Dr. Gündüz Tezmen

Ecevit'in sağlık durumu

18 Mayıs 2002
<B>BAŞBAKANIMIZ </B>Sayın <B>Bülent Ecevit'</B>in sağlık raporunda açıklanan kaburga kırığı, muhtemelen düşme sırasında oluşmuş. Kaburga kırıkları eğer parçalı bir yapıda olup akciğere batma riski göstermiyorsa, tıbben yapılan şey ağrı kesici vererek beklemektir. Zaman içinde kaynayacaktır. Eski yıllarda bu gibi durumlar için flaster bandajı uygulanmaktaydı, ancak sonra bunun önemli bir yararının olmadığı, akciğeri de hareketsizleştirerek pnömoni (zatürree) gibi bazı sorunlara yol açtığı anlaşıldı ve bu uygulamadan vazgeçildi.

Bacağında oluşan tromboflebit hastalığı, toplardamarlardan birinde oluşan iltihaplanmaya bağlı olarak bu damarın tıkanması halidir. Ayakta, bacakta oluşan yaralar, tırnak batmaları gibi haller sonucunda ortaya çıkabilir. Sayın Ecevit'te muhtemelen, kaburgasını da kıran düşme sırasında bacağında oluşan darbe ya da yara sonucunda oluşmuştur. Başlangıç halinde teşhis edildiğinde kolayca tedavi edilebilir. Tromboflebitin ilerlemesinde korkulan şey, burada oluşan bir pıhtının koparak önce kalbe, sonradan da akciğere giderek buradaki damarı tıkayarak akciğer enfarktüsüne yol açmasıdır. Ancak başlangıç halinde ve hastane gözetiminde tedavi altında olduğu için bu açıdan önemli bir durumun olmadığı kanısındayım.

Bence, Sayın Ecevit hastaneden tüm görevlerini rahatlıkla sürdürebilir.

Bu olaydaki sorun, ne olduğu kesin olarak açıklanmayan nörolojik hastalığın Sayın Ecevit'in düşmesini kolaylaştırmasıdır. Düşmeyi kolaylaştırıcı nörolojik sorunları olan hastaların çevresinde düşmesini engelleyecek ya da düşme halinde sakatlanma riskini azaltacak önlemlerin alınması gerekir.

Bir diğer sorun da, bir ülkenin başbakanının günlerce hastalığıyla baş başa evinde kalmasıdır. Böyle konumda olan bir kişinin, üstelik de sağlık sorunu bulunan bir kişinin her gün özel doktoru tarafından kontrol edilmesi gerektiği kanısındayım. Yanlış yorumlara yol açmamak çabası, daha büyük sorunların doğmasına yol açabiliyor. Aklın ve bilimin rehberliğinden ayrılmamak gerekiyor.
Yazının Devamını Oku

Parkinson hastalığını tanıyor musunuz? (3)

17 Mayıs 2002
<B>ÜÇ </B>gündür Parkinson hastalığını tanıtıyorum. Bu hastalığın oluş mekanizmasını ve belirtilerini anlattım. Aslında benzer belirtiler gösteren başka hastalıklar da var. Yaşlılığa bağlı titreme (esansiyel tremor), ilerleyici supranükleer felç, multisistem atrofisi gibi tablolar da, benzer belirtiler göstermesine rağmen Parkinson hastalığı değildir.

HASTALIK NASIL İLERLER?

Hastalığın belirtileri çok yavaş başlar. Gelişmesi de çok ağırdır. İlk belirtilerin görülmesinden 2-5 yıl kadar sonra diğer belirtiler de görülmeye başlar. Hastalığın gelişimi ağır olmakla beraber, kişisel farklılıklar nedeniyle ne kadar süre içinde nasıl bir gelişim göstereceğini önceden belirlemek mümkün olamamaktadır.

TEDAVİ

Hastalığı tümüyle ortadan kaldıran bir tedavi henüz yok. Altta yatan etken, beyin hücrelerinin salgıladığı dopaminin eksikliği olduğu için, dopamini tamamlayıcı tedavi hastalarda belirtilerin kaybolmasını sağlamaktadır. Bu ilaçlardan başlıcası Levodopa'dır. Uzun yıllardan beri hastalarda belirtilerin mucizevi olarak kaybolmasını sağlayan bu ilaç tercih edilmektedir. Daha sonra ortaya çıkan birçok ilaç daha, hastanın durumuna göre tedavi seçenekleri sunmaktadır.

