Dolayısıyla, an itibariyle pazar gecesi önümüze çıkacak tablo üç aşağı beş yukarı belli olmuştur. Biliyorum ki hepiniz o tablonun ne olduğunu önceden kestirebilmek için yazılanları satır satır okuyup, söylenenleri can kulağı ile dinliyorsunuzdur. Hatta siyaseti yakından takip edenlere “Sen bilirsin, nedir durum” diye sormadığımız gün yoktur.
AVRUPALI DİPLOMATLARIN TAHMİNİ
Emin olun yalnız değilsiniz. Sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları değil, Türkiye ile ilgilenen yabancılar da aynısını yapıyorlar. Son iki haftada görüştüğüm bütün yabancı diplomatlar, gazeteciler, fon yöneticileri sokaktaki derin sessizlikten ve siyasi durumu öngörememekten yakınıp olası senaryoları soruyordu.
Bir Avrupa ülkesinin Ankara’daki büyükelçisi ile görüşürken, “Gazeteci olan benim, ben sorayım” deyip o bana sormadan, kendisinin gözlemlerini ve öngörüsünü sordum.
Güldü, ardından da “Sizin araştırma şirketleri bile kamuoyunun nabzını tutamamaktan yakınırken bizim sonucu tahmin etmemiz çok zor” dedi.
Ben ısrar ettim. “Bu söyleyeceklerim, sadece benim değil, düzenli görüştüğümüz AB ülkelerinin Ankara’daki diplomatlarının da tespitidir diyebilirim” kaydını düşerek şu tahminini paylaştı:
“İlk turda sonuç çıkmayacak gibi. Ancak ikinci turda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan favori. Parlamentoda ise çok bıçak sırtı bir sonuç çıkabilir. Muhalefet kanadı çok az bir farkla çoğunluğu yakalayabilir.”
Benzer bir öngörü,
Fotoğraf: Rıza Özel
* Kendini tam olarak nereye konumlandırıyorsun? Okurların Hürriyet’teki temsilcisi misin? Meslektaşlarını okurlara karşı savunuyor musun? Hangi tarafa daha yakınsın?
- Tam arada bir yerde olduğumu düşünüyorum. Yani okurlardan bir şey geldiğinde okurlara karşı yazıişlerini, yazıişlerine karşı okurları temsil ediyorum diye düşünüyorum. Yani tam arada köprü görevi görüyorum. Her iki tarafı da dinleyip ondan sonra kenara çekilip bütün verileri değerlendirdikten, bütün verileri inceledikten sonra adil bir sonuca varmaya çalışıyorum. İki tarafı da dinleme yöntemi ve gazete yönetiminden bağımsız çalışmam, önüme gelen sorunlara daha objektif bakabilmemi sağlıyor. Adil olmaya, kimseyi kırıp dökmemeye çalışıyorum. Hangi tarafı haklı bulursam bulayım, öbür tarafın da gerekçelerimi anlamasını önemsiyorum.
* Gelen uyarılara ve şikâyetlere bakarak, okurların bir kısmında ‘okur affetmez’ dedirtecek bir medya okuryazarlığı olduğunu düşünüyor musun?
- Kesinlikle, okur affetmiyor. Bize okulda şunu öğretmişlerdi: Haberleri öyle yazacaksınız ki, o işin uzmanı olan profesör dudak bükmeyecek ama sokaktaki en az eğitimli insan da rahatlıkla anlayabilecek. Yani ‘toplumdaki her kesime hitap edeceksiniz’ dediler. Dijital çağda biz bilgiye ne kadar kolay ulaşabiliyorsak onlar da öyle kolay ulaşabiliyorlar. Yaptığımız bir yanlışı onlar da anında kontrol edebiliyor. Öyle okurlar var ki satır satır okuyor. O okurlar içerisinde bizim yazdığımız haberin ilgilisi, uzmanı, profesörü de var. Öyle şeyler gördüm ki, bizim gazeteci olarak asla fark edemeyeceğimiz hataları fark eden okurlar var. Şunu da eklemek lazım: Hürriyet, okurlarının aidiyet duygusu yüksek gazetelerden birisi. Dolayısıyla bir hata olduğunda asla affetmek istemiyorlar ve hemen söylüyorlar. Öyle sadece imla hataları değil, içerikle ilgili çok ciddi eleştiriler de geliyor.
Gazetecilerin egosu yüksek
* Yazdıkların yüzünden Hürriyet’teki meslektaşlarınla sık sık karşı karşıya geldin. Bir sonuç alabildin mi?
- Mesafe aldığımız yerler, konular oldu ama anlaşamadığımız konular da oldu. Ombudsman olarak zaten köşe yazılarına düşünce özgürlüğü ve ifade özgürlüğü kapsamında baktığım için içerikle ilgili şeylere asla karışmıyorum. Maddi hata olduğunda ya da şiddet övgüsü, ayrımcılık ya da temel gazetecilik ilkeleriyle ilgili problem olduğunda müdahale ediyorum. Ancak mesela hanut gazeteciliği, şirket davetleri, onların yazım biçimi konusunda şunu kabul edelim: Gazeteciler egoları yüksek insanlar. Ben, sen, o, hepimiz böyleyiz. Birileri bizi eleştirdiğinde ‘Bir dakika ya, bu haklı mı’ sorusunu her zaman sormayabiliyoruz. Zaman içerisinde bir şekilde değerlendirdiklerini de görüyorum. Örneğin Instagram’da ürün yerleştirmeler konusunda yazdım ve ondan sonra bir tartışma çıktı, bir farkındalık oluştu. Dikkat ediyorum, birçok arkadaş buna daha fazla özen gösteriyor. Biz burada devrim yapmıyoruz. Sonuçta yani bir yanlışı tartışıyoruz. Bu tür yanlışlar ya da etik sorunlar bir anda düzelmez, mümkün değil.
Gitmeyenler de filmlerden izleyip, dergilerde fotoğraflardan gördüğünde “adamlar yapmış abi” hissine kapılır.
Bu seçimlerde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, “Millet bahçeleri kuracağız” açıklaması hepimizi umutlandırdı. Bugüne dek hep betonla, yeşile muhtaç kentlerde yükselen yekpare camdan gökdelenlerle özdeşleşen bir iktidarın, 16 yılın sonunda da olsa devasa parklar vaat etmesi kulağa hoş geliyor.
Başta İstanbul, Ankara ve İzmir
olmak üzere Türkiye’deki kentlerin Central Park ya da Hyde Park tarzı yerlere çok ihtiyacı var.
30 YILDAKİ GİDİŞAT 1988’den beri, yani 30 yıldır Ankara’da yaşayan biri olarak söylüyorum; Başkentin her geçen gün biraz daha betonlaş(tırıl)masına tanık olmak, sürekli yükselen cam binaların yarattığı ısıyı, ışığı yansıttıkları asfalt yollarda yükselirken görmek acı veriyor.
AOÇ’nin, ODTÜ kampüsünün son halini düşündükçe, kendimi sık sık “Allahtan ODTÜ kampüsü var, Eymir Gölü var. Umarım yakın gelecekte ‘oradan da yol geçirelim’, ‘gölün kenarına ne güzel evler yapılır’ diyen yöneticilerin kurbanı olmaz” derken buluyorum.
ODTÜ arazisinin Bilkent tarafından binlerce ağaç kesilerek İncek tarafına açılan yolun sadece yeni inşa edilmiş bir kaç siteye yarayacağını, koca Atatürk Orman Çiftliği arazisinin plastik ve beton yığınına dönüştüğünü fark etmek çok fena bir duygu.
1.5 MİLYAR LİRALIK YATIRIMIN DURUMU
Bakan Arslan açıkladı: 2017’de Doğu Ekspresi ile Kars’a gidenlerin sayısı 300 bin olmuş. 2018’in ilk 5 ayında bu rakam 160 bine ulaşmış. Bu sonuçta en büyük katkıya sahip isimlerden biridir kendisi. Ne yalan söyleyeyim, karınca kararınca bu sürece katkısı olan biri olarak rakamı duyunca benim de göğsüm kabardı.
Arslan, geçen kış Doğu Ekspresi’nde sohbet ettiği gençlerin kendisine anlattığı sosyal deneyi aktardı. O sohbetin olduğu kısa yolculukta ben de vardım. Kars’ın ara sokaklarında dolaşırken bir evin kapısını çalmış gençler. Yaşlı bir teyze açmış kapıyı. “Teyzeciğim, biz trenle gezmeye geldik ama harçlığımız bitti. Ne yiyecek alacak, ne otele verecek paramız var. Bize yardım eder misin?”
Teyze hazırcevap ve özgüvenli...
“Lafı mı olur gençler... Buyrun, buyrun...”
Çay, çeçil peynir, tandır ekmeği vakit kaybedilmeden ikram edilmiş. Çocuklar için uyuyabilecekleri en temiz yer ve yorganlar hazırlanmış. Malum iki göz ev... Çocuklar çayı içtikten sonra kalmayacaklarını anlatınca çok üzülmüş teyze. Emin olun abartı değildir. Kendi çocuklarından ayırt etmemiştir onları. Tren yolculuğunun sunduğu güzellikler, Kars’taki tarihi mekânlar kadar, her sokakta karşılaşılabilecek bu insani duruş da Anadolu’nun her yanından insanların Kars’a akın edilmesinde etkili olmuştur.
***
Peşi sıra helikopter ile Erzurum’a geçtik. Rotamız, baraj gölü altında kalacak Aras Vadisi yolunun yerine inşa edilen yeni Erzurum-Kars yolunun güzergâhıydı. İki yılda tamamlanacakmış. Havadan üç büyük viyadük inşaatı saydım. Belli ki eski yoldan kısa olacak ve süreyi biraz daha düşürecek.
Bu seçim dönemi de öyle geçiyor. 6 cumhurbaşkanı adayından ekonomide, dış politikada, eğitimde çok sayıda vaat duyduk.
Bu seçim döneminde en ilginç bulduğum vaat Hatay’da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan geldi. Çeyrek asırda çok sayıda seçim izledim ama böyle bir vaadi ilk defa duydum:
Millet Kıraathaneleri...
Cumhurbaşkanı Erdoğan, kıraathaneden kastettiğini “Burası tamamen kütüphane, çayı, kahvesi olan yerler olacak. Buralar hayata ruh katacak” sözleriyle açıkladı. Türk Dil Kurumu da kıraathaneyi “Müşterilerinin okumaları için gazete ve dergi bulunduran, geniş, temiz ve iyi döşenmiş kahvehane” diye tarif ediyordu.
500 YILLIK BİR ALIŞKANLIK
Biraz araştırdım. Kültürümüzde kıraathanenin ya da kahvehanenin 500 yıllık bir tarihi var. İlk kahvehanenin 16. yüzyılın ilk yıllarında Mekke’de açıldığı rivayet ediyor. Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdürlüğü’nün iki cilt olarak bastığı ‘Peçevi Tarihi’ isimli kitapta, Halepli iki kişinin 1554 yılında Tahtakale’de bir mekân açıp kahve satmaya başladığı anlatılıyor. Kitabın yazarı İbrahim Peçevi, orada kimilerinin kitap okuduğunu, kimilerinin tavla oynadığını anlatıyor. Samiha Ayverdi de ‘İstanbul geceleri’ isimli eserinde Osmanlı’nın “refah ve fütuhat” dönemi olan 16. yüzyılda İstanbul’da açılan gösterişli kahvehanelerden ve toplanıp vakit geçiren memurlardan, esnaflardan, zanaatkârlardan söz eder. Söz konusu mekânlar, zamanla kitabın unutulduğu, kahvenin yanında sigara ve şarap tüketilen, aynı zamanda yönetimin icraatlarının çekiştirildiği yerlere dönüşmüş ve 4. Murad zamanında tamamen kapatılmış. Kahve de şarap ve sigara gibi yasaklanmış.
EN UCUZA EN UZUN ZAMAN GEÇİRİLEN MEKÂN
Kıraathanelerin ikinci gösterişli dönemi 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başları olmuş. Ünlü romancılar, şairler, ressamlar, ilim adamları; mecmua, kitap okumak, memleket meselelerini konuşmak için Galata’da, Sirkeci’de yoğunlaşan o mekânları doldurmuş. Sanat ve Edebiyat dünyamızın en büyük etkileşimleri ve akımları o kıraathanelerden çıkmış.
Dicle Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin (DİTAM) Saadet Partisi Lideri ve cumhurbaşkanı adayı Temel Karamollaoğlu ile yaptığı toplantı için Demir Otel’e geçtim. Demir Otel, 90’lı yıllarda PKK’yla mücadeleyi, Kuzey Irak’taki gelişmeleri izlerken bölgede kullandığımız otellerden biriydi. Yenilendiği için görüntüsü büyük ölçüde değişse de adı bile o yılları anımsamama yetti.
DİTAM Başkanı Mehmet Vural ile Kürt sorunu konusunda Türkiye’deki en donanımlı ve sağduyulu insanlardan biri olan Sedat Yurttaş, konuklarını karşılıyordu. Sadece Diyarbakır değil, bölgeden sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri de vardı. Karamollaoğlu’nun konuşacağı toplantıya kadar sohbet etme olanağı bulduk.
HDP BARAJI GEÇER Mİ?
Ne yalan söyleyeyim, Ankara’da İstanbul’da “HDP’nin baraj sorunu olmayacak” havası varken Diyarbakır’da en çok “HDP barajı geçerse” ifadesini duydum. Batıda böyle bir hava olmadığını söylediğim, STK temsilcilerine neden bu ifadeyi kullandıklarını sordum. Aldığım yanıtları, şu iki maddede özetleyebilirim:
- Seçmen taşıma başta olmak üzere bölgede yapılan seçim hazırlıklarının, HDP oylarını olumsuz etkileyeceğinden korkuyorlar.
- Bölgede ne kadar yüksek alırsa alsın, HDP’nin barajı bölge oylarıyla aşamayacağına inanıyorlar. Haliyle barajın aşılmasını batıdaki oylara bağlıyorlar ve batıdaki durumu göremedikleri için tedirginler.
SAADET’İN RAPORU OLUMLU KARŞILANDI
Temel Karamollaoğlu
İki ülke yetkililerinin en son Ankara’da yaptığı görüşmelerde son şeklinin verildiği söylenen mutabakatın detayları da çok net:
İlk aşamada YPG çekilecek, ikinci aşamada 15 Temmuz’a kadar Türk Silahlı Kuvvetleri ve ABD ordusu birlikte denetimi sağlayacak, üçüncü ve son aşamada ise temmuz ayı sonunda Menbiç’in yeni yönetimi oluşturulacak.
TAKVİM BİLE BELLİ
Mutabakatın takvimi ve yol haritası Çavuşoğlu’nun Washington ziyaretine göre belirlenmiş. Zira bu ziyaretten sonra denetim sağlama konusu için 45, yeni yönetimin oluşması için 60 günlük bir süre öngörülmüş.
Ankara’da yol haritası bu kadar net iken, ABD’den her zamanki gibi çelişkili açıklamalar geