşmesi hálinde ilk iş olarak Atatürk Orman Çiftliği’ne Safari Park yapmayı planladığını filan anlatıyor; bir yandan da kupleler hálinde Güney Kore anılarından ve gözlemlerinden bahşediyor.
Bir süre sonra Dilek odaya girdi; "Kızım ben senin yaşlılık hálini düşünüyorum da güleyim mi ciddi ciddi endişeleneyim mi karar veremiyorum" dedi.
Kendimi tutamayıp televizyon ekranına çemkirmeye başlamışım yine. Dilek’i içerideki odada uyandırabildiğine göre takdir edersiniz ki pek de alçak perdeden yapmıyorum bunu üstelik. Yarı açık gözleriyle koltuğa ilişip "Niye gidecekmiş ki Melih Gökçek Güney Kore’ye" diye sordu devrik devrik...
Ekrana doğru o minvalde önerilerde bulunuyordum: "Sen gidip Güney Kore’de yaşasana; hepimiz için daha hayırlı olur" filan...
"Gitti döndü zaten, bir daha gitsin diyorum" dedim; "Çünkü bebeğim, bu aralar Güney Koreli bilimadamları, belli bir grup Türk erkeğinin mutluluğu için çalışıyor. Ben Melih Gökçek’siz daha mutlu olacağımı biliyorum; o da orada daha mutlu olur belki."
Ne hikmetse bu aralar Güney Koreli bilimadamlarının yeni bir güzelliği gündeme düşüp duruyor.
Kore Endüstriyel Teknoloji endüstrisi, 321 bin dolara Eve (Havva) adında, insansı bir kadın robot üretti meselá... 160 cm. boyunda, 50 kilo ağırlığındaki Eve, "ideal eş"miş... 400 kelime biliyor, az konuşuyor, kısa cevaplar veriyor, toz alıyor, yer siliyor...
Sonracığıma, Vatan gazetesinin "Bir görgüsüz aranıyor" başlığıyla manşetten verdiği 24 ayar altın kaplama çerçeveli dev ekran televizyon haberi var. O da Güney Kore’de üretilmiş. (Dubaililer’in siparişi üzerine gerçi...) 71 inç ekranlı cihaz, 75 bin dolara Akmerkez’de alıcının beğenisine sunulmuş.
Melih Gökçek’i düşünüyorum; Güney Kore’de, bir grup çekik gözlü taraftarın her galibiyetinde Başkan’ı altı okka yaptığı Belediye takımı kurmuş; maçları 24 ayar altın kaplı televizyonunda izliyor. Bu arada, bizim mülayim robot Havva abla, mütemadiyen çay getirip götürüyor. Hem evin içi "Gökçek’in safari çiftliği" modelinde; ortada devekuşları, pandalar, şunlar bunlar dolanıyor. Şık bir manzara değil mi yani? Üstelik kendilerine Güney Kore geleneksel giysileri bir ayrı yakışıyor.
Çok saçmaladım di mi? Kusura kalmayınız... Viyanalı müzisyenlerden Jamaika müziği dinleyince ve yetmezmiş gibi üzerine bir de Gökçek’in global hayallerine kulak kabartınca ezber hafif dağılabiliyor.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2006
TBMM Başkanı Bülent Arınç, laiklikti, türbandı, cumhurbaşkanlığı hesaplarıydı, bulandırdığı her mevzuda vermiş olduğu beyanatı matruşka modeli açadursun... (Onu dedi, öyle derken esasında ne demek istediği konusunda bunu dedi, dedikleri hakkında yorum yapanlara cevap verirken aslında ne demek istediğini biraz daha açma gereği duyup şunu dedi...) Nasıl olup da aynı dili konuştuğumuz halde anlaşmayı bir türlü beceremeyen bir toplum olmayı becerebildiğimiz üzerine derin tefekkürlere dalmışım yine...
Yok; gerzeksek o kadar da değil. O "nasıl"ın niyete bağlı olarak yöntemlerine hasbelkader hakimiz elbet.
Yani televizyondaki akvaryum modeli reality show evlerinde, bilmem kaç hafta her tarafları mikrofon ve kamerayla donanmış olduğu ve kötücül dedikodularının birkaç gün sonra televizyonda bilmem kaç milyonun önünde deşifre edileceğini bildikleri halde "fısıldayan" insanlar olabildiği gibi; boş konuşup söylediklerinin anlaşılacak bir tarafı olmadığını bildikleri için karşısındakine derdini bağırarak anlatmaya yeltenenler de var...
DÖNDÜKTEN SONRA TAKTIM
Sonracığıma; geçtiğimiz gün Kanal D’nin ana haber bültenindeki röportajında, Demirel’in türbanlı öğrencilerle ilgili "Arabistan’a gitsinler" deyişi benzeri, işine gelmeyen konularda yorum yapmayacağını; "No comment" cümlesiyle dile getiren Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın eşi, aman da ilahi-hi-hi Ahsen Unakıtan gibiler var.
Kaçırmışları uyaralım; aşağıda okuyacaklarınız, gerçek bir röportajın, yukarıdaki "No comment" yanıtının ötesinin deşifrasyonudur:
SORU: Burada türbansız kadınlar da var...
EL CEVAP: I suppose that’s enough... (Sanırım bu kadarı yeterli.)
SORU: Your English is perfect... (İngilizceniz mükemmel.)
EL CEVAP: Thank you very much... (Çok teşekkürler...)
SORU: Did you live abroad? (Yurtdışında yaşadınız mı?)
EL CEVAP: Üç-dört sene avukatlık yaptım. I finished the University of Law... (İÜ Hukuk’u bitirdim.) Çocuklarım oldu, avukatlığı bıraktım. Sonra da... (Eliyle başını gösteriyor.)
SORU: Türban taktınız?
EL CEVAP: Yoo, yo; ondan sonra taktım ben. Avukatlığı bırakıp ev hanımlığına döndükten sonra taktım...
Röportaj, İrfan Değirmenci’nin "I think this was your first interview with the Turkish media (Sanırım bu Türk medyasına verdiğiniz ilk röportaj)?" sorusuyla bitiyor.
EL CEVAP: Yes, yes, you’re right...
Artık, yes’i de parantezde marantezde çevirmeye gerek yoktur herhalde? Üç yaşında çocuk bile, "Yes"in "Evet" anlamına geldiğini biliyor. (Bu arada, Ahsen Hanım’ın; "Kocama Sayın Bakan diye hitap ederek ilan-ı aşk ettiğim, yan rollere yazıldığım şovlarım olmuştur ama ilk kez birisi beni ciddiye alıp tek başıma röportaj yapıyor" dediğini varsayıyoruz bu yanıtla... Herhalde öyle olsa gerek; supposedly öyledir; di mi? Türk medyasıyla ilk kez müşerref olan hanımefendinin; "Seni çok seviyorum Sayın Bakan" nağmeleri hálá kulaklarımızda yani...)
Bir muhabbet ki İngliş var, Törkiş var, beden dili var... Yine de bırakın bir anlam çıkarmayı, insanın zihnine "Hö?"den başka bir şey düşmüyor.
Ha, pardon, arada İrfan Değirmenci, Ahsen Hanım’a bir de çocuklarının iş hayatıyla ilgili soru yöneltecek gibi oluyor: "Ticari faaliyet yapıyorlar?"
Ahsen Hanım bu kez özbeöz Türk anacığı olarak dile geliyor: "Hadi ben evde oturuyorum. Bu çocuklar çoluk çocuk sahibi. Tabii ki işle meşgûl olacaklar."
E, iyi de?.. Hani siz de avukattınız? E, çocuklarınız, kızınız da dahil, çoluk çocuk sahibi olduklarına göre ve hatta tam da bu yüzden "tabii ki çalışacaklar canım"sa, siz niye evlenince ve çocuk yapınca mesleğinizi bıraktınız?