Ayrıca beyindeki bazı alanların tahrip edilmesi ya da beyindeki bazı merkezlerin elektriksel yoldan uyarılmasını sağlayan cihazların yerleştirilmesi gibi bazı cerrahi yöntemlerle, dopamin salgısını sağlayacak bazı hücrelerin nakledilmesi gibi uygulamalar da yapılmaktadır.

KİLİTLENMELER GÖRÜLEBİLİR

Levodopa ve benzeri ilaçlar, başlangıçta çok önemli düzelmeler sağlamakla beraber 2-5 yıl kadar sonra ‘‘balayı’’ dönemi sona erer. İlaç artık eskisi kadar uzun süre etki etmeyebilir. Buna bağlı olarak hastanın durumunda dalgalanmalar görülebilir. Hastalarda kilitlenme olarak adlandırılan durumlar da görülebilmektedir. Yürürken, hareket ederken birden, kontağı kapatılmış otomobil gibi, donar kalır. Hasta aynen bir heykel gibi kalır. Bununla beraber istemsiz hareketlerin ortaya çıkması da olabilmektedir. Vücutta dans eder gibi bazı hareketler olabilmektedir.

Tıp, böyle durumlar için de çareler aramaktadır. Kullanılan bazı ilaçlar böyle anlarda hastaların yardımına koşabilmektedir. Örneğin yapılan bir apomorfin iğnesi hastanın, sanki öyle bir şey hiç yaşanmamış gibi, normal hareketlerine dönmesini sağlamaktadır.

BİLİNÇLİ VE KONTROLLÜ YAŞAM

Görüldüğü gibi Parkinson hastalığı ilerleyici bir hastalıktır. Hastanın ve yakın çevresinin hastalığı iyi tanıması, yaşam biçimini buna göre düzenlemesi ve bu konuda uzman bir doktorla sürekli bağlantı içinde içinde kalması önemlidir. Bu sayede normale çok yakın bir yaşam sürdürmek mümkün olabilmektedir.
Yazının Devamını Oku

Parkinson hastalığını tanıyor musunuz? (2)

16 Mayıs 2002
<B>DÜNKÜ </B>yazımda parkinson hastalığından söz etmeye başlamış ve temel belirtilerini anlatmıştım. Bu hastalıkta bazı ek belirtiler de görülür. Sesin kısıklaşması, yavaş sesle ve ağır tempolu konuşma, yüzdeki mimiklerin kaybolup donuk bir ifade kazanması, cildin yağlanması, yutma güçlüğü, el hareketlerinin kısıtlanması nedeniyle yazının ufalması, nefes darlığı, idrar yapma sorunları, cinsel yaşam bozuklukları, kas krampları, algılama kusurları, depresyon, kaygı, uyku bozuklukları gibi belirtiler çoğu zaman parkinson hastalığına eşlik ederse de sadece bu belirtilerin görülmesiyle parkinson teşhisi konulamaz. Parkinson hastalarında yapılan çalışmalar, bazı genlerin bulunmasına yol açmıştır. Ancak hastalığın kalıtsal olduğunu söylemeye imkán yok. Çünkü tüm parkinson hastalarının sadece % 15'lik kısmının ailesinin birinci ya da ikinci kuşaklarında hasta bireyler belirlenmiş. Ailevi parkinson denilebilecek şekilde, bir ailenin çok sayıda ferdinde hastalık oluşması, vakaların sadece % 1'lik kısmını oluşturuyor. Hastalığın ilk olarak 1817 yılında tanımlanmış olması ve bundan önce de bu hastalığı düşündürecek belirtileri bulunan hasta kayıtlarına rastlanamaması, uzmanların bu hastalığın olmasında bu dönemde yaşanan Sanayi Devrimi'nin etkilerinin olabileceğini düşünmelerine yol açtı. Sanayileşmenin getirdiği çevre kirliliği kadar, insanların daha uzun yaşayarak bu çevresel zehirlere uzun süre maruz kalması da hastalığın giderek daha sık görülmesine neden oluyor. Yapılan çalışmalarda karbonmonoksit, siyanürler, manganez, tarım ve böcek ilaçları, kafa travmaları, çeşitli virüsler ve bazı ilaçlara maruz kalmanın parkinson türü belirtilere yol açtığı ortaya konulmuştur. Uzmanlar, henüz tam olarak belirlenememiş bazı çevresel toksinlerin, insanlardaki genleri etkileyerek parkinson hastalığına yol açtığı kanısındalar. Beyin hücreleri birbirleriyle başlıca, dopamin ve asetilkolin adlı iki kimyasal aracılığıyla iletişim kuruyorlar. Beyin hücrelerinin sinir lifleri aracılığıyla kasla kumanda etmesinde de bu iki kimyasal görev yapıyor. Bunların bir denge içinde olması, kasların eşgüdüm içinde çalışmasını sağlıyor. Parkinson hastalarının beyninde, dopamin salgılayan hücrelerin öldüğü belirlenmiş. Toplam dopamin düzeyinin % 80'lik kısmı kaybedildiği zaman parkinson belirtileri görülmeye başlıyor. Yıllar içinde dopamin düzeyinde düşmeler görülüyor. Bu da hastalık belirtilerinin zamanla yoğunlaşmasına ve hastaların kullandıkları ilaca eskisi kadar güçlü cevap almamasına yol açıyor.

