Şu sorunun yanıtını tartışıyorlar:
‘Kapalıçarşı esnaflığı bitiyor mu?’
Kapalıçarşı’nın benim ve kuşağımın yaşamında önemli bir yeri vardır. Beyazıt’ta üniversiteden çıkar, Çınaraltı’nda oturur, Sahaflar Çarşısı içinden Kapalıçarşı’ya girer, oradan Bâb-ı Âli’ye gidip Ali Avni Öneş’in kitap dağıtım bürosuna uğrardık.
Sonraları oradan da gazeteye, yayınevine giderdik.
Gençliğimde Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde çalışır, öğle yemeği için de Kapalıçarşı’daki lokantaya giderdim.
Kapalıçarşı’yı öğrenebilmek için Prof. Dr. Ali Şükrü Çoruk’un editörlüğünü yaptığı ‘Geçmişten Geleceğe Kapalı Çarşı’ kitabını okumanızı salık veririm. Konunun uzmanlarının yer aldığı bu kitaptaki bilgileri hepimiz anlayabiliriz.
Kitapta Sahaflar Çarşısı üzerine de gerekli bilgi veriliyor.
Kapalıçarşı’nın ilk kuruluşunda buradan çıkan ürünler önce saraya gönderilirmiş. Tanzimat’tan sonra da fabrikasyon üretim başlamış.
Anadolu’nun çeşitli illerindeki müzisyenlerin icralarını toplamak, müzik zevkimizin farklılıklarını ortaya koymak açısından çok önemli bir çalışmadır. Bu kayıtlar sadece müziği anlamakta kaynak özelliğini taşımıyor. Yaşama biçimini, toplumsal ilişkileri, tercihleri de öğrenmemizi sağlıyor. Batı ile Doğu’nun buluştuğu ülkemizde, müzik tarihi birçok konuda yorumlayıcı özellik taşıyor.
Bu kaynakları her dinlediğimde, o şehri, o yöreyi tanıyorum. Cumhuriyet rejimi Anadolu’nun zevk haritasını çıkarak araştırmacılara malzeme sundu. Önce Toker’den albümün kısa hikâyesini okuyalım.
“Hem bir Yozgatlı hem de müzik sanatı ve özellikle halk müziği ile yıllardır ilgilenen biri olarak Hâfız Süleyman adını ilk defa 1989 yılında, Maryland Üniversitesi (ABD) Etnomüzikoloji Bölümü’nde misafir öğretim görevlisi olarak bulunduğum günlerde duymuştum. Üniversite bünyesinde faaliyetlerini sürdüren Center of Turkish Music (Türk Müziği Direktörü) müzikolog Prof. Karl Signell; merkezi tanıtmak amacıyla müzik arşivini gezdirirken, bir ara, etnik müzikler bölümünde bulunan çok sayıda plak arasından, kapağında ‘Masters of Turkish Music’ (Türk Müziği Üstatları) yazan bir uzunçaları pikaba koyarak bana dinletmeye başladı. Plağın kapağından, eski taş plak kayıtlarından yapılmış titiz bir derleme olduğu hemen anlaşılıyordu. Sırayla dinlemeye başladık: Safiye Ayla, Hâfız Şaşı Osman, Münir Nurettin, Hafız Burhan, Hafız Kemal... filan derken, altıncı eserde klasik sazlar, uzun hava açışını hatırlatan oldukça tanıdık müzik cümlelerinden oluşan kısa bir ezgi çalmaya başladı. Bu kısa ‘yol gösterme’nin ardından adeta çığlık gibi, tiz, parlak, içli bir tenor sesi yükseldi:
‘Hasta düştüm bî-mecâlim Bafra’da
Göksel Aymaz, ‘Bir Ulu Irmak-Nâzım Hikmet ve Manzaralar’ kitabında büyük şairin eserleri üzerine eğilirken, onu dönemin edebiyatı, edebiyatçısı, siyasal dalgalanmaları, dönemindeki şiir ortamını kale alarak inceliyor. Böylece şairi bir bütün içinde okumak çabasına girişiyoruz.
