Dr. Gündüz Tezmen

Çocuklarınızı evdeki uyuşturuculardan koruyun (2)

12 Haziran 2002
<B>DÜNKÜ </B>yazımda hemen her evde bulunan, temizleme ürünleri, cilalar gibi maddelerin çocuklardaki zararlı etkilerini anlatmaya başlamıştım. Bu ürünlere kısa süreli maruz kalma, baş ağrısı, bulantı, kusma, denge bozukluğu, baş dönmesi, sarhoş gibi konuşma, karakter değişiklikleri ve hayal görmelere yol açabilir. Zamanla, bir konuya dikkat yoğunlaştıramama, kısa süreli hafıza kayıpları, işitme kaybı, kas krampları, kalıcı beyin hasarları ve hatta ölüm görülebilir.

Çocuğunuzda değişik, özellikle kimyasal madde gibi bir koku hissediyorsanız, gözleri kızarık ve sulanmışsa, dengesiz ya da uykulu gözüküyorsa, burnu akıntılı ya da kızarıksa, elinde yüzünde boya ya da yapıştırıcı izleri varsa, ağzında ya da çevresinde lekeler ya da yaralar oluşmuşsa, iştahı kaybolmuşsa, sinirli ve gergin olmuşsa bu tür bir maddeye maruz kaldığından şüphe etmelisiniz.

SOLUNUM DURABİLİR

Bazı çocuklar, arkadaşlarının etkisiyle merak ederek bu tür ürünleri kullanıyorlar. Yüksek miktarda maddeye maruz kalmak, oksijensizlik nedeniyle solunumu durdurarak ölüme neden olabildiği gibi, madde etkisine giren çocuğun paniğe kapılması da yüksek miktarda adrenalin salgılanması nedeniyle kalpte tehlikeli ritim bozukluklarıyla kalp durması nedeni olabiliyor.

Astım gibi solunum yolu sorunu olan çocuklarda hayati tehlike daha büyük.

TEK ÇARE EĞİTİM

Çocuğunuzu yetiştirirken, evdeki kazalara, trafiğe, cinsel tacize, alkolün ya da uyuşturucunun tehlikelerine karşı uyarıyorsunuz ama bu tür ürünler günlük hayatın içinde olduğu için uyarmak kimsenin aklına gelmiyor. Çocuklar çoğu zaman farkında olmadan bu tür maddelere karşı bağımlı oluyorlar. Bu tür ürünler konusunda çocuğu uyarmada en geçerli yol, bu tür maddelerin zehirli olduğunu çocuğunuza çok küçük yaşlardan itibaren anlatabilirsiniz. Bağımlılık, beyin hasarı gibi kavramları küçük çocuklar anlayamayabilir ama, zehir kavramı zaten çocuğa anlatıldığından, bu maddelerin tehlikesini belirtmek için uygun bir kelime olabilecektir.
Yazının Devamını Oku

Çocuklarınızı evdeki uyuşturuculardan koruyun

11 Haziran 2002
<B>EVDE </B>kullandığınız birçok ürünün çocuklarınız için uyuşturucu etkisi yaptığını biliyor musunuz? Örneğin oda spreyiniz, deodorantlarınız, saç spreyleriniz, tırnak cilanızı sildiğiniz ürün, fırın temizleyicinizi 10-15 saniye koklaması, 4 yaşındaki çocuğunuzu en azından birkaç dakika uyarır, koklamaya devam etmesi baş dönmesine yol açar, koklamayı sürdüren bazı çocuklarda ani ölümler görülebilir. Ani ölümler ilk seferde olabileceği gibi, aynı maddeye defalarca maruz kalmış bir çocukta belki de yüzüncü seferde görülebilir.

Söze çocuklar örneğiyle girdim ama, solunum yoluyla giren bu tür uyuşturuculara bağlı ani ölümler aslında her yaş için tehlikedir. Televizyonlarda ve yazılı basında ‘‘tinerci çocuklar’’ örneğiyle karşılaştığımız solunum yoluyla giren uyuşturucular sadece yazımızın başındaki ev ürünleri değil. Boya sanayiinde kullanılan ve genel olarak ‘‘tiner’’adı verilen eriticiler, mobilya cilaları, boya spreyleri, çocuğunuzun okul ödevinde kullandığı yapıştırıcılar, kokulu bazı ürünler de bunlar arasında yer alıyor.

Bu ürünlerdeki uçucu kimyasallar, solunum yoluyla ciğerlere, oradan genel dolaşım yoluyla beyne ulaşıyor. Amerikan Çocuk Hekimleri Akademisi uzmanlarının araştırmalarına göre, bu tür maddelere her maruz kalışta beyin etkileniyor ve bazı beyin hücreleri ölüyor. Etkilenme ve hücre ölümü, etkileyen kimyasal maddenin miktarıyla doğru orantılı. Bu maddelerin uzun süre kullanımı, kemik iliği ve karaciğerde de kalıcı hasarlara yola açabiliyor.

Tinerciler örneğinde olduğu gibi bu maddelerin bağımlılık yaratıp sürekli kullanılması, beyinde yarattığı hasarlar konusunda fikir veriyor. Bu çocuklarda hafıza kaybı, denge bozukluğu, konuşma bozukluğu sık görülüyor. Ölümler çok yaygın olduğu gibi bir anlamda bitkisel yaşama girenler de az değil.

Tüpgazlar ve benzin de bu maddeler arasında. Yazının başından beri saydığımız ürünlerin elde edilmesi çok kolay ve çok ucuz. Kullanımı da kolay. Bir çocuğun ders sırasında zaman zaman yapıştırıcı tüpünü koklaması çoğu zaman kimsenin dikkatini çekmez. Bu tür ürünler bazen kutusundan koklanarak, bazen bir plastik poşete ya da bir beze püskürtülüp koklanarak kullanılıyor.

Yarınki yazımda, bu maddelere maruz kalma halinin nasıl anlaşılabileceği ve önlenmesi için neler yapılabileceğinden bahsedeceğim.

Devam edecek
Yazının Devamını Oku

Devlette tüm işler böyle mi yürüyor?

10 Haziran 2002
<B>BAŞBAKANIMIZ </B>Sayın <B>Bülent Ecevit'</B>in hastalığı ile ilgili gelişmeleri uzaktan da olsa izliyoruz. Olayı başından itibaren ele aldığımızda tamamen bir organizasyon bozukluğu olduğunu gösteriyor. Bunu neden söylediğimi izninizle biraz anlatayım. Bazı konumlardaki insanların, bedenlerindeki kullanım hakları ister istemez sınırlandırılmak zorundadır. Ülkemizde bile birçok büyük şirket, yöneticilerini belirli aralıklarla kapsamlı sağlık kontrollerine gönderir. Amaç, kişiye jest yapmak olsa da, temel amaç kişinin iş verimliliğini korumak ve kontrol etmektir. Bir patron, işini emanet ettiği yöneticisine ne kadar güvenebileceğini öğrenmek ister. Şimdi ülkeyi yöneten, aldıkları kararlarla, çocuklarımızı hatta torunlarımızı bile etkileyecek konumdaki insanlarla ilgili hiçbir sistem olmadığı görülüyor. Bu organizasyonsuzluk rahmetli Özal'ın vefatı sırasında da görüldü. Ne ilkyardım yapacak vardı ne de acil durumlarda ne yapılacağını belirleyen senaryo... Daha sonra cumhurbaşkanlığı için böyle bir sistem kuruldu ama son günlerde büyük ölçüde dağıtıldı. Şimdi görülüyor ki başbakanlık ve bakanlıklar için böyle bir sistem yok.

Tüm şirketler için belirli zamanlarda bağımsız denetim firmalarına denetim yaptırma ve bilançolarını açıklama zorunluluğu getiriliyor ama ülke yönetenler için hiçbir denetim yok. 40 yaşı geçtikten sonra her geçen gün sağlık riskleri artar. Yüksek stres altındakilerin sağlık riskleri daha da yoğundur. Yöneticilerimiz ne kadar sağlıklı olurlarsa ülkeyi o kadar başarıyla yönetirler. Onların sağlığını da görevi sağlık olanlar düşünmeli. Yöneticilerimiz istemeseler bile, belirli aralıklarla genel sağlık kontrolü yapılmalı ve sağlıklarının bozulmaları halinde izlenmesi gereken yol prosedürlerle belirlenmeli, bütün sonuçlar da belirli protokoller içinde halka açıklanmalı. Hastaya ait bilgiler gizlidir, ama geleceğimizi emanet etme kararını oylarımızla belirleyeceğimiz kişilerin durumunu bilmek de hepimizin hakkıdır.

Galiba ülke yönetimi için de TSE ya da ISO gibi standartlar konulmasına ihtiyaç var.
Yazının Devamını Oku

Bağışıklık sistemi de bazen şaşırır

6 Haziran 2002
BENİM bir yakınımda lupus hastalığı olduğu teşhis edildi. Yaptığım araştırmalarda bunun bir otoimmün hastalık olduğu söylendi. Bu ne demektir?

Hikmet K./ANKARA

MÜKEMMEL
yaratılmış olan insan bünyesi, her türlü olay karşısında kendi çarelerini alma yeteneğindedir.

İmmün sistem adı da verilen bağışıklık sistemi vücudu, potansiyel tehlikelere karşı korumak görevindedir. Genel olarak antijen adı verilen bakteri ve virüs gibi mikroorganizmalar, toksinler, başka bir cinse ya da kişiye ait doku ve hücreler gibi etkenlere karşı vücudu korumakla görevlidir. Bunu, antikor adı verilen ve antijenleri bağlayarak tahrip edilmeye uygun maddeler üreterek ya da kanda bulunan lenfosit adlı akyuvarlarla yapar.

İmmün sistem yeterli görev yapamazsa, insan vücudu, hastalık etkenlerine karşı yeterli korunamaz. O takdirde, çok basit mikroplar bile ciddi hastalıklara yol açabilir. AIDS hastalığı buna bir örnektir.

Normalde, immün sistem, ‘‘kendi’’ hücreleri ile ‘‘yabancı’’ hücreleri tanıyıp ayırt etme yeteneğindedir. Eğer herhangi bir nedenle kontrol görevi aksarsa, immün sistem, kendi vücut hücreleriyle mücadele etmeye başlar. Otoimmün hastalıklar denilen bu durum, vücuttaki hücrelerin değişiklik göstererek yabancı hücrelere benzemesi halinde de ortaya çıkabilir.

Bu gibi durumlar, bazı mikroorganizmaların ya da kimyasal maddelerin etkilemesiyle ve özellikle genetik olarak bu durumlara yatkın olan kişilerde ortaya çıkabilir.

Otoimmün hastalıklar da bir çeşit alerjiye benzetilebilir. Her ikisi de aşırı duyarlık reaksiyonları olarak adlandırılır. Bazı araştırmacılar otoimmün hastalıkların ortaya çıkışında alerjik hastalıkların etkisinin olduğunu da ileri sürmektedir.

Bağışıklık sistemi, ‘‘kendi’’ hücresini, ‘‘yabancı’’ olarak görmeye başladığında onu yok etmeye çalışır. Bu da bir organın ya da dokunun etkilenmesine yol açar. Örneğin, tiroid bezinin otoimmün hastalığı olan Hoshimoto tiroiditi, tiroid bezinin yeterli görev yapamamasıyla sonuçlanır. Şeker hastalığında da, pankreasın ensülin salgılayan hücrelerinin, otoimmün nedenlerle hasarlanması söz konusudur. Bir başka otoimmün hastalık olan romatoid artritte eklemi oluşturan dokular hasar görmektedir. Kollajen doku hastalıkları olarak adlandırılan lupus, dermatomiyositis gibi hastalıklar ve multiple skleroz, otoimmün hastalıklara bazı örnekleri oluşturur.
Yazının Devamını Oku

Osteoporoz, erkekleri de etkileyebilir

5 Haziran 2002
<B>MEDYADAKİ </B>haberlere baktığınız zaman osteoporoz denilince hep kadınlar ve özellikle menopozdaki kadınların söz konusu edildiğini görürsünüz. Bu haberlere göre sanki erkeklerde hiç osteoporoz olmadığını düşünürsünüz. Oysa gerçek böyle değil. Osteoporoz erkeklerde de görülebilen, hatta sıklıkla görülebilen bir sağlık sorunudur.

Yapılan araştırmalar, 75 yaşına varmış erkeklerin üçte birinin osteoporozunun bulunduğunu gösteriyor. Bu oran kadınlardakinin aynı düzeyinde. Başbakanımız Sayın Bülent Ecevit'in kaburga kırığı ve omurgasında oluşan çökme kırığı da bu nedenle oluşan tipik bir örnek.

BELİRTİLERİ

Osteoporoz çoğu zaman önceden belirti vermiyor. Kırık bir kemik, çoğu zaman osteoporozun ilk belirtisi olabiliyor. Aşırı olmayan bir zorlanmayla kalçanın ya da kolun kırılması, bu yönde düşünülmesini gerektiren bir tablodur. Boy kısalması ve zaman zaman batıcı sırt ağrıları hissetmek de osteoporozun belirtisi olabilir. Zayıflayan sırt omurlarının çökme kırıkları, bu tabloya yol açmaktadır. Bu kırıklar sırtın öne eğik bir hal almasına yol açabilir.

NEDENLERİ

İnsanların doğdukları andan itibaren, kemikleri giderek yoğunlaşmaya başlar. D vitamininin yardımıyla kemiklere kalsiyum birikmeye başlar. 30'lu yaşların başına kadar süren bu birikme sonucunda, bu yaşlarda kemik yoğunluğu zirve değerlere ulaşır.

Kemikler de tüm vücut dokuları gibi bir yandan yıkıma uğrarken bir yandan da yeni hücreler oluşturur. 30'lu yaşlardan sonra kemiklerin kaybı, kazancından daha fazladır. Yaşlanmayla kemik kütlesi kaybı belirli bir düzeye ulaştığında, kemik zayıflamış ve süngersi bir yapı kazanmış olur ki, buna da tıp dilinde osteoporoz adı verilir.

Kemik yoğunluğunun zirve değerinin belirlenmesinde genetik, önemli rol oynamaktadır. Zaten çevrenize baktığınızda bazı kişilerin daha kalın, bazılarının ise ince kemik yapılı olduğunu görürsünüz.

Zirve kemik yoğunluğu yüksek olan kişiler, bankalardaki tasarrufu fazla olan kişilerin hayat boyu bu tasarrufu kullanmaları gibi, kemik sermayelerini hayat boyu kullanırlar ve osteoporoz sınırına varmazlar.

Kemikleri kullanmak da çok önemlidir. Hareketsiz bir yaşamı olan kişilerin kemikleri, kendilerine fazla görev düşmediği için, daha hızla zayıflar. Buna karşılık aktif yaşamı olan, düzenli egzersiz yapan kişilerin kemik kayıp hızları çok düşük olmaktadır.

Aşırı alkol kullananlar, sigara içenler, beslenmesi bozuk olanlar, gıdalarında yeterli oranda kalsiyum almayanlar, kronik hastalığı olanlar osteoporoz açısından ek riskler altındadır. Bu kişilerin henüz kırıklar ortaya çıkmadan yakın takip ve tedavi altına alınmaları, hayati derecede önemlidir.
Yazının Devamını Oku

Tansiyonu ilaçsız kontrol edemez miyim?

4 Haziran 2002
<B>BEN </B>yüksek tansiyon hastasıyım. Gittiğim doktorlar sürekli olarak perhiz tavsiyesinde bulunuyor ve hemen ilaç veriyor. Ben ilaç kullanmayı sevmiyorum. Bu tansiyonu ilaç dışında bir yolla halledemez miyim? A.DOĞANCI/İSTANBUL

BELKİ
yüzlerce kez doktora gitseniz, her seferinde ‘‘daha az yiyin, daha çok egzersiz yapın’’ tavsiyesiyle karşılaşırsınız. Ben de şimdi size bu tür tavsiyede bulunacağım.

Duke Üniversitesi tarafından yapılıp, Journal of the American Heart Association adlı dergide yayınlanan araştırmaların sonuçlarına göre, yüksek tansiyonlu hastalar kilo verip düzenli egzersiz yaptıkları takdirde, ilaç tedavisi ihtiyacı gösteren türdeki tansiyonlarının en azından yüksek normal düzeylerine indiği ve ilaç kullanımına gerek kalmadığı görüldü.

Uzun yıllar boyunca önemli bir belirti vermediği, çoğu zaman kalp krizi ve inme ile ortaya çıktığı için ‘‘sessiz katil’’ olarak adlandırılan yüksek tansiyon, çok sayıda insanın ortak sorunu.

İdeal tansiyonun 130/85 düzeyinin üstüne çıkmaması gerekiyor. Büyük tansiyonun 130-140 mm., küçük tansiyonun da 85-90 mm. aralarında olması, tansiyonun ‘‘yüksek normal’’ olarak adlandırılmasına neden oluyor. 140/90 sınırının üzerine çıkması ise tedaviye gerek gösteren ‘‘yüksek tansiyon’’ tanımlamasını hak ediyor.

Yapılan çalışmada hem kilo verdirici diyet uygulayıp hem de egzersiz yapanlarda tansiyonun düşme oranı çok yüksek bulunmuş. Sadece egzersiz yapıp kilo verdirici diyet uygulamayanlarda da bir miktar tansiyon azalması olmuş, ancak diğer gruba oranla daha az.

Ruhsal streslerin de tansiyon değerlerinde büyük etkisi var. Bunun etkisini kendinizde de çok kolay ölçebilirsiniz. Sakin bir haldeyken ölçtüğünüz tansiyon rakamı ile gergin bir konuşma sırasında ölçtüğünüz tansiyon rakamları arasında büyük farklar olduğunu görebilirsiniz.

Buna benzer başka çalışmalardan biri Maryland Üniversitesi'nde yapıldı. Orada da alınan sonuçlar aynı yönde.

Tansiyonla başa çıkmada yaşam tarzı değişikliklerinin önemi sadece zayıflama ve egzersizle kısıtlı değil. Sigaranın terk edilmesi ve alkol kullanımının azaltılması da önemli ölçüde etkili. Sigara, kanın oksijen taşıma yeteneğini azaltmanın yanı sıra, damarların büzülmesine de yol açtığı için tansiyon yükselmesinin en önemli etkenlerinden biri. Bu özelliği nedeniyle, kendileri sigara içmediği halde sigara dumanının yoğun olduğu yerlerde bulunanları bile etkiliyor.

Alkolde durum biraz farklı. Haftada 3-5 duble içilmesinin zararı yok. Alkolün fazlalaşması halinde zarar hızla yükseliyor. Kalp hastalığı ve damar sertliğinden korunmada, sigarayı bırakmak, alkolü azaltmak, kilo vermek ve egzersiz yapmak gibi önlemlerin doğrudan sağladığı yararların yanı sıra, kalp-damar hastalıkları açısından önemli bir risk faktörü olan yüksek tansiyonu da kontrol altına alarak, dolaylı yararlar sağladığı görülüyor.
Yazının Devamını Oku

Türkiye'de ilaç keşfedilemez mi?

3 Haziran 2002
<B>SON </B>günlerde ilaç keşfi üzerinde yazılar yayınladım. Görüldüğü gibi bu çalışmalar neredeyse tamamen yurtdışında yapılıyor. Acaba Türkiye'de ilaç keşfedilemez mi? Bu konuya gönül ve emek vermiş bilim adamlarının birinden, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Erdem Büyükbingöl'den gelen yazıyı yayınlıyorum.

‘‘Sayın Dr. Tezmen,

Yazınızı okudum ve bir ilacın tasarlanmasından halk sağlığına sunulmasına kadar gerekli olan süreci çok kısa ve ayrıntılı olarak sunmanızdan büyük mutluluk duydum. Bir ilacın tasarlanması konusunda çalışan ve ‘Türkiye'de bir ilaç keşfedilemez' olgusunu yıkmaya çalışanlar olarak bunun, Hürriyet gibi gazetede ele alınması beni çok sevindirdi. Yıllardır belirli kesimlere yönelik olarak bu olgunun yıkılması için uğraş veriyoruz ama kat ettiğimiz mesafe oldukça sınırlı. Neden Türk insanı kendi ülkesinde yeni bir şey keşfedemesin? Bu, ilaç olabilir, makine olabilir. Aslında sürekli tüketime hem de lüks tüketime yönelik yetiştirilen bir toplum olarak giderek yurtdışına bağımlı olduğumuzu göremiyoruz. Bilim ve teknoloji üretmeyen toplumların gelecekte yok olma ya da bağımlı olma konusunu algılayamamız çok acı, ne yazık ki bu, böyle devam ediyor. Devletin araştırma ve geliştirmeye yatırımı o kadar az ki. Ayrıca, görebildiğimiz kadarıyla bilim insanlarının da bu yönde istekleri sınırlı. Herkes geçimini sağlamaya uğraşıyor ve bilimsel gelişmeyi, yayın kalitesini düşünmüyor. Ne yazık ki devlet de buna göre proglamlanmış ve yeni ilaçların gelişmesine yönelik hiçbir çabası yok. Halbuki, İlaç Araştırma Enstitüleri'nin (gelişmiş ülkelerde olduğu gibi) kurulması ve buna devletin önayak olması gerekir. Evet, araştırma ve teknoloji üretimi çok pahalı, örneğin bir ilacın tasarlanmasından, sentezinden ve yazınızda sözünü ettiğiniz çeşitli faz aşamalarından geçmesi milyonlarca dolarlık yatırımlar istiyor, ama ya ülkenin geleceği? Bilimsel ve teknolojik araştırmaya önem vermeyen ülkelerin ne hallerde olduklarını görüyoruz. Ancak, biz bu mücadeleyi çapımız oranında gerçekleştirmek için uğraş vermeye devam edeceğiz. Neden ABD’de başarılı olan Türk bilim insanları ile övünme gibi aşağılık duygusuna kapılıyoruz da, memleketimizde aynı düzeyde olanlara olanaklar tanımıyoruz?

Toplumun bilim ve teknoloji konusunda bilinçlendirilmesi sonucunda belki devlet her dalda araştırmanın önemini yeterince algılayabilir. Yazınızı bu yönde bir ‘ilk' olarak takdirle karşıladığımı tekrar belirtmek isterim. Umarım, Toplumun bilgilendirilmesinde siz ve sizin gibi düşünenlerin sayısı artar ve Türkiye'yi bilim ve teknolojiye önem veren ülke konumuna getiren çalışmalar, başlar.’’
Yazının Devamını Oku

Eşdeğer ilaç nedir?

31 Mayıs 2002
GEÇTİĞİMİZ günlerde, bir ilacın öyküsünü anlatmıştım. Bu yazı dizisini okuduysanız, yüz binlere varan taslaktan yola çıkarak uzun ve masraflı çalışmalar sonucunda bir ilaç geliştirildiğini görmüş olmalısınız. Bu şekilde keşfedilen ilaç, orijinal ilaç olarak adlandırılmaktadır. Orijinal ilaçlar dünkü yazımda da belirttiğim gibi, patent alarak haklarını korurlar. İlacın ilk sentezlendiği andan başlayarak çoğu ülkelerde 20 yıl süre ile patent koruması hakkı tanınmaktadır. Ülkemiz de 1995 yılından itibaren sentezlenen ilaçlara patent hakkı tanımıştır. Bu tarihlerde patent alan ilaçlar araştırmalarını tamamlayarak şimdilerde yavaş yavaş ruhsat alma aşamasına gelmektedir.

Patent süresi dolduktan sonra, diğer ilaç üreticilerinin de aynı formülde ilaç üretme hakkı doğmaktadır. İki ilacın içerlerindeki etken maddelerin aynı kimyasal yapıya sahip olmaları halinde bunların kimyasal eşdeğer olduklarından söz edilir. Etkili maddeleri kimyasal olarak eşdeğer olan ve aynı dozlarda madde içeren ilaçların da farmasötik eşdeğer oldukları söylenir. Ancak, farmasötik olarak eşdeğer iki ilacın, hastaların kullanımında aynı etkileri göstermedikleri de sıklıkla görülmektedir. Hastalarda kullanıldığında da aynı etkileri sağlayan ilaçların biyoeşdeğer olduklarından söz edilir.

NEDEN AYNI ETKİ SAĞLANAMIYOR?

İki ilaç aynı kimyasal yapıyı gösterseler bile, üretimde kullanılan hammaddelerin kaynağı, etkili maddenin partikül büyüklüğü, etkili maddenin kristal yapısı, formül geliştirmede ve üretimde kullanılan teknikler gibi birçok etkene bağlı olarak, insanlarda kullanıldığında aynı etkiyi gösterememektedir.

İşte, bu nedenlerle bazen doktorlar, bu konuyu bilemeyen kişilerin arkalarından ‘‘ilaç firmalarından avanta mı alıyor’’ laflarının edilmesini dahi göze alarak, kimyasal olarak eşdeğer olsa bile, biyoeşdeğer olduklarını düşünmediği için belirli markalarda ısrarcı olabilmektedir. Sosyal güvenlik kurumları, halen kimyasal eşdeğerler arasında en ucuzunun verilmesi kararındadır. Sağlık Bakanlığı, gereken tüm ilaçlar için biyoeşdeğerlik çalışmalarının yapılmasını istemektedir. Ancak, önce deprem sonra da ekonomik kriz nedeniyle verilen süre sürekli ertelendiği için, henüz tüm ilaçların biyoeşdeğerlik çalışması tamamlanamamış durumda. Aslında, dünyada zaman zaman yapılan çalışmalarda biyoeşdeğerlik çalışmaları tamamlanmış ilaçlarda, orijinal ilaca oranla farklar görülse bile, kimyasal eşdeğer ilaçların güvenle kullanılabilmesi için biyoeşdeğerlik çalışmalarının yapılmış olması şart koşulmalıdır.

Sosyal güvenlik kuruluşlarımızın içinde bulunduğu ekonomik koşullar hepimizce malum ama, doktorun reçetelediği bir ilacın yerine biyoeşdeğer olduğu kanıtlanmamış bir ilacın verilmesi halinde hastaya bir zarar gelirse, bunun sorumlusu kim olacak? Dileğimiz, ülkemizdeki gereken tüm ilaçlar için biyoeşdeğerlik çalışmalarının bir an önce tamamlanması, bu zamana kadar da sosyal güvenlik kuruluşlarımızın kimyasal değil, biyoeşdeğerlik kriterini ön plana almasıdır.
Yazının Devamını Oku