Devam edecek
Yazının Devamını Oku

Parkinson hastalığını tanıyor musunuz?

15 Mayıs 2002
<B>DÜNYA </B>üzerindeki yaşlı nüfusun giderek artması, doğal olarak yaşlılıkta daha sık görülen birçok hastalığın gündeme gelmesine yol açıyor. Parkinson hastalığı da bunlardan biri. Özellikle 60 yaşından sonra daha sık görülüyor. Bu yaş sonrası her yüz kişiden birinde bu hastalık rastlanabiliyor. Yaş ilerledikçe sayının çoğalması doğal. 70 yaşın üzerindeki nüfusun yüzde 2'sinde bu hastalık var.

Parkinson sadece yaşlıların hastalığı değil. Vakaların % 10'unu, 40 yaşın altındakiler oluşturuyor. Hatta bir tipi çocuk denilebilecek çağlarda görülüyor.

BELİRTİLERİ

Parkinson hastalığının başlıca dört belirtisi var.

1- Eklemlerde sertleşme: Özellikle kol ve bacakları hareket ettirmek çok zorlaşmaktadır.

2- Titreme: Özellikle ellerde, simetrik olmayan titremeler görülür. Ancak Parkinson hastalarının % 30'unda titreme olmayabilir.

3- Hareket yavaşlaması: Hareketleri koordine etmek zorlaştığı için, harekete başlamak zorlaşmakta, hareketler ağırlaşmakta, kesikli ya da yarım kalabilmektedir.

4- Denge bozukluğu: Hareketi ve duruş pozisyonunu algılayan ve düzenleyen refleksler bozulduğu için dengesizlik ve düşmeler sık görülür.

Birincil belirtiler denilen bu belirtilerden başka yürüyüşün bozulması, küçük fakat sık adımlarla yürümeye çalışmak, öne hafifçe eğik, kollar öne hafifçe kıvrak durmak da bu hastalığın belirtileri arasında yer alır. Hastanın yürürken bir yöne dönmesi ve bazen durması da zor olduğu için Parkinson hastalarını, direksiyonu ve freni olmayan otomobillere benzetenler de olmaktadır.

Parkinson, hareket sisteminin bir hastalığı olarak nitelendirilmekle beraber, iç organları yöneten otonom sistemin düzensiz çalışmasına bağlı olarak kan basıncı, bağırsak hareketleri ve idrar kesesi çalışmasında da bozukluklar görülebilir. Hastaların % 40'ının ruhsal yapısı etkilenerek depresyon görüldüğü gibi, özellikle 70 yaşını geçmiş olanların % 30'unda demans (bunama) görülebilmektedir.

Devam edecek
Yazının Devamını Oku

Kalp krizini önlemek mümkün mü?