‘Sonuç’taki cümle bir tanıtımı simgeliyor: “Hayata ‘milliyetçi şiirler yazan Paşa torunu’ olarak başlayıp yirminci asrın büyük sanatçıları arasına girmiş bir avangard olarak nokta koyan Nâzım Hikmet, bu bakımdan, yalnızca ‘yapıt üretme sanatı’nı değil, aynı zamanda ‘bir şair olarak kendini üretme sanatı’nı da içeren bir şiir sanatı yaratıcısıdır.”
Ünsal Oskay’ın Önsöz’ü Nâzım’ı da, kitabın yazarını da tanıtıyor: “Son olarak da belirteyim: Nâzım Hikmet’i, onun Stalin zamanında da, Kruşçev zamanında da devlet heyulasıyla, partiyle, bürokrasiyle mücadelesinde sanatçının özgünlüğünden, insanlık için daha güzel bir hayattan yana oluşunu vurgulayarak anlatıyor. Nâzım Hikmet’in bundaki ısrarıyla, tek bir ideolojinin sanatçısı olmaktan çıkıp zor dönemdeki Anadolu insanının da, tüm bir insanlığın da hâlini görebildiği, insanlığın bir türlü değiştiremediği zor dönemindeki durumunu anlayıp, anlatabildiği, bizleri de sorunun bu yönünü algılamaya yöneltebildiği için evrensel bir sanatçı olabildiğine vurguda bulunuyor.”
Bir Ulu Irmak-Nâzım Hikmet ve Manzaralar
Göksel Aymaz
Literatür Yayınları
ŞAİRİN KÖYLÜ TANIMI...
Aymaz, şairin kendi eksenindeki gelişimini incelerken dünyadaki başka ustaları da gündeme getiriyor, onlarla mukayese ediyor. Kitabında Ece Ayhan’ı, Cemal Süreya’yı, Orhan Duru’yu da unutmuyor. Aymaz, önce sanatın, edebiyatın toplum içindeki yerini irdeliyor. Oradan Nâzım Hikmet’e, başka ustalara yol alıyor:
Necmeddin Okyay’ın hattındaki yazı:
“Hezâr gıbtâ o devr-i kadîm efendisine” (Yahya Kemal Beyatlı)
“Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine” (Süleyman Nazif)
Sergi kataloğunun başında Fatih Belediye Başkanı M. Ergün Turan’ın bir Takdim’i var. Onu tanıtıyor.
Sergi küratörü Osman Özsoy kitabın hazırlanışını anlatıyor, emek verenleri tanıtıyor.
Kataloğun bölüm başlıkları şöyle:
İbnülemin Mahmud Kemal İnal
Semt ve ilçe kütüphanelerinin önemini sık sık vurgularım. Gençliğimizde benim en çok yararlandığım kütüphane Beyazıt Devlet Kütüphanesi idi, efsanevi Başkan Muzaffer Gökhan’dan başlayarak orada müdürlük yapanların hepsinden yardım gördüm.
Onlar da bana ilk kez düzenlenen okuyucu ödülünü layık gördüler. Yaşayanlara uzun ömürler diliyorum, aramızdan ayrılanları da rahmetle anıyorum.
Bir başka kütüphane de yine Beyazıt’taki Belediye Kütüphanesi idi.
Kütüphanelerden ancak mesai saatleri dahilinde yararlanabilirdiniz, öğle paydoslarında da kapanırdı.
Büyüyen, trafiğin yoğun olduğu İstanbul’da bu koşullar altında kütüphaneden yararlanmak mümkün değildi.
Üstelik öğrenciler ders çalışmak için bu kütüphanelere geldiği için çoğu zaman araştırmacılar, müdürün ayırdığı bir bölümde çalışabilirlerdi.
Biz Çınaraltı’nda toplandığımızda, takıldığımız bir konu için Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ne uğrar, söz konusu kitaba bakardık. Çınaraltı’ndan da Sahaflar Çarşısı’na uğrayıp Cağaloğlu’na giderdik.
“Sayın Doğan Hızlan,
Ben Özlem Doğuş Varlı. ‘Kadınlar Dünyayı Çalıyor / Söylüyor-1’ albüm çalışmasının koordinatörü ve genel sanat yönetmeniyim.
Özellikle geleneksel dünya ezgilerini seslendirme hayaliyle çıktığım yolda, etnomüzikolojinin engin çalışma alanı içerisinde dinlemek, anlamaya çalışmak, topluluklar üzerinde gözlemler yapmak bu yolun bana kattığı en güzel kazanımlar oldu. Ancak dönüp bir baktım ki toplumsal cinsiyet konuları, müzik ve toplumsal cinsiyet sorgulamaları, müzik ve kadın çalışmaları en fazla yoğunlaştığım konular olmuş ve etnomüzikolojinin özellikle ötekileştirilen toplum yapıları ve müzikleri üzerine yoğunlaşma eğiliminin ben de etkisinde kalmışım.
Tez konularımı da biçimlendiren kuramsal çerçevenin toplumsal cinsiyet teorileri ile örgülenmiş olması da bir tesadüf olmadı böylelikle. Her yıl muhakkak tiyatro geçmişim ve vokal kullanımım ile sahalardan gözlemlediğim kadın portrelerini sahnelemeye başladım. Ancak bu bireysel çalışmalarımı kolektif bir yapıya büründürme arzum beni yaklaşık olarak 3.5 yıl önce Kadınlar Dünyayı Çalıp/Söylüyor (sonrasında çalıp kısmı çalıyor oldu), adını koyarak hayal ettiğim hareketi başlatmış oldum. Öncesinde alanında önde gelen kadın icracılar, seminerler ile başladığım yolculukta, bu yıl itibarıyla kurucu başkanı olduğum Etnomüzikoloji Derneği çatısı altında aynı üst başlıkla Müzik ve Kadın sempozyumu düzenledik. Yaklaşık olarak 75 bildirinin ve 12 uluslararası müzik performansının yer aldığı sempozyum videoları aşağıda yer alan linkte yer almakta. Ayrıca ekim ayında aynı başlıkla bir kolektif kitabımız da yayınlanacak. Ancak somut bir çözüm de ortaya koymak gerekiyordu. Bu yılın ocak ayı itibarıyla albüm içeriğini şekillendirmeye başladım. Bir diğer önemsediğim husus geleneksel müziğimizde kadın enstrüman icracılarının azlığı veya görünürlüklerinin zayıf olduğu probleminin altını çizmekti. Zira erken yaşta başlanması gereken enstrüman eğitimi, Türk Müziği çalgıları için yalnızca Türk Müziği konservatuvarlarında mevcut. Bu konuda da mezunu olduğum İstanbul Teknik Üniversitesi başı çekmekte. Devlet konservatuvarları çatısı altında bazı okullarda lisanstan itibaren başlanabiliyor. Hal böyle iken kız çocuklarımız aileleri tarafından kurumsal olmayan çatılar altına güvenilir bir şekilde çocuklarını gönderemedikleri için birçok yetenekli, istekli kadın öğrencilerimizin varlığından dahi haberdar olunmuyor. Diğer bir sorun kurumsal çatılar dışında verilen eğitimlerde de 1-2 Türk Müziği enstrümanı öğretiliyor olması ki bunların da pek sağlıklı olduğu söylenemez.
ünlüklere hayranım, onlar belleğimizin gizli uyarıcıları. Selçuk Altun’un ‘Kitap İçin 4’ kitabını alır almaz, beni bir merak sardı. Şöyle bir taradım; kimler var, neleri gündeme getirmiş... Kitabı Ali Poyrazoğlu’na ithaf etmiş: “Değerli sanatçı, bibliyofil ve koleksiyoner Ali Poyrazoğlu için...” Önsöz’de Ali Poyrazoğlu ve benim onu desteklememizden söz ediyor. Benimle ilgili bölümleri okudukça, bir günlüğün lezzetini duyuyorum.
Leylâ Erbil’in (1931-2013) Altun için söylediğine ben de katılıyorum: “Yazılarını okudukça ne kadar az şey bildiğimi fark diyorum.” Kitaptaki bilgiler, yorumlar sadece ülkemizin edebiyatı, sanatı, resmi, müziğiyle sınırlı değil. Yıllıkların olmadığı bir yayın dünyasında Altun o işlevi de üstleniyor.
Sık sık andığım Prof. Dr. Hikmet Birand için yazdıkları şöyle: “Prof. Dr. Hikmet Birand (1904-1972) Doğan Hızlan ile Enis Batur’un her fırsatta saygıyla andığı bir denemeciydi. Bitki sosyolojisinin kurucusuydu, tüm servetinin burs olarak kullanılmasını vasiyet etmişti.”
Kitap İçin 4 Selçuk Altun Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
DÜNYANIZ ZENGİNLEŞİR
Satırlarda gözden kaçırmamanız gereken kitap adları var. Seçici bir kalemden salık verilen önemli bir kütüphane yapabilirsiniz. Adı verilenler çok bireysel tercihler değil, çünkü gerekçelerini de sunar. Saptamaların, yorumların, unutulmaması gereken anıların yanı sıra siyasal eleştiriler, siyaset dünyasından portre tanımları da kitapta yer alıyor. Yanılgılardan söz ettiği satırlar gülümsetiyor: “Paris polisi her gün Lenin’in oturduğu kahveyi gözleyip rapor ediyor, çok tartışıyor, gürültü çıkarıyor diyorlar. Küçük bir yanılgı. Bağırarak konuşanlar Leninciler değil, Dadacılar...”
Selçuk Altun’un ‘Kitap İçin’lerini niçin severim? Kısa, vurucu notların ardında bilgi vardır, alıntılar okunmuş kitaplardan sızan görüşlerdir. Artık uzun uzun okumaların günümüz insanının canını sıktığını biliyoruz. Canınız sıkıldıkça, bu kitaptan bir bölüm okursunuz. O size bir anımsatmadır, bir çağrışım başlangıcını yaratır. Bunlardan yola çıkıp bir kitaba yönelebilirsiniz ya da hayata dair bir yorumda bulunmanızı sağlar.
Ne yazık ki dergi dağıtıcıları, çıkan her sayının okura ulaşmasını sağlayamıyor. Nedenini sorduğumda genellikle şu yanıtı alıyorum. Çok satmıyorsa getirmiyoruz.
Birçok kitap mağazasının yönetiminde gezici görevliler var, onlar satış raporlarını genel yönetime sunuyorlar, salt satışa göre karar veriliyor.
Geniş bir beğeni anlayışı pandemiye kurban edildi. Dergileri tanıtmamın bir amacı da bulunmazlık anlayışına karşı bir çözüm.
VİRÜS
HER sayısının ilk sayfalarında bir ressamın ürünü var. Bu sayıda Salih Urallı’nın bir eseri. Önsöz’de derginin içeriği tanıtılıyor. ‘Elinden’ bölümünde Ülkü Tamer’in elyazısıyla şiirlerini okuyoruz.
Kuşakdaşım Ülkü Tamer için yazımın başlığı: ‘Zaman onun lehine çalışıyor’.
Şiirlerini okuyanlar -okumadılarsa iyi bir şairi tanımıyorlar demektir, hemen bu eksikliklerini gidersinler düzyazılarını da ihmal etmesinler. Şairlerin düzyazılarını okurum, onlarda şiirlerine dair gizler vardır.