Paylaş
En ufak bir abartım varsa iki gözüm önüme aksın: Şairler parkı gibi bir müzisyenler parkı olsun, herkeslerden önce, MFÖ'nün en afillisinden bir heykeli dikilsin isterim.
Dibinde çiçekler bitsin, kuşlar üzerine tünesin ama pislemesin, Mazhar Alanson, Fuat Güner ve Özkan Uğur, o canım gülüm gülüm tebessümleriyle gülümsesin...
Bir zamanların Mazhar-Fuat-Özkan, şimdilerin eM-eF-Ö'sünün 10 yılın ardından çıkardığı, soyadlarının baş harflerinden oluşan ve Cem Yılmaz'ın önermesiyle "yeniden doğum"a göz kırpan son albüm AGU'yu, piyasaya çıktığı günden beri her gün en az bir kere dinliyorum. (Yok, yalan oldum, en az iki-üç kez demem gerekirdi.) Uzunca bir süre de böyle gideceğini biliyorum.
Zira AGU da her MFÖ albümü gibi, evladiyelik. Üremeyi düşünmüyorum ama MFÖ arşivimi torun hesabına, yeğenimin çocuklarına bırakmayı planlıyorum.
Onların da huşu içinde dinleyeceğinden adım gibi eminim.
Albüm ortama düştüğünden beri süregelen, olmazsa olmaz bir muhabbet: Sen en çok hangi şarkıyı seviyorsun?
MFÖ'nin niyeyse böyle bir durumu var. Sadece şarkıları değil, grubun elemanları da "Anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı" şeklinde, sevenleri tarafından kırışılıyor.
Grup, bundan birkaç hafta önce, N101'de, Ayça'nın (Şen) konuğuydu. Bu satırların yazarı (!) da o sırada olay yerindeydi. Ayça, yanılıp da üçlüye "Fuatçı" olduğunu söyledi.
Gerisi, Ayça'yı tanıdığım bin yıllık zaman zarfında şahit olduğum en komik hâllerinden biridir. Ensesi de dahil olmak üzere omzunun üzeri fuşyadan mora bir degradeye kesmiş; kendisini ağır sarakaya saran MFÖ'nün salvolarına direnmeye çalışmakla geçirdi.
Geçtiğimiz sene, biri ünlü bir gazeteci, diğeri ünlü bir müzisyen iki kankayla mahalle kahvesinde otururken, biz de kırışmıştık aramızda MFÖ'yü... Diğerlerinin kim olduğu ve kimi seçtiği bana kalsın, müsaadelerini almadan afişe etmek ayıp olur ama bendeniz Mazhar'ı kapmıştım hâliyle. Objektif davranmak gibi bir lüksüm yok.
Mazhar Alanson'un, onunla aynı gün doğmuş olmayı bile gurur vesilesi sayan bir fanıyız naçizane. Muhtelif seferler söylemişimdir, söylemekten de vazgeçmeyeceğim: Mazhar, bu ülkenin gelmiş geçmiş -kesinlikle üçüncü olmamak kaydıyla- en iyi üç güftekârından biridir.
AGU'nun çıkış şarkısı Sarı Laleler de nitekim, sözü ve müziğiyle bir Mazhar Alanson parçası. Etkili şarkı sözü yazmak böyle bir şey olsa gerek. Şarkının duyulduğu günler, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin İstanbul Lalesiyle Buluşuyor projesinin tarihiyle örtüşünce, şehrin her tarafını kaplayan lalelerin sarıları, halk tarafından, muhtemelen manitaya hediye edilmek üzere, yolunmaya başladı. Park ve Bahçeler Müdürü İhsan Şimşek; "Vatandaş sadece sarı laleleri koparıyor, üzgünüz" yollu açıklama bile yaptı!
Şarkının öyküsü malûm. Hollanda'da oldukları bir dönem, Mazhar Alanson ve Biricik Suden, papaz olmuşlar. Mazhar, bunun üzerine, hiç âdeti olmadığı hâlde, erkenden kalkıp çiçek pazarına gitmiş. Biricik Suden, sabah uyandığında odanın her tarafının sarı lalelerle olduğunu görmüş. Çıkan şarkılara bakınca, çiftin arasındaki romansın hiç bitmemesine, dış kapının harici mandalı bir müziksever olarak duacıyız.
Hollanda zaten laleler diyarı diye bilinir. Fakat şarkı, konunun içinden hiç İstanbul geçmemesine rağmen, her şehrin homojen, tek bir kokusu olsa, niyeyse bana İstanbul kokuyormuş gibi geliyor.
Şarkının radyolarda çalınmaya başladığı dönemde İstanbul'un lalesiyle buluşuyor olmasının, kimileri ballı zamanlama addetse de belediye yönetimine mesafeli yaklaşımımızdan dolayı, şahsen talihsiz bir tesadüf olduğunu düşünmüştüm.
Sarı Laleler gibi muhteşem, romantik bir şarkıyı dinlerken insanın bir beyninin bir yerinde Kadir Topbaş'ın çehresinin pop-up şeklinde belirmesi, en hafif tabirle nahoş bir durum zira.
Fakat olsun varsın, yeterince dinledikten sonra, o da geçiyor. Kaldı ki İstanbul'un lalelerinin bir yandan da klibe de faydası olmuşa benziyor.
Murat Küçük tarafından, film formatında, dış çekimlerde İstanbul'un Eminönü, Beşiktaş, Ortaköy, Kadıköy, Boğaz gibi farklı semtlerinde çekilmiş.
Gayet duru, insanın içini açan, yüzüne bir gülücük konduran sahneler. Bunun yanında MFÖ, yüzlerinde o bildiğimiz ihtihza ile, bir stüdyoda (TEM Stüdyoları) oturmuş, şarkıyı söylüyorlar.
Üç adam, yanyana, karşı karşıya bu kadar mı güzel görünür, birbirinin suratına bu kadar mı muhabbetle bakar...
Yok kavga ediyorlar, yok reklam yapıyorlar... Yok grup elemanları, şarkıları ayrı ayrı yapıp albümde bir araya getirdikleri için, bir bütünlük oluşturmayı beceremiyorlar... Geçiniz bunları azizim. Şaka mı yani?
Tabii ki kavga edecekler; 30 yıldır bir ömür dinlenesi o albümleri, o kavgalardan çıkarıyorlar. Kaldı ki ederler etmezler, bize mi soracaklar. (Reklam meselesine değinmeyi yekten reddediyorum. Ayıptır be.)
Kaldı ki -yine- bir albüm boyu aynı şarkıyı dinliyormuş hissi uyandıran işlerin yanında, AGU, tam da üç benzemezli bir denklemin sonucunun sinerjiye çıkması gibi bir şey.
Ya da saçmalıkta el artıracaksak, bu üç adamın toplamı, Pi gibi bir şeydir diyelim. 3,14 ve sair: Sabit.
MFÖ'nün hayattayken heykeli dikilmeli önerimi yineliyor, bunun için en uygun Milli Park hangisidir diye araştırmak üzere huzurdan ayrılıyorum.
Ve son olarak, bu kalplerinden daha beyaz sayfadan (!) kendilerine seslenmek istiyorum:
Pek Sayın eM-eF-Ö Beyler;
Hâlâ aynı yar sizsiniz; değişen zamana ayar sizsiniz, hâlâ aynı karar sizsiniz; sizde kış yok, dört mevsim bahar sizsiniz.
Ömrünüze bereket... Elbette: Hayat sizden razıdır. Yeter ki siz isteyiniz...
Paylaş