14 Mayıs 2002
<B>CUMA </B>günkü yazımda, gazeteci <B>Metin Münir'</B>in geçirdiği kalp krizi sırasında kalbinin durması ve hastanede yeniden çalıştırılarak hayata dönürülmesini sağlayan defibrilatör cihazı konusunda bilgiler vermiştim. Bu olaydan sonra çoğu kişi, Metin Münir'in 10 yıldır sigarayı bırakmış, sağlığına dikkat ediyor olmasına rağmen kalp krizi geçirmiş olması üzerine, ‘‘Korunsan da krizi önleyemiyorsun’’ diyerek boşvermişlik eğilimleri göstermeye başladı. Metin Münir'i şahsen tanımama rağmen sağlık durumu hakkında kesin bir bilgim olmadığı için özel bir yorum yapmak istemiyorum ama genel olarak belirtmek istediğim, alınan önlemlerin kalp krizi geçirme riskini önemli ölçüde azalttığı şeklinde.

Kalp riskleri açısından değerlendirmede, bardağın dolu tarafından baktığımızda 10 yıldan beri sigara içmiyor olması çok güzel ama, öbür taraftan bakıldığında 48 yaşına kadar sigara içtiğini de dikkate almak gerekiyor.

Kalp krizine de yola açan damar sertliği açısından en önemli risklerden biri, kalıtım. Ailesinde özellikle genç yaşlarda damar sertliği olanlar bu açıdan yüksek riskte oladuğunu bilmeliler. Yüksek tansiyon da önemli risk yaratır. Çoğu kişi 15-16 gibi tansiyonları normal olarak görme eğilimindedir ancak bilinmesi gereken, sistolik yani büyük tansiyon için hedeflenen rakamın 13 olması gereğidir.

Toplam kolesterolün yüksekliği ve faydalı kolesterolün düşüklüğü de risk yaratmaktadır. Eğer bünyesinde yatkınlık varsa, bir kişi beslenmesine ne kadar dikkat ederse etsin, kandaki kolesterol dengesini kuramayabilir.

Kandaki şeker dengesinin bozukluğu da risk yaratır. Şeker hastalığı olan kişilerin bu yönden riskini azaltamak için, perhiz ya da yanına ilaç da katarak, kandaki şeker dengesini normal düzeylerde tutması gerekiyor.

Stres ve mükemmelliyetçi kişilik de risk yaratmaktadır.

Bütün bunların yanı sıra, kandaki homosisteinlerin, demir oranının yüksekliği, hareketsiz yaşamın da aralarında yer aldığı birçok risk faktörü daha var. Bunları bu köşede sık sık ele alıp inceliyorum, bu nedenle çoğunuz da biliyor olmalısınız. Benim yine ara sıra yazdığım, risk yönetimi diye bir kavram var. Kişi tüm riskler açısından değerlendirilmeli ve bunlara göre özel önlemler alınmalıdır. Genel bilgilerden yola çıkarak, kilo vermek, sigara bırakmak, spor yapmak, kırmızı etten uzak durmak, kırmızı şarap içmek gibi önlemler yarar getirse de bazen yeterli olmayabiliyor. Sağlığını gerçek anlamda korumak isteyenlerin risk yönetimi kavramı içinde durumlarının ayrıntılı olarak değerlendirilmesini sağlayıp önlemlerini daha bilinçli olarak almaları gerekir.

Her şeye rağmen unutmayın ki, bütün önlemler, risk oranlarını azaltmaktan öte bir garanti vermeyecektir.
Yazının Devamını Oku

‘Ben niye kalp krizi geçirdim?’

10 Mayıs 2002
<B>SON </B>zamanlarda çoğu kişi, gazeteci <B>Metin Münir'</B>in geçirdiği kalp krizi sırasında ölüp yeniden dirilmesi konusunu konuşuyor. Halkın sağlık alanında bilinçlendirilmesini görev saymış bir kişi olarak, bir gazetecinin başına sağlıkla ilgili bir sorun gelmesine neredeyse sevinecek hale geliyorum. Bu sayede konu, medyada ayrıntılı olarak tartışılır hale geliyor. Yıllar önce Hepatit B konusu da gündeme böyle gelmişti.

Ben bu olayda, öncelikle Sayın Münir'in ölüp yeniden dirilmesi konusunu gündeme getirmek istiyorum. Onun için başlığın belki de, ‘‘ölüp de nasıl dirildim’’ olması daha yararlıydı.

Kalp durması sırasında kalbin yeniden çalıştırılmasına olanak veren alet, bir kaç kg. ağırlığında elektronik bir cihaz. Tıp dilinde defibrilatör olarak adlandırılan bu alet, kendi elektrik sistemindeki kargaşa nedeniyle etkili kasılamadığı için görev yapamayan, yani çalışmayan kalbi, bir elektrik şokuyla, elektriksel kargaşayı durdurarak, yeniden düzenli çalışabilir hale getiriyor. Bunun etkili ve yararlı olabilmesi için halk arasında elektroşok, tıpta defibrilasyon denilen bu işlemin 5-7 dakika içinde yapılması gerekiyor. Kalp durması her zaman Metin Münir'de olduğu gibi kriz geçirildikten epeyce bir süre sonra olmuyor. Bazen kalp durması, krizle birlikte aynı saniyeler içinde gerçekleşiyor. Yani kişi kalp krizi geçirdiğinin farkına varamadan kalbi duruyor. Bu şunu gösteriyor ki, kalbi duran bir kişi bu süre içinde alete ulaştırılamazsa, ya da alet bu süre içinde kalbi duran kişiye ulaştırılamazsa, yapacak bir şey yok, Allah rahmet eylesin. Dünyanın trafiği en rahat olan ülkesinde bile bu süre içinde hastaneye ulaşmak, ya da defibrilatör bulunan ambulansın hastaya ulaşması mümkün değil.

Bu sistem sayesinde kalbi yeniden çalıştırılarak hayata döndürülmüş, milyonlarca kişi halen yaşıyor. Gelişmiş ülkeler bu aletlerin, biraz ilkyardım bilgisi almış kişiler tarafından rahatlıkla kullanılabilecek bilgisayarlı modellerini geliştirdiler ve halka açık alanlara yerleştirmeye başladılar. Daha önceki bir yazımda da değindiğim bu alet, aslında ülkemizde de satışta. 3-5 bin dolara satılan bu aletten, büyük kuruluşlardan kaç tanesinde var diye hiç sormayın. Yöneticilerinin her birine on binlerce dolarlık lüks odalar yaparak konforlarını, zırhlı araçlar ve özel korumalarla dışarıdan gelecek tehlikelere karşı güvenliklerini düşünenler, vücut içinden gelecek tehlikelere karşı, tesislerine 3-5 bin dolarlık bir cihazı almayı gereksiz görürler.

Çok şükür ki Metin Münir kalbi durmadan hastaneye yetişebildi. Tanrı herkesi korusun.
Yazının Devamını Oku

Kalbinize pil takılması yararlıdır

9 Mayıs 2002
BEN 68 yaşındayım, 12 yıl önce kalp krizi geçirdim. Bir süre sonra balon tedavisi (anjiyoplasti) yapıldı. Son 5 yıla kadar bir sorunum olmadı. 1997 yılında iskemik kardiyomiyopati teşhisi konuldu ve ekoda ejeksiyon fraksiyonu % 28 bulundu. 20'nin altına inerse kalp nakli gerekeceğini belirttiler. Geçen yıl bu değer % 15 bulundu. Damarlarım % 40-50 açık, tansiyonum ve kolesterolüm normal. Treadmill'de 7-8 yürüyorum. Şimdi kalbimde fibrilasyon olduğu söylendi ve pace-maker önerildi. Tavsiyelerinizi esirgemeyeceğinizi ümit ediyorum.

L.. DUVARCI

GEREK
12 yıl önce geçirdiğiniz kalp krizi ve gerekse yıllar içinde sinsi seyirli olarak süren koroner yetmezliği, kalp dokusunda beslenme bozukluğu ve hasar yaratmış. Buna bağlı olarak da kalp dokusunun kasılma yeteneği azalmış. Bu karar, yapılan ekokardiyografide ejeksiyon fraksiyonu ölçümü ile belirir. Bu değer çok düşük bulunmuş ama treadmill (yürüme bandı) ile yapılan efor testinde 7-8 MET civarında bir efor yapabildiğinize göre fonksiyonel kapasiteniz iyi demektir. Böyle olunca kalp nakli diye bir şart olmaz.

Çok ayrıntılı bilgi olmamasına rağmen fibrilasyonun kalbin kulakçık bölgesini (atrium) ilgilendirdiğini sanıyorum. Fibrilasyon, kalbin ilgili bölgesinin düzenli kasılmalar yerine titreşim halinde çalışmasıdır. Kalbin karıncık bölgesi (ventrikül) fibrilasyona girerse kalp bir anlamda kan atışını durdurmuş olacak ve 7-8 dakikada elektroşok (defibrilasyon) yapılmazsa hasta kaybedilecektir. Karıncık fibrilasyonu ile ilgili açıklamayı genel bilgi olarak verdim, sizin durumunuzla ilgilsi yok.

Size dönersek, kulakçık fibrilasyonu olduğu zaman bu bölüm etkili kasılmadığı için, içindeki kanı karıncıklara etkili bir biçimde pompalayamayacak ve bu da kan dolaşımı üzerinde bir ölçüde olumsuz etki yaratacaktır. Kulakçıklar düzenli çalışmadığı için karıncıkları da etkileyecektir. Bu da kan dolaşımı açısından bir başka olumsuzluk nedenidir, pace-maker (kalp pili) takılması yararlı olabilir. Kulakçık ve karıncığı ayrı ayrı uyaran pace-maker takılırsa kalp düzene kavuşurken, kulakçıklar etkili kasılıp dolaşıma olumlu katkıda bulunacaktır. Doktorunuzun önerisini kabul etmenizde yarar var.
Yazının Devamını Oku

Gürültü giderek sorun haline geliyor

8 Mayıs 2002
<B>SON </B>yıllarda, açık ofis düzeni giderek yayılmaya başladı. Bu denli yayılmasında, avantajlı yönlerinin bulunması mutlaka rol oynuyordur. Bunlar şu andaki konumuzun dışında. Olumsuz etkiler yaratan bir konuya dikkat çekmek istiyoruz. Çok kişinin bir arada çalıştığı ofislerde gürültü olması kaçınılmaz. Telefonla yapılan görüşmeler, iş arkadaşlarının birbirleriyle konuşmaları, klavye sesleri, belki nokta vuruşlu printerler ve işin özelliğinin getirdiği diğer sesler bir araya geldiğinde bu seslerin gürültü haline gelmesi kaçınılmaz.

Aslında, çok dikkat etmediğimiz zaman bu seslerin ne denli büyüdüğünün pek farkına varmayız. Şehirde yaşayan insanlar da, çoğu zaman sokaktaki trafik gürültüsünün farkına varmayabilir. Ancak sessiz bir yere gittikleri zaman, diğer tarafta ne kadar gürültü olduğunu algılayabilir.

İşyerinizdeki sesler de belki gürültü haline geldi ve siz buna pek dikkat etmiyorsunuz ama bünyeniz bunun farkında.

Yapılan bir çalışmada, aynı işyerinde çalışan kişiler incelenmiş. Bu kişilerin kanında, stres hormonu düzeyleri ölçülmüş. Gürültülü ortam, bu hormonlardan epinefrini oldukça yükseltiyor. Yani gürültülü ortam, çalışanlar için stres nedeni oluyor.

Daha sonra bu çalışanların yarısı, sessiz ortamlara alınarak çalıştırılmış. Bu kişilerde yapılan ölçümlerde, vücutlarındaki epinefrin düzeyinin normale indiği görülmüş.

Stres hormonlarının yüksekliği, yüksek tansiyon ve kalp-damar hastalıklarının oluşumunu kolaylaştırıyor. Gürültünün getirdiği stres, çalışanlar kadar işverenlere da zarar veriyor. Bu çalışmada, gürültüsüz ortamlara alınanlarda zihinsel verimliliğin arttığı, karar verme ve sorun çözme yeteneğinin hızlandığı görülmüş. Bu da, iş veriminin artmasını sağlayıcı bir etken.

Çalışanların kendi sağlıkları açısından, işyerinde sessizliğin sağlanmasına çaba göstermesi, işverenlerin de hem çalışanlarının sağlığı hem de iş verimi açısından gürültü oluşumunu önleyici önlemler alması gerekiyor.
Yazının Devamını Oku