KOCİŞİ GİBİ PEK NÜKTEDAN
Röportaj zaten benim diyen simultane tercümanın ezberini dağıtacak bir tempoda. Lisan şöyle dursun, insan eskaza bir de "içeriğe" takılmaya kalkarsa, dumurun yolları bile düğüm oluyor.
Ben röportajı gerçekleştiren İrfan Değirmenci’nin yerinde olsaydım, o "Yoo, yo; ben avukatlığı bıraktıktan sonra taktım" yanıtı üzerine Ahsen Hanım’ın başını gösterirken esasen ne demek istediği konusunda sorulardan soru beğenirdim.
Üçüncü gözüm açıldı, çok acayip bir aydınlanma yaşadım mı diyor, yok, önce huni taktım mı diyor; NE DİYOR?!..
Eh, Kemal Unakıtan’ın Meclis kürsüsünde hiçbir şey söylemezken aralara sıkıştırdığı "Hoeee? Haeee!!!" nidalarını düşününce...
Diyeceksiniz ki, Ahsen Hanım kocişinden kapmış olduğu "pek nüktedan" bir şekilde bol bol konuşup hiçbir şey dememe sanatında el artırıyor.
Bravissima!.. (E, bizim de çorbada tuzumuz bulunmasın mı? Biliyorum, dublaj Türkçe’siyle söyleyecek olursak; ben "kahrolası bir dáhi"yim... Danke...)
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2006
Geçenlerde, kopasıca çenemden çektiklerimi düşündüğüm ve bakın şu tesadüfe ki, mükemmel bir zamanlamayla kazara lambanın ayağına çarpıp o kopasıca çenemin bir köşesini patlatmayı başardığım pek "muzaffer" gecelerden bir gece; ekranda, daha önce Aşkın Nur Yengi tarafından seslendirilmiş olan, şimdilerde Levent Yüksel’in sesinden, Kadın Şarkıları albümünün çıkış şarkısı olan Ayrılmam’ın klibi belirdi. Üzerinize afiyet, oturup biraz ağlamışım... Kadınız neticede, acı eşiğimiz yüksektir. Ağlamam çenemin acısından değildi takdir edersiniz; içimin ağrısından...
Sonraki günlerde ne zaman albümü dinlesem ya da Ayrılmam’ın klibi huzura gelse; benim göz pınarları şartlı refleks modeli harekete geçer oldu. Durup durup ağlıyorum; böyle bir şey olabilir mi? Sinir sistemi çöktü mü doğruldu mu n’oldu anlayabilmiş değilim. Çok, ama hakikaten çoook uzun zamandır, bu kadar çok ağlamamıştım. Beceremem... Nasıl iyi geldiğini anlatmaktan acizim. Eh, yaraya tuz basmak mıdır, biber sürmek midir; bilemem. Fena yaktığı muhakkak... Yaktığı kadar iyi geldiği de... Acı ilaç diyelim...
10 küsur gün önce, albümün lansman konserine gittiğimizde de beklendik-beklenmedik anlarda bu şarkılarla karşılaştığımızda nasıl maymun olacağımızı öngörebilmiştik zaten.
BU BİR KOMPLO
Türkiye’nin "içli Bart Simpson"ı Levent Yüksel, her zamanki fırından yeni çıkmış ekmek sıcaklığında ve tazeliğindeki tebessümüyle albümü yapmaya nasıl karar verdiğini anlatırken içimizden bir "Hadddeeee lennnnn!" demiştik zaten. Yok efendim, arkadaşlarla bir gün mangal partisi yapıyorlarmış da... Yüksel’e "Hadi bi’ şarkı söyle" demişler de... Hiç ádeti olmadığı hálde o gün söyleyeceği tutmuş da... İçinden gelmiş, daha önce ’96 yılında Hisar’da seslendirdiği, Şebnem Ferah’a ait Deli Kızım Uyan’ı söylemeye başlamış da... Bunun üzerine, menajeri ve dostu Ebru Toparlı; "Sen kadın şarkılarını ne güzel söylüyorsun; bunlardan bir albüm yapsana" diye öneri getirmiş de... Sonra Ayşe Barım ve Ebru Toparlı bastırmış da... Repertuvar oluşturulmuş da... Yüksel, yeni bir grup kurmuş da... Bütün şarkıların prodüktörlüğünü de o yapmış da... Aaa, zormuş mormuş ama pek de hoşuna gitmiş de... Levent Yüksel, kadın şarkıları söylüyor olmuş...
Valla ben konserde şarkıları dinlerken, böyle bir manzarayı tahayyül etmeye çalıştım, beceremedim.
Bence Levent Yüksel, söz konusu ekip ve saz arkadaşlarıyla birlikte oturmuş, uzuuun uzun ve hin hin; "Biz bu dinleyicilerin kadınlı-erkekli canına nasıl okuyabiliriz; nasıl jilet attırmadan şurdan şuraya bırakmayabiliriz?" diye düşünmüşler.
İNANMAYIN SİZ ONA
Düşünmüş olsalar gerek. Yani, Foolish Casanova da kadın şarkısı icabında; onu söylesene!.. Bizim ne günahımız var di mi ama?..
Kadın Şarkıları çok ağır arkadaşlar, çoook... Yani Levent Yüksel, kartonette ve billboard’larda elinde tazecikten papatya demetleriyle çok eğleniyormuş gibi pozlar vermiş olabilir. Dinlerken pek kıkırdamayacağımız konusunda bir uyarı da eklemeliydi diyorum, başka bir şey demiyorum. Bu gibi albümler yapan tüm müzisyenlerimizi sorumluluk bilincine davet ediyorum.
Levent Yüksel zaten bir acayip adam... Adamın hayat hikáyesine baktığınızda, bugüne kadar atlatmadığı travma babında, bir tsunami filan var herhálde. Dokuz yaşına kadar ablası zannettiği kişinin annesi, annesi sandığının da anneannesi olduğunu öğrenmeler, hüzünlü boşanmalar, ölümcül hastalıklar, ölümlerden dönmeler...
Oysa nedir? Adamın háline tavrına bakan, sakalını kesip gözlüklerini atmış, e kilo da vermiş, üzerine de jean ve tişörtü çekmiş Noel Baba’nın "mutluluktan helák olduk, bari bu konuda biraz şakıyalım" hesabına sahneye çıktığını zanneder.
Şarkıların her birinin Levent Yüksel’in hayatında özel bir yeri var ki bunları konserde anlatmakla yetinmedi; birkaç haftadır hemen hemen tüm röportajlarında da dile getiriyor. Dolayısıyla bir o bölümü pas geçelim; sözleri Sezen Aksu’ya, müziği Gianis Parios’a ait olan ve klibi Selim Demirdelen’in yönetmenliğinde çekilen Ayrılmam’a gelelim...
Levent Yüksel klipte, terk edilmiş demeyelim de boş konulmuş bir evde, üzerine çarşaflar serilmiş koltuklara oturmuş, malûm klásiğin sözlerini terennüm ediyor. Ki burada bir kez daha tekrar etmek, şu an için, cüretimi aşıyor.
Aşıyor aşmasına ya, şarkı kafamın içinde çalmaya başladı bile.
Sessizce dağılalım ey okur!! Gidip sakin bir köşede ağlamam gerekiyor. Bu fırsat (!) kaçmaz!.. Sakil bünye, böylesi tufan modeli gözyaşı fırtınalarına ancak kırk yılda bir, o da eğer şanslıysa (!) yakalanıyor.
Son söz babında ne demeli? Levent Yüksel’in şarkılarından papatya falına bakarcasına fal tutacak olursak: Ağlatıyor, ağlatıyor, e bu da ağlatıyor???
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2006
Şimdi, Fenerli okur, Allah aşkına galeyana gelmesin ya da istiyorsa gelsin ama 4-0’lık FB-GS derbisinin şokunu hálá üzerinden atamamış bir Galatasaraylı olarak, Türkiye Kupası’nı Beşiktaş’ın almasına son derece sevindiğimi inkár edemeyeceğim. Kupa ve lig meselesini kısa kesip (Canım acıyor, biliyor musunuz?!.) yine de Beşiktaş civarından çok uzaklaşmadan, başka bir konuya zıplayalım isterseniz.
Bir aya yakındır, BKM’cilerin, Beşiktaş Kültür Merkezi’nin hemen yamacında açmış olduğu, esasta BKM’nin fuayesi olan Mutfak’ta, kültürle eğlenceyi harmanlıyorlar.
Gündüz kafe, akşam lokanta ve bar olarak hizmet veren mekánda, amatör müzik gruplarının canlı performansları bir yana, sahne sanatlarının selámeti açısından daha önemli bir faaliyet de sürüyor.
BKM’nin oyunculuk atölyesine katılan geleceğin tiyatrocuları, Yılmaz Erdoğan ve Demet Akbağ başta olmak üzere ehil BKM oyuncularının öğrencileri, sahnede kendi yazdıkları ya da ün kazanmış oyunlardan küçük skeçler canlandırıyorlar.
Geçtiğimiz cumartesi 23.00 gibi, biz de öğrencilerin performansını izlemek üzere, bir grup oradaydık. Allah biliyor ya, söz konusu BKM olunca, insanın beklentisi de yüksek oluyor. Yani, ne bileyim; gençlerden daha "fırlama" metinler bekleyebiliyor. Baktık ki sahneye çıkan genç arkadaşların ’hepsi birinci’ olma yolunda; insan bir noktadan sonra gayri ihtiyari elini biraz korkak alıştırıyor.
Dolayısıyla alkıştan yana biraz nekes davranmış olabiliriz.
Programın sonunda, Yılmaz Erdoğan’a da söyler gibi oldum bunu. Dersleri ağır geçen sert hocalar vardır hani; ders sırasında ve kendisi not verirken gayet katıdırlar da dışarıdan biri ağzını açıp öğrencileri hakkında tek kelime ederse, kümesi tilki tehdidi altında horoz kesilirler...
E, ben de en son söylenecek lafı en başta söyleyen bir dangalak olduğum için, hafif tertip bir anlaşmazlık başgösterdi aramızda. Olsun varsın...
Aramızda uzun zamandan beri süregelen bir gazeteci-sanatçı hukuku var; ben ona sayarım, umarım ki o da saysın...
BKM, bu ülkede, çıkardığı her işe takdirle yaklaştığımız müesseselerden biri neticede. Sanattan kazanmayı başarmak ve kazandığını yine işe, sanata yatırım yaparak değerlendirmek gibi erdemli bir yaklaşımları var her şeyin başında. Bu bile yeter. Hatta, sanat camiasındaki vur-kaç politikası güden nicelerini düşününce, artar bile...
Demem o ki hukuk mukuk mavrası işin... Ortaya çıkan işin ardındaki iyiniyet ve işin kalitesidir önemli olan.
Şahsen BKM, o anlamda ruhumu her daim sağaltmıştır. Dedik ya, tam da bu yüzden, belki de fazlaca ciddiye aldığımızdan, beklentilerimiz de o oranda oluyor.
Komedi kulüplerinde stand-up’a soyunanlar, zor, çok zor bir iş kotarırlar. İzleyiciden gelen en sert tepkilere hazırlıklı olmalıdırlar. Bu anlamda, işin selámete varmasını çok isteyen bir izleyici olarak, ben de düşündüğümü söylemekle ve ona göre alkışlamak yükümlü addederim kendimi. Zira o-hoo; daha yol uzun ve umarız ki bu arkadaşların her biri kalıcı olacaklar.
Gidiniz, siz de ekolün yeni yetmelerini izleyiniz derim. Şahsen o gün sahnede izlediğimiz oyuncuların ve yazarların, zaman içinde serpilip olgunlaşmasını zevkle izleyeceğim. "Ablalıktan" anladığım budur yani; olanca samimiyetimle. Haricinde, tebriklerimiz daimi...
Yazının Devamını Oku