Ebru Çapa

Gündemi travesti öpmüş

30 Nisan 2006
Cuma sabahı tabiri caizse gündemi travesti öpmüş gibiydi. Gazetelerin tümünde bir tarafta O Şimdi Hanımefendi (Orijinali: He’s a Lady) yarışması, bir tarafta Elele dergisinin çekimi... O Şimdi Hanımefendi, malumunuz, daha önce zamanın RTÜK Başkanı Fatih Karaca’nın eşcinsel rol canlandırır mısınız sorusuyla muhatap olduğunda kaşını yüzüne yıkan Kadir İnanır hiddetiyle; "Ben Türk erkeklerine kadın kıyafeti giydirmemmm" diye yasakladığı, şimdilerde izleme ihtimalimiz bulunan bir yarışma programı. Her biri heteroseksüel, manita-eş filan sahibi sekiz erkek, bir evde, kadın gibi davranmaya çalışacak. Manikür, pedikür, ağda, topuklu ayakkabı, vs...

Bunun yanında Elele dergisi de Ata Demirer, Tan Sağtürk, Koray Candemir, Seyfi Dursunoğlu, Levent Üzümcü, Armağan Çağlayan, Metin Uca, Şencan Güleryüz, Yetkin Dikinciler ve Bedrim Baykam’a, "Bizim ayakkabılarımızı giyin ve sorunlarımızı anlayın" demiş. Anglosakson literatürdeki "Step in my shoes" muhabbeti, 10 ünlü erkeğe kadın ayakkabısı giydirmek suretiyle "Törkiş vörjın"a uyarlanmış.

Ben bu haberleri görünce, kendimden şüpheye düşüp bünyeyi şöyle bir yokladım. Makyaj yapmayan ve düğün dernek haricinde pek topuklu ayakkabı giymeyen bir kadın olarak ben de şu yarışmalara girip kadınlık nasıl oluyormuş bir öğreneyim mi, topuklu giymiyorum diye benim sorunlarım sorun mu değil mi; muallağa düştüm...

Bu arada, Fransız haber ajansı AFP de, O Şimdi Hanımefendi yarışmasıyla ilgili topa girdi ve yarışmanın Türkiye’de tartışma yarattığını, oysa Huysuz Virjin’in her hafta izlenme rekoru kırdığı, Anadolu düğünlerinde "Köçek" denilen kadın kılığına girmiş erkeklerin dans ettiği Türkiye’de, erkeklerin kadın kılığına girmesinin gayet doğal ve sempatiyle karşılandığına dair bir haber geçti.

"Evet be" dedik arkadaşlarla; "Biz bunlara başka bir format önerelim..."

Yani, televizyonda canlı canlı dayak, tecavüz, taciz olayına girilemez tabii de... Diyoruz ki bu arkadaşların, kendileriyle aynı işi yapan kadınların aldığı maaşa indirilsin maaşları; meselá bir süre öyle yaşamayı denesinler. Ya da ne bilelim, aynı gün içinde hem işe gitsinler, hem evde temizlik yapsınlar hem de yaptıkları yemekleri, birtakım müşkülpesent gurmelere beğendirmeye çalışsınlar. Bu arada da yapay sancı verilmesi suretiyle, o üç haftanın topunu "muayyen gün"müş gibi geçirsinler. Birinciyi alnından öpmezsem ve pembe kurdele bağlanmış bir altın da ben takmazsam, en adi şerefsizim...

Tenten’deki Dupont Kardeşler

Spor dünyasında tartışıladursun, ben dikkatinizi yeni bir "kutsal ittifak"a çekmek istiyorum mümkünse. Kudret Sabancı ile Sanem Çelik cipte öpüşürken yakalanınca, yakın dost sıfatıyla aldatılan eş Esra Akkaya yerine hede hödö konuşan Berna Laçin, Afife Tiyatro Ödülleri’nde Müzikal-Komedi dalında En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü’ne layık görüldü ya hani... Şahnaz Çakıralp de "O oyun komedi olmadığı için ödül de Laçin’in hakkı değildi" diye ortaya bir laf attı ya hani... Bunun üzerine beklenen yanıt, ışık hızıyla geldi. Geldi de çalışmadığımız yerden, Berna Laçin yerine Esra Akkaya’dan geldi. Bir kere Berna onun ustası sayılırmış, Şahnaz saygılı olsunmuş... Mübarek, Tenten’deki Dupont Kardeşler...

Ben bunu okuyunca, karşılıklı gazete tavaf etmekte olduğumuz Kanat’a, "Benim köşede ’Kanat’la Sohbet’ başlıklı bir yazıyla, şu sizin nükleer santral tartışmasıyla ilgili Ertuğrul Bey’e bir cevap vereyim mi?" diye sordum. "Bak elálem kankasına o biçim arka çıkıyor. Ne kavgalar ettim şu hayatta, hepsinde döndün kıçını gittin. İnsan iki satır omuz verir. Hyde Park’ta içtiğimiz içkiler boğazına dursun!"

"Onu bırak da" diye lafa girdi Kanat ve Afife Tiyatro Ödülleri’ne gittiğinde dönen bir geyiği aktardı. Kanat’ın bir arkadaşı da ödül adaylarından olduğu için koyu renk takımını çekmiş, ödül törenine gitmiş. Gelin görün ki bunun arkadaşının aday olduğu daldaki diğer adaylardan biri de Haluk Bilginer! Onun olduğu yerde başkasına ekmek çıkması zor zanaat, pardon zor sanat tabii. Nitekim ödül, Haluk Bilginer’e gitti.

Bilginer’in adaylığı da Yardımcı Erkek Oyuncu dalında. Ve bu arada kendileri Tanrı rolünde! Kanat bütün gece arkadaşının beynini "Adam yardımcı rolde Tanrı’yı oynuyor, başrol oynasa ne olacak sen düşün! Sana su bile yok o’lum!" şeklinde yemiş háliyle...

Eh, biz de kalkıp bu adamdan polemikte sufle vermek de ne, avukatlık yapmasını bekliyoruz. Böyle dostu olanın düşmana ihtiyacı olmaz be! Berna Laçin ve Esra Akkaya ekürisine üçüncü tekerlek babında yancı yazılmayı planlıyorum. Break break break; arkadaş arıyorum...

Eurovision için Hasan Mutlucan sınırda nöbete dursun bari

Senenin o malum dönemi geldi. Evet efendim; milli kompleksimiz Eurovision’un geleneksel "Hadi bi’ kaşık suda fırtına koparalım" şenlikleri başlamış, polemik, serzeniş, ağlak sezonu açılmış bulunuyor.

Yok gidecek şarkıyı ve kişiyi halk mı seçsin, kurum mu atasın...

Yok adı Süperstar olan bir Türkçe şarkıyla Eurovision’a gitmek caiz midir değil midir...

Yok Sibel Tüzün, Kıbrıs Rum Kesimi’nin televizyon kanalı CyBC’ye çıktı diye vatan haini ilan edilsin mi edilmesin mi...

Yok Sibel Tüzün’ün daveti üzerine Türkiye’ye iade-i ziyarette bulunan Kıbrıs Rum Kesimi’ni temsil edecek şarkıcı Annette Artani, TRT’ye çıkarsa memleket başımıza yıkılır mı yıkılmaz mı...

Tarihin gördüğü en dandik şarkıları tokuşturmak için düzenleniyor izlenimi veren, müsamere tadında bir hadise ki, doğduğumdan beri milli bir meseledir.

Hayır, birinci, dördüncü filan da olduk; gazımız biraz olsun alınmıştır diye umut ediyordum ama nerdeee...

EUROVISION SİYASET DEĞİL MÜZİK ALANIYMIŞ

Tamam, biz de biliyoruz, suya "bu" diyen çocuk da biliyor konunun iyi şarkıyla kötü şarkıyla alákası olmadığını... Tamam, her bir halt politiktir.

Eee? Hasan Mutlucan, sınırda nöbete dursun bari, Kıbrıs Rum Kesimi’nin tukaka şarkıcısı topraklarımıza ayak basamasın diye...

2004’te İstanbul’da düzenlenen yarışmada da Kıbrıs Rum Kesimi’ni temsil eden Lisa Andieas’ın nasıl anons edileceği kriz yaratmıştı malumunuz... Resmi söyleminde Güney Kıbrıs Rum Kesimi ifadesini kullanan Rumlar, Türkiye’den anonsu "Kıbrıs Cumhuriyeti" diye yapmasını istemiş, mesele anonsun "Kıbrıs" şeklinde yapılmasıyla çözülmüştü şükür; savaş mavaş çıkmadan...

Milliyet’ten Utku Çakırözer, Annette Artani ile röportaj yapmış. Naif bir insan olduğunu tahmin ettiğimiz Artani, garibim; "Eurovision siyaset değil, müzik alanı" diyor.

Bu, siyasetçilerin "Veremeyecek hiçbir hesabım yok" söylemi kadar eski ve tatlı bir yalanıdır tarihin; elbette kimseler yemiyor...

Geçenlerde NTVMSNB-C’de yayınlanan, Journal of Artificial Societies and Social Simulation dergisinden derlenen bir haber, Eurovision sonuçlarının "tartışılır" olduğunun bilimsel olarak kanıtlandığını duyuruyordu:

Glasgowlu bilgisayar programcısı Derek Gatherer, bilgisayar simülasyonu ile Eurovision sonuçlarını incelemiş ve komplo teorisi olasılıklarını sınamış; 1975-2005 yılları arasındaki sonuçlar çerçevesinde "Ülkelerin karşılıklı önyargıları olmasaydı sonuçlar farklı olur muydu?" sorusunun yanıtını aramış.

Varılan netice: Sürpriz değil, komplo teorileri sonuçlarla örtüşmüş tabii.. Örneğin Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti, Baltık, Benelüks ve Balkan ülkeleri arasında mükemmel bir "dost dayanışması" olduğu, 70’lerden beri güçlü bir İskandinav lobisinin varlığı doğrulanmış. İskandinav lobisinin karşısında, 90’larda Doğu Bloku’nun çökmesiyle Eurovision’a dahil olan Balkan ülkelerinin bloku duruyormuş. Ancak İskandinavlara yeni bağımsızlık kazanan Baltık ülkeleri de dahil oluyormuş.

Gatherer’in simülasyonu, bu yıl kimin kazanacağını da belirlemiş. Matematiksel tahminlere göre, Bosna-Hersek’in birinci olması bekleniyor. Büyük ihtimalle nafile yırtınılıyor yanisi.

KİBARİYESİZ TRT Mİ TRT’SİZ KİBARİYE Mİ

Bu yazı cuma günü yazıldığı için Artani’nin neler dediğini filan bilmiyoruz -ki muhtemelen yine dostluk mesajı filan vermiştir; ne diyecek?- ama cumartesi gecesi Televizyon Makinası’na konuk olması söz konusuydu; çıkmıştır herhálde.

Bugün bu yazıyı okuyorsanız, Kıbrıs Rum Kesimi’nden bir şarkıcı bir ulusal kanala (Kanal D) çıktığı halde dünya başımıza henüz yıkılmamış demektir. İlginç değil mi? Bakın şu Allah’ın işine... Hadi geçmiş olsun...

Seneye misler gibi, olağanüstü kabiliyetli bir yorumcumuz olan Kibariye, yerli mi yerli temsilcimiz olarak Eurovision’a gitsin mi? Hadi tartışmaya başlayalım, seneye kadar anca çözeriz. Ha, ama pardon ya, o da TRT’ye çıkamıyordu di mi? Hay bin kunduz!

Peki Kibariye’siz bir TRT mi daha eksiktir, TRT’siz bir Kibariye mi dersiniz? Eurovision kakofonisi geçince, bunu da bir tartışalım isterseniz...
Yazının Devamını Oku

Teoman, beraber olduğu kadınlardan anneanne muamelesi beklerse, daha çok ayrılık şarkısı yazar!

29 Nisan 2006
Aksini iddia edenler olacaktır, zira nedense gıcık olanı boldur ama şahsen müzik camiasında Teoman kadar "sahici" pek az insan olduğunu düşünürüm. Okuduğu kitaplardan álemlerde akışına kokuşuna, canı sıkılan bir adam oluşundan o can sıkıntısıyla hálleşme, oyalanma yöntemlerine, çizgi roman merakından kadın merakına, eski dostlarına vefasından şöhret belásını sırtında eski bir deri ceket gibi taşıyışına kadar ne varsa, haklı, hakikatli ve şık bulurum.

Bir müziksever olarak, sadece yaptığı şarkılardan dolayı değil, aynı zamanda bir gazeteci olarak, işimiz gereği iki lafı bir araya getirmekten aciz şöhret aday adaycıklarının röportaj niyetine verdiği sürü sepet zırva beyanat okuduğumuzdan, için için bir minnet duygusu da beslerim Teoman’a.

Ün kazandığı ilk günden bugüne yüzlerce röportaj vermiştir; içlerinden birini bile okurken pöflediğimi hatırlamıyorum. Sadece okumuş çocuk olduğundan değil, içgörü sahibi bir insan da olduğundan, saçmaladığı zamanlarda bile anlamlı saçmalar zira. (Oksimoronsa oksimoron; öyle ama n’apayım...) Ve samimi bir sahtekárdır; yaparsa, yaptığında, sehtekárlık yaptığını samimiyetle itiraf eder. Velhasıl, nice içten pazarlıklı riyakárdan daha haysiyetli bir adamdır.

Ayrıca: Çok çok iyi bir şarkı yazarıdır ve düet-sevmez birisi olduğum hálde, nahan da buraya yazıyorum; memlekette şu düet işini de en iyi kıvıran birkaç isimden biridir.

TÜRK KADINI İSVEÇLİ ERKEK SEVMEZ Kİ...

Renkli Rüyalar Oteli’nden klip çekilen ikinci şarkı, bendenizinse albümdeki şahsi favorisi olan Aşk Kırıntıları’nı ilk dinlediğimde, yine, sırf şarkı çok güzel olduğu için değil, aynı zamanda düetin sözlerinin "konuşlandırılmasından" dolayı "Helál olsun, arkadaş yine yapmış yapacağını" dedim.

Bildiğiniz üzre; ekseri, birtakım haltlar yedikten sonra nedamet getiren erkekler ve ona son pişmanlığın fayda etmediğini söyleyen, lolo çekmeyi reddeden kadınlar vardır Teoman’ın düetlerinde. E yani; şimdi gel de bu şarkıları sevme...

Aktüel’de yayınlanan röportajı sayesinde bir kez daha anladık ki Teoman’ın bu konuda engin bir tecrübesi var. Vaktiyle çok şımartılmış bir çocuk olmanın kefaretini ödüyor bir anlamda:

Çocukken anneniz üzerinize deli gibi düşermiş. Bu kadınlarla ilişkinizi etkiledi mi?

- Anneannem de üstüme çok düşerdi. Sanki kont olacakmışım gibi yetiştirdiler beni (Gülüyor(muş)). Her şey bana odaklıydı. Ne zaman yemek yeneceğinden, neyi nasıl yapmamız gerektiğine kadar her şeye ben karar verirdim. Bana dünyada tek olduğum düşüncesini aşıladılar. Kadınların önünde sonunda bu tip erkeklerden hoşlandığını düşünüyorum. Bence kadınlar büyük oranda eşitlikçi bir ilişki istemiyor. Türk kadınlarının öyle İsveç’ten ışınlanmış bir erkek modelini çok fazla çekici bulduğunu sanmıyorum.

Kadınlarla en büyük sorununuz nedir?

- Çocukken "Neden?" diye sorulunca "Çünkü canım istiyor" derdim. Bana bu soruya cevap vermem gerektiği öğretilmedi. "Canım istiyor" ya da "İstemiyor" bir cevaptı ve bugün ilişkilerimde bunu anlatamıyorum (Gülüyor(muş)).

Teoman, yine aynı röportajda, kendisinden yine Şebnem Ferah’la bir düet yapmasını bekleyenlere cevaben şöyle diyor: "Düetin çok önemli bir avantajını fark ettim. Şarkının çift sesli olması, aynı konu hakkında iki düşünceyi birden verebilmenizi sağlıyor. Yani bir kadın olsun, bu sayede parça daha da yükselsin diye yapmıyorum bu işi. Aşk Kırıntıları’nda aklıma yine önce Şebo geldi ama kabak tadı vermeyelim dedim (Yine gülüyor(muş))."

Ben Allah da Teoman’ı güldürsün diyorum, başka bir şey demiyorum. Hál bu hálken, yani beraber olduğun kadınlardan sana anneannenin láyık gördüğü kont muamelesini çekmesini beklerken, gani gani ayrılık şarkısı yazmak da mümkün olabiliyordur tabii...

Teoman ve Sarah Nile Cameron’ın seslendirdiği, Aşk Kırıntıları da nitekim, bir ayrılık şarkısı... Daha önce Teoman’ın İstanbul’da Sonbahar (O da ne şarkıdır be...) şarkısının klibini de çekmiş ve ödül almış olan Cemil Ağacıklıoğlu’nun yönetiminde, Hadımköy’deki bir köpek çiftliğinin bahçesinde çekilen klipte kadınla erkeği, aynı kadrajda bile görmüyoruz.

KIRINTILARA İTİBAR ETMEYEN KADINLAR

Teoman; "Yürürüm ipte, ağım yokken hem de / Kopkoyu içim / İnan çok çalıştım bu kalpsiz dünyayı sevebilmek için / Neyim var ki senden başka? / Hadi son bir kez yokla ceplerini / Aşk kırıntıları kalmış olmalı biraz diyor..."

Bunun üzerine Sarah’dan darbeli bir cevap geliyor: "Aşk kırıntılarıyla doymaktansa / Tek başıma aç kalırım bu hayatta / Paylaşacak bir şey artık yoksa / Bir erkekle bir kadın arasında..."

Önümüzdeki günlerde, Aşk Kırıntıları’nın remiksini, Teoman’ın çektiği ayrı bir kliple izlemeye başlayacağız. Geçtiğimiz şubat, Kilyos’ta karlı bir günde çekilmiş Sarah Nile Cameron görüntüleri ve Teoman’ın kendisini evinin balkonunda görüntülediği yeni bir klip...

Yine kadınla erkeği aynı kadrajda görmeyeceğiz muhtemelen. Kırıntılara itibar etmeyen "Çünkü canım öyle istiyor"u cevap olarak kabul etmeyen kadınlar háliyle o topa ve o kadraja girmiyor. E, bittecrübe sabit olduğundan olsa gerek, Teoman gayet iyi biliyor.
Yazının Devamını Oku

Pinhani

28 Nisan 2006
Gnctrkcll’in birinci yıldönümü için, BKM’nin organizasyon desteğiyle memleketi şereflendiren De La Guarda’yla ilgili muhtemelen bin ayrı yazardan binbir şey okuyacaksınız; dolayısıyla ben "Hakikaten de dedikleri gibi anlatılmaz yaşanır bir şey; yemeyin içmeyin, gidin ve izleyin" diyor, mevzudan sessizce ikiliyorum. Hazır ayaktayken, naçizane, bir tavsiyede daha bulunayım diyorum.

Söylemesi ayıp değil- kankaların kankası, álemin bir numaralı manyağı Ayça (Şen) hanımefendi, üzerinize afiyet, bu aralar aşık.

Kendine kıtır manita yaptı. (Bizim dönemin Aysel Gürel politikası kurdelesini kesmiş olmasından dolayı, ayrı bir tebriği de hakkediyor yani.)

Kendisi paylaşımcı bir ruh olduğu için, şimdi o aşık ya, bendenize de bir sevgili bulmayı kafaya takmış bulunuyor. Hayır, işin acayip tarafı şu ki, Ayça jeneratör gibi bir tip olduğundan insan gayrı ihtiyari etkileniyor.

Öyle manik ki benim gibi denizanası kılıklı bir depresif ruhun bile üzerindeki tozu bir üfürükte yok etmeye muktedir.

"Geçmiş bizden kardeşim, ben üşenirim" diyorsun, kapıdan kovuyorsun, güneşten kopmuş bir ışık huzmesi gibi, bacadan giriyor.

Geçenlerde reçete yazan doktor edasıyla odaya girdi; elime Pinhani’nin "İnandığım Masallar" albümünü tutuşturdu.

"Bak" dedi; "bu iyi geliyor. Bir süre dinle; sonra tekrar konuşalım."

Albümü bilgisayara yerleştirdim. İstanbul’da isimli şarkı dönmeye başladı. Sözlere buyrun:

"Yol kenarında oynayan çocuklar gibi / Topum kaçtı bugün yola / Evin önünde sulanmayan çiçekler gibi / Başım düştü saksıma / Kaçamayıp da saklanan kedicikler gibi / Sığındım senin sıcaklığına / Sevemiyorsan İstanbul’u benim gibi / Kaçalım yine bozkırlara / Yere düşünce kırılmayan bir oyuncak gibi / Alıştım ben yuvarlanmaya / İstanbul’da kimim var? Kimin için bu toz duman? / İstanbul’da neyim var? / Ne kaldı ki kalabalıktan?"

İlk şarkıyı dinler dinlemez Ayça’nın yanında bittim. "Sen beni psikopata bağlamak mı istiyorsun abi? Hıyanettir bunun adı. Seni bilemeyeceğim ama ben bu albümü dinleyip aşık filan olmam, hastanelik olurum."

"Susss, dinle" dedi ve sessiz bir eylem koyarcasına, kendisi de aynı albümü dinliyor olduğu hálde, aletin sesini biraz daha açtı.

Üçüncü şarkı, Hele Bi’ Gel bittiğinde artık zavallı bir müptelaydım.

"İçinden geleni söyle / Kalırsa yazık olur / Hayata küsüverirsin / Hüzünler seni bulur / Bi’şeyler yapabilirsem / Güzel gözlerin için / Başından geçeni anlat / Masaldır benim için / Hele bi’ gel / Uzaklar sana gelir / Sen hele bi’ gel / Bütün dertler bitiverir / Hep seni bulur / Uzun, zor, sıkıcı günler / Yazık olur / Hadi gel kurtar bizi..."

Sinan Kaynakçı’nın söz-müziklerini yazıp söylediği şarkıların icrasında Zeynep Eylül Üçer, Tanju Duru, Akın Eldes ve Cem Aksel’in imzası da var.

Hakikaten çok güzel; çok çok güzel; hararetle tavsiye edilir.

Ha, tabii durduk yerde bünyeye aşk hormonu pompalamıyor tabii.

Zaten bir deliyle uğraşıyoruz, siz de söyletmeyin şimdi.

Ama maksat ruhu sağaltmaksa, müzik de aşk yerine geçer bir nev’i...
Yazının Devamını Oku

Kimseye etmem şikáyet; oturup ağlamam da hálime

27 Nisan 2006
Genelde okur mektuplarına bu köşede yer vermiyorum fakat geçtiğimiz pazar 23 Nisan vesilesiyle bizim Kara Muço’ya hitaben yazdığım yazı üzerine gelen e-postalardan özellikle biri, ruhumu sağalttı, yüreğime su serpti, omurgamı doğrulttu, yüzümü güldürdü. Kendisinden aldım, sizin de müsaadenizle bir kısmını paylaşayım istedim. İstedim ki Deniz biraderimizden feyz alalım, sadece şikáyet etmekle yetinmeyelim, herkes elinden geleni yapsın. Yapacağız, yapmalıyız; zira belli ki ideoloji tokuşturacak diye, sırf imam hatipli olduğu için Çocuk Bayramı’nda TBMM’nin kürsüsüne, 21 yaşında kazık kadar adam çıkartan pek tırnak içinde "muhterem"lerden bir hayır geleceği yok.

****

"Adım Deniz Eren. 24 yaşındayım. Başkent Üniversitesi Uluslararası Ticaret Bölümü’nde okuyorum. 23 Nisan’la ilgili yazını okudum. Senin sayfana gelmeden önce, bir evvelki sayfadaki ’Atatürk: Senin çocukların olmaktan gurur duyuyoruz!’ reklamını içim kabararak okuduktan sonra; okuyamayan, fırsat eşitliği verilmeyen kız çocukları ile ilgili yazını okuyunca, sisteme mi lánet okusam, kendime mi bilemedim. Açıkçası, bir önceki sayfaya geri dönmeye utandım kendi adıma. O’nun yüzüne nasıl bakarım?!

Verdiğin öğütlerin her birine yürekten katılıyorum. Bu ülkede ’nedense’ kız çocukları uzaylı muamelesi görüyor.

Şikáyetçi değilim aslına bakarsan. Çünkü şikáyet etmekle bir yere varamayacağımı geç de olsa anladım. Siyaset Meydanı programını bilirsin. Sabahlara kadar tartışılır, en verimli fikir bulunmaya çalışılır, vs. vs...

Programın yarısından fazlası sistemi eleştirmekle geçer... Program çıkışı ise ne yazık ki stüdyodakilerin çoğu normal yaşantılarına geri dönerler. Bu yüzden artık eleştirmek, şikáyet etmek, vs...

Yorucu geliyor...

Bunun yerine son 6 aydır Türkiye Eğitim Gönüllüleri Derneği’nde (TEGV) gönüllü bilgisayar dersi vermeye başladım. (Profesyonel olarak web tasarımı ve grafikerlik yapıyorum.)

Öğrencilerimin ne yazık ki hepsi kız. Neden mi? Evdeki erkek çocuğuna bilgisayar tahsis eden baba, kızlarına o bilgisayara ’sadece tozunu alırken’ dokunma izni vermiş de ondan!

Ya da ’Nasıl olsa kız çocuğu; birkaç yıl sonra kocaya gidecek zaten. Neyine onun bilgisayar?’ mantığının kurbanı olmuşlar.

Bilgisayar donanımı için bir bilgisayar kasasını açtığım derste, o nazik parmakları donanımın üzerinde dans ediyor her birinin. Gözleri ışıl ışıl. O kadar teşvik ediyorlar ki beni, dersi bitirmemeliyim diye savaş veriyorum bazen aileleriyle. Bırakın yarım saat daha kalsınlar burada. Yarım saatte ailelerinin tahmin edemeyecekleri kadar çok şey öğreniyorlar çünkü!

Birkaç tanesi, kendine olan güvenini çoktan kaybetmiş... Bilgisayar ile ilgili bölümde okuyup da ’Deniz Abi, beni üniversiteye göndermezler ki zaten. Sen yine de öğret ama zaten gitmeyeceğim’ diyeni bile var. Öyle bir yer etmiş ki zihninde... Hani Boğaziçi’ni kazansa gitmekle gitmemek arasında kalacak sanki.

Halbuki o kadar yetenekli çocukların olduğunu düşünmemiştim hiç... Hep milyonda bir çıkan dahiler vardı kafamda. Halbuki her biri dahi!

Tanrım! Çıldırmak işten değil! Ve acı haber: Ne yazık ki ufacık bir yerdeyiz. Ve ne yazık ki çok az aktif gönüllü var. Ve ne yazık ki özel okulda okuduğum için belki de; arkadaşlarımdan ’Ne yapıcan oğlum orayı? İşin gücün yok mu senin?’ cümlelerini duyuyorum.

Azınlıkta kaldık. Buna bir çözüm bulunmalı! Tek şikáyetim bu olsun bari..."
Yazının Devamını Oku

Özgürlük hayat kadar basittir

23 Nisan 2006
Kara Muço’m; Eh artık, pigme teyzesinin boyuna erişmesine ramak kalmış bir leylek 11 buçukluk olduğun için muhtemelen 23 Nisan’da sana hitaben bir yazı yazılıyor olmasından gıcık kapacaksın.

N’apalım... Sınıf arkadaşlarınla birlikte 19 Mayıs’ta ponpon sallayacağın ve memleketin ileri gelen bıyıklı-göbekli adamlarının sizin dönemin törende giyeceği etek boylarını tartışacağı güne kadar, durumun budur: Busun... Çocuksun... Ve kız çocuğusun...

Şimdi, değil mi ki seninle her şeyi konuşuyoruz; çocukken ne derece sıkıldığımı itiraf ettiğim insanlardan birisin... Bunun üzerine, en başta hukukumuza ayıptır, kalkıp da standart yetişkin ikiyüzlülüğüyle; "Çocukluk, hiper şahane bir dönemidir hayatın, traylaylom" edebiyatına yazılmayacağım...

Fakat şanslı, çok şanslı olduğunu bil. Çocukluğunun tadını çıkartabildiğin için şükretmeyi de ihmal etme.

Zira yaşadığın ülkenin birçok bölgesinde, senin yaşındaki hemcinslerin yetişkin yerine konuluyor ki, bunun sevinilecek en ufak bir tarafı yok. Sen yaşlarda sayısız hemcinsin, aileleri tarafından babaları yaşlarında adamlara, çok zaman da akrabalarına, bir öküz parasına, karı niyetine satılıyor. Birkaç yıl içinde anne oluyor. Ve hayatının geri kalanını susmakla, hamile kalmakla; karnında sıpa, sırtında sopa saymakla geçiriyor.

Bunlar bir çocuk bayramında bahsi açılacak şeyler olmayabilir ama tecavüze uğrayanları da var; üstelik tecavüze uğradıkları zaman ya mütecavizleriyle evlendirilmek suretiyle "kurtarılıyorlar"; ya da babaları, ağabeyleri tarafından öldürülüyorlar.

500 BİN KIZ EĞİTİMSİZ BİRÇOĞU YOK SAYILIYOR

Geçtiğimiz cumanın haberidir: Eğitim-Sen yöneticileri, Şanlıurfa’da hasat mevsimi yaklaştığı için aile ekonomisine katkıda bulunabilsinler diye okuluna ara verip tarlalara çalışmaya gidecek 40 bin çocukla ilgili Milli Eğitim Müdürlüğü yetkililerini uyardılar.

Sen yaşlarda 500 bin kız çocuğu eğitim alamıyor bu ülkede. Bu sayının kesinliği de tartışılır. Çünkü, pek çok aile, kız çocuklarını çocuktan saymadığı ve nüfus cüzdanı çıkarmadığı için binlerce kız çocuğunun varlığı bu ülkede YOK sayılıyor.

Bu dünya, kadınlar için yeterince zor; bu ülkede kadın olmaksa, çeken bilir tadında bir meseledir. Ailenden aldığın ya da akademik eğitimin, sosyal statün, bireysel becerilerin ne olursa olsun; bir gün gelecek ve maçolar maçosu toplumun hayatı burnundan fitil fitil getirmek için nasıl da elinden geleni ardına koymadığını fark edeceksin.

Ben senin yaşındayken televizyon reklamlarında "Maaaciiit, beni otomobillendirsene!" reklamları vardı; kocasını haşna fişnayla kendisine otomobil alsın diye ayartmaya çalışan Türk kadını modelinin çizildiği... 34 yaşındayım, televizyonda hálá; "Kociş beni Yataş’a götür!" reklamları... Nedense, reklamın sonunda "karıların" bir taksiye doluşup; "Amaaan, kendimiz de gideriz ayol!" filan demesiyle avunamıyorum. Sıkıcı bir muhabbet olabilir minikom ama bu konuda hiç tahammülüm yok. Benim tahammülümü bir yana koy; bu ülkenin böylesi vıcıklıkları tolere edebilmek gibi bir lüksü yok.

KOCAN İSTEDİ DİYE TAKIMINI DEĞİŞTİRME

Okumalısın. Diplomanı istersen duvara as ve bambaşka bir işle iştigál et ama evinde oturmamalısın. Ekonomik özgürlüğünü edinmelisin. Kendine sevdayla yapabileceğin bir meslek dalı seçmeli, istersen Karun’un mahdumuyla evlen ya da birlikte ol, kendi paranı kazanmalı ve her insanın en büyük onur savaşıdır; ne iş yaparsan yap, işini iyi yapmalısın.

Basit şeylerdir deyip kendini bir "ayrıntı" gibi es geçmemelisin. Meselá sırf kocan öyle istedi diye tuttuğun takımı değiştirmemelisin.

Hayatın seni, eteğinin ya da saçının boyuyla ya da başına bağladığın sembolik çaputla tanımlamasına müsaade etmemelisin.

Bunlar hayattır; basit şeyler değildir, çünkü hayat zaten basit şeylerden ibarettir bebeğim.

Seçme ve seçilme iradesinde, boğazına sokacak lokma ve barınma konusunda özgür olabilmektir. Özgürlük, hiiiç basit bir şey değildir; ya da şöyle söyleyeyim: Düşünebilme, kendi fikriyatını savunabilme hakkı kadar, hayat kadar basittir. Yoksa, o hayat hayat değildir: Basit.

23 Nisan’da koltuğuna oturttuğu çocuğa değer veriyormuş gibi yapan koca adamların, o değeri de o makam koltuğu kadar "mahsusçuktan" verdiğini gördüğünde, öfkelenmelisin. Öfkelendiğinde, o öfkeyi kör bir hezeyan olarak yaşamaktansa, daha iyi bir hayat için çalışmak yolunda hırs şeklinde değerlendirmelisin. Çok çalışman lazım teyzecim çoook... Çalışmalısın...

23 Nisan’larda tören icap ediyor diye şen olmayı da koyver gitsin. Sen, insan gibi yaşamayı becerip, o yüzden mutlu olmalısın: 22’sinde de, 24’ünde de... Her ayın, her senenin...

"Amaaan yine mi ödev?" mi diyorsun? Sıktıysam canını, affet. Sen yüce gönüllüsündür; affedersin.
Yazının Devamını Oku

Malulen aşk emeklisi F.D. işi deliliğe vurdu

22 Nisan 2006
Feridun Düzağaç’ı, kısaca F.D.’yi nasıl bilirsiniz? Depresif, incinik, malulen aşk emeklisi... Deli??? Şu álemde Feridun Düzağaç kadar, ruhsal gel-git’lerini, dönemine göre değişen haletiruhiyesini alenen ortaya koyan bir şarkıcı daha bulmak, zordur.

Beni Rahatta Dinleyin, Köprüden Önce Son Çıkış, Tüm Hakları Yalnızlığıma Aittir derken, Orjinal Altyazılı’dan iki buçuk sene sonra, şimdi de beşinci stüdyo albümü Bir Devam Filmi / Siyah Beyaz Türkçe Dublaj ile huzurlarımızda kendileri...

Adam albüm yapmıyor, beyin tomografisi çektiriyor; lityum, endorfin, seratonin v.s. değerlerinin tahlillerini burnumuza dayıyor; dinleyiciyi terapist kanepesinde ağırlıyor... Kafiye meraklısı, balatayı hafif sıyırmış bir çıtırdak, hayatını senaryo niyetine yazmış, bir müzikal film serisi olarak önümüze koyuyor bir nev’i...

Hakkını teslim edelim isterim... Ahir zamanlarda pek az erkeğin; "Bugün orda da cumartesi mi? / Sen de beni benim kadar özledin mi? / Aynalardan kaçarken özlenmeyi beklemek / Ne kadar acı, ne kadar komik / ...Ve bana ait, değil mi? / Gülme! İncinirim" sözlerindeki "Gülme, İNCİNİRİM!" gibisinden, hani neredeyse kikirik bir kırılganlığı, karşısındakini istihzaya sürüklemeden, omurgasını dik tutarak ifade edebileceğini de kabul ederiz herhálde?

ZAVALLI PLAZA KÖLELERİ

Başkası dillendirse; "Hadi be mıymıntı herif; git ötede bayıl" dedirtecek pek çok söz, F.D.’nin ağzından çıkınca, ne hikmetse, kulağa anlamlı gelebiliyor.

Feridun Düzağaç, Orjinal Altyazılı albümüyle elde ettiği başarının da etkisi olsa gerek, Pasaj Müzik’ten çıkan "Bir Devam Filmi / Siyah Beyaz Türkçe Dublaj"da, biraz daha agresif, tabiri caizse efelenen bir dil tutturmuş...

"Ben emekli Kerem’im / Aslı’m dijital olmuş / Gizlice buluştuğumuz yer katlı otopark olmuş" sözleriyle Emekli Kerem şarkısının da bulunduğu son albümde, bu dijital aşk muhabbetinden fena sıkılmış olacak ki...

Deliye vurmuş, deliliğe vurmuş...

Bu aralar müzik kanallarında dönen, albümün çıkış şarkısı Deli’nin Mahir Akyol’un 16 mm. filme, İstanbul’un çeşitli mekánlarında, iki günde çektiği klibinde, biz plaza kölelerinin ahvalinden dem vuruluyor.

Pek yuppie (Hoş, yuppie’ler bile 80’lerde kaldı, şimdilerde kariyer kovalamaktan manyaklaşmış sinir hastalarına ne isim veriliyorsa, ondan işte) kılıklı bir Feridun Düzağaç görüyoruz, toplantı hálinde... Toplantıyı kesip kendini attığı işyerinin tuvaletinin aynasında tekinsiz bakışlarla suratını inceliyor. Ve:

"Bana kötü davranıp durma / Zaten iyi değilim / Beni anladığını da hiç sanmam / Kimbilir kaç taneyim / Ne seninle oluyor ne bensiz / Ne kendimle mutluyum ne sensiz / Aklımla çözemedim bu işi / Deliye vurdum, deliliğe vurdum kendimi..." sözlerini terennüm ede ede, kendini delilikle birlikte, dağlara bayırlara, çayıra çimene vuruyor...

Bir de Yeni Melek’te çekilen sahne performansı bölümü var şarkının sonunda ki F.D.’nin kendi orkestrasıyla şarkısını söylediği bölümde, şarkı iyiden iyiye hareketleniyor. Düzağaç, seyirci kitlesine; "Anlayan el sallasın bana merhaba der gibi / Beden gitmeye teşne, hayat kal der gibi" sözleriyle sesleniyor.

BU YAZ ZOR GEÇECEK

Şimdi tabii, baharın ortasını idrak ettiğimiz, ortalığın erguvan rengine büründüğü, havanın şerbet gibi latif mi latif olduğu bir dönemde, sabahın köründen akşamın keline kadar, havalandırmalı, floresanlı, kablodan yana tabiri caizse hormonlu medya binalarına tıkılıp kalmış bu zavallı kulunuzun, bu şarkıya kayıtsız kalması mümkün değil...

Üstelik mümkünse mart ayında kendini denize atan, oysa bu yaz tatil matil yapamayacağı için içinin yangınını havuz ya da şansı yaver giderse günübirlik deniz turlarıyla söndürmeye çalışacak olan bendeniz de "Acıyan el sallasın ya da mesaj atsın" filan şeklinde bağırarak şarkı söylemek istiyorum.

Geçen gün Ayça’yla, baharın bu dönemlerinde insanlara, kadınların muayyen günlerine benzer bir muamele hakkı tanınması gerektiğini tartışıyorduk.

Ömer’le de aynı şeyi konuştuk. Hani, ruhsal durumumun bülteni hayatım boyunca hava durumu bülteniyle atbaşı gitmiştir ama insan yaşlandıkça, doğanın ritminden daha da çok mu etkileniyor ne?

Yani, insan yüreği gençlikte daha bir aportta olmaz mı yahu? Eskiden buluttan nem kapardım, şimdi maşallah kuru havadan da kapmayı becerebiliyorum.

Kendimi bilgisayar masasının koltuğuna kelepçeyle bağlama, hatta onunla klavye kullanmak mümkün olsa, deli gömleği giyme ihtiyacı duyuyorum.

Acil önlem babında, birkaç arkadaşla para birleştirip, Adalar’dan birinde haftasonları kaçabileceğimiz bir ev mi tutsak diye düşünüyorum. Yoksa, ben de kendimi birazcık tanıyorsam; baharı, yazı, antidepresan kullanmadan çıkaramayabilirim. Bünyeyi zorlamamak lazım; bunu bilir bunu söylerim. Siz neye niyet ederseniz edin, bünyeden, o neye müsaade ediyorsa ancak o çıkıyor mirim...

Bakınız, Feridun Düzağaç da son albümüyle ilgili ne diyor: "Orjinal Altyazılı’yı takip eden ilk günlerden itibaren inanarak söylediğim bir heyecanım vardı. Bugüne kadar Feridun Düzağaç denince akla gelen ilk algının kontrastında bir şeyler yapabilmek, eğer iltifatlarda gerçek payı var idiyse ve iyi bir şarkı sözü yazarı isem daha az laf ederek daha çok ahkám kesebilmek, sadece kendi hikáyelerimden, kendi buruğumun kıyısında bir şeyler yazmak yanında, kurgu ve sanal şeyler yapabilmek... Peki aradan geçen ikibuçuk yılda hayat buna ne kadar izin verdi; hemen hemen hiç... İçerik, konu başlıkları, üslûp gibi temel noktalardan bakıldığında Orjinal Altyazılı’nın devamı gibi algılanabilecek bir albüm; adı da bu yüzden Bir Devam Filmi... Neden Türkçe Dublaj? Çünkü bugüne kadar hep gördüğümü, yaşadığımı sandığım ama gerçeğini yaşadıkça farkına vardığım bir dolu duygunun, yabancısı olduğum birçok acının, gerçekten aşkın, gerçekten yalnızlığın, gerçekten pişmanlığın şarkıları olduğu için, bir mutsuzluk budalası olarak yabancısı olduğum şeylere kendi dublajımı yaptığımı düşünüyorum."

Allah aşkına güldürmeyin bizi Sayın ve Sevgili F.D.! Kendini böyle cümlelerle ifade eden bir adamdan ne çıkacaktı yani? Gülşen’in Yurtta Aşk Cihanda Aşk’ı mı? Ne gerek var azizim; vurun deliye. Yüreğinize sağlık; herkes taşıyamaz ama vallahi size yakışıyor. Zorlamayın bünyeyi. Böylesi cümlemiz için çok daha iyi...
Yazının Devamını Oku

Milli Park

21 Nisan 2006
Şu son birkaç günde, MFÖ’nün AGU’sunun Milli Park ve Sarı Laleler’ini kaç kez dinledim bilmiyorum. Bütün albüm bir içim su ama bu ikisinden, bünyeden tuzlu su atmamı sağlayabilmeleri açısından özellikle medet umuyorum. Ağlama özürlü bir hödük olduğumu bilirsin. Bu ikisi, o anlamda ilaç gibi...

Mümkün olsa, bu haftayı toptan takvimden silerdim. Gözümü bir sabah, gecenin körüne dek dinmeyen korkunç bir baş ağrısına, diğer sabah, küçük çaplı bir yangına açtım. Evet, bildiğin yangın!

Meğer, taşındığım eve tadilat yaparken, ev sahibinin neyine olduğunu anlamadığım bir şekilde pek güvendiği, işini ayağıyla yapan "usta", toprak hatlı olması gereken çamaşır makinesi hattından tut, salondaki televizyonun fişine kadar her bir haltın yükünü, banyonun lambasını yakan düğmeye bağlamış.

Geri zekálı herif yüzünden, duvar yandı. Şalteri indirdim. Elektrikçi çağırıldı. Duvar kırıldı. Yıkıldı. Tekrar dikildi. O sırada evden çıkmış da olabilirdim ve apartman, içindeki insanlarla birlikte yanıp kavrulabilirdi. Var ya, işini önemsemeyen herkesi terörist ilan etmek istiyorum.

Havadan sudan ve mide bulandıran kimi haberler gözümün önünden akıp duruyor. Yok, Sanem Çelik ile Kudret Sabancı’nın ilişkisinin ortaya çıktığı Tarabya’daki Hayrola Çay Bahçesi’nde 5 papele piyasaya sürülen Çift Kaşarlı Aliye Tostu, müşterilerden büyük ilgi görüyormuş; yok efendim, artık gerçekten iç bayma konusunda kendini aşmış olan Scientology tarikatı müridi Tom Cruise, Katie Holmes’dan doğan bebeğinin plasentasını ve göbek bağını yiyormuş...

Havadan sudan olmayanları hiç sorma; onlar daha beter mide bulandırıyor; zehirli atıklardı, o atıkları oraya gömen elemanların karşısında hukukun çaresiz kalmasıydı; İran’ın nükleer babalanmalarıydı, bunu fırsat bilen Bush dingilinin hede hödöleriydi; bangır bas gelen ikinci bir Irak feláketiydi; bir zehirli atık nehri olmuş, damarlarımızda akıyor.

Oysa dışarıda patır patır bahar patlıyor. İyi şeyler düşünmek gayretindeyim. Yine de; Mazhar’ın, İsmet Özel’in dizelerinden derlediği şarkıda söylediği gibi bebeğim:

"Biliniyor şarkıların sırası bizde / Biliniyor hayat bizden razıdır / Otların sarardığı yerlerde güneş / Kurşunun değdiği yerde heves kalmıştır / Beni artık kimseler aramasın / Aşkın en tabanında yattığım anlaşılmasın / Şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim şu kitabın / Başından başlayabilirim de / Sonsuz gözyaşların / Gözyaşları gizlenir / İdare edilir durum / İstesek de istemesek de / Beraberiz yavrum / Korkunçtur yalnızlığımız / Bir oyun oynanır oyalanırız / Orman değiliz artık / Milli parkız..."
Yazının Devamını Oku

Haftanın lalesi

16 Nisan 2006
Diğer şehirlere kokusu ulaşmış mıdır bilemiyorum -ki kokmayan bir çiçektir malûmunuz- ama şu geçtiğimiz hafta (8-15 Nisan) İstanbul’da lale haftasını idrak ettik. Büyükşehir Belediyesi’nin ve Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın ince zevki eksik olmasın, bu aralar, kerli ferli başlığıyla: İstanbul Lalesiyle Buluşuyor!

Ben tabii art niyetli, huysuz bir hırt olduğum için...

Ha, bir de tabii altyapı çalışmalarına peyzaj şıklıkları kadar önem verilmemesinden dolayı canım Beyoğlu’nun mekánlarının iflasın eşiğinde olmasının, İstanbul’un en önemli "cadde"lerinden İstiklál Caddesi’nde, üstelik de Uluslararası Film Festivali’nin vuku bulduğu tarihlerde hálá krosa çıkmışçasına yürünebilmesinin, her Allah’ın günü trafikte cinnet eşiğine gelinmesinin de küçük tefek katkılarıyla... (Ki, şehrin ucubik yapılaşmasından dolayı bir tür karanlık bilimkurgu seti efekti yaratmasına değinmiyorum. Onu bir yana koyun... O bildiğimiz İstanbul... En az 5-10 hükümet boyu geriden sayın, ordan dikin...)

MİMARLIĞI ULUS KAVŞAĞI’NDAN BELLİ

2010 yılında Dünya Kültür Başkenti olması ihtimali bulunan İstanbul’un háline bakıp bakıp, nasıl olacak da olacak diye düşünüp düşünüp hicranlı gözyaşlarına gark oldukça; orasının burasının 1 milyon YTL’ye malolan 3 milyon adet lale soğanıyla donanmasına, içli köfte tadında hislenmeyi beceremedim.

Kendisi de bir mimar olan ve ne derece yetenekli bir mimar olduğunu bizzat çizmiş olduğu, yolu düşeni ülser kılan Ulus Kavşağı "proce"siyle kanıtlayan Kadir Topbaş, bizim dıngıllığımızdan olsa gerek, ne yapsa yaranamıyor, hep ama hep ve ah, maalesef, yanlış (!) anlaşılıyor zaten.

HER TERZİ İPEK KUMAŞ DİKEMEZ

Meselá Kartal ve Küçükçekmece için düzenlenen uluslararası proje yarışması için "yetersiz" oldukları gerekçesiyle altı yabancı mimara sipariş verip Türk mimarları davet etmeyince ve Türk mimarları kastederek "Her terzi ipek kumaş dikemez" deyince, uluslararası platformda takdir gören birçok mimarımızın da asabını bozmayı başardı.

Mimarlar, İstanbul Belediye Başkanlığı ile birlikte düzenledikleri "Mimar Sinan’ı Anma" etkinliğine, Topbaş’ı protesto etmek için katılmadılar.

Kadir Topbaş, Mimar Sinan’ın türbesine tek başına ziyarette bulundu ve çiçek bıraktı. (Ne desem boş; tam olarak bilemiyorum ama muhtemelen lale çelengi filan olsa gerek...)

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İlgi Yüce Aşkun, Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şube Başkanı Eyüp Muhçu, Prof. Dr. Hande Suher ve Behruz Çinici’nin de aralarında bulunduğu birçok mimar, Mimar Sinan’a saygılarını birkaç saat sonra düzenlenen ikinci bir törende, Topbaş’sız sundu.

Ki Behruz Çinici, Sinan Ödülü sahibi; mesleki anlamda farklı dönemleri, hatta farklı dönemlerdeki kişisel ilişkileri, pek çok farklı açıdan farklı şekillerde tartışılabilir ancak Türk mimarisindeki etkisi yadsınamaz bir mimardır. En azından mimari denen sanattan, Topbaş’tan daha iyi anladığı muhakkaktır. Ve epeydir başı, İstanbul Belediyesi’nin muhtelif yöneticilerinden yana ağrımaktadır. (O ki, bir yandan devlet erkánıyla yerine göre "fazla" iyi ilişkileriyle de tanınmaktadır...)

LALEYE DEĞİL DEVLET ADAMINA İHTİYACIMIZ VAR

Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’den, Şişli Meydanı düzenlemesi ile ilgili sipariş edilmiş ve fakat gerçekleşmemiş bir projeden dolayı yaklaşık 45 milyarlık bir haciz alacağı var meselá... Dosyası mahkeme kararıyla birlikte çekmecede duruyor. Fakat o borç tahsil edilebiliyor mu, edilemiyor...

Neyse... Kaptırıp böööyle gideriz gitmesine ya, Sarıgül bir yana, Topbaş’tan bahsediyorduk. Ve lalelerden...

Behruz Çinici, yarışmaya Türk mimarların alınmamasını faşizan ve sömürge zihniyeti olarak değerlendirdi ve "Bizim laleye değil, gerçek devlet adamına ihtiyacımız var" dedi.

Oysa ki günahını alıyorlar; zira Topbaş yine yanlış anlaşılmış. Esasında kendileri "Herkes her projeyi çizemez" demek istemiş.

Ki yemin etse başı da ağrımaz; senelerdir muhallebicilikle iştigál eden bir mimarın şehrin en yoğun trafiğiyle hoşbeşte olan bir semtine nereye kadar kavşak çizebildiğini de görmedik mi; gördük...

GECEKONDUCULARIN LALE FİKRİ TAKİBİ

Ne diyor Topbaş: "Bu şehirdeki çarpık yapılaşmanın yüzde 90’ında mimarların, mühendislerin imzası var. Her biri proje çizdi, hangisi takip etti? Saygın mimarlarımız var, hocalarımız var, eserleri var. Ama çok az, bir elin parmakları kadar maalesef."

Bu soruyu şöyle sormak da mümkün tabii: "Bu şehirdeki çarpık yapılaşmanın yüzde 90’ında, gecekonduları yıkacağız diye gef gef gerinirken, o gecekonduların dikilmesine müsaade edenin KENDİSİ olduğunu unutan ya/ya da unutturmaya çalışan YÖNETİCİLERİN imzası var. Bunların kimileri, belediyecilikten kalkıp Başbakan bile olmuşturlar. Her biri onu bunu yaptı, hangisi takip etti? Çok az bile demek zor, eeeh, parmak hesabından anlamayanlar, toplamından bir avuç parmak çıkarabilir belki?"

Fakat Topbaş’ı bu muhabbetten hariç tutalım rica ederim. Kendilerini lale meselesinde, fikr-i takip açısından takdirle izliyoruz. Bir koca ay boyunca yaşayacak olan lalelerin varlığını, bir koca hafta boyu kutladık ya, daha ne isteyelim?

Gelecek sene 8 milyon lalemiz olacakmış. Gözümüz aydın derim...
Yazının Devamını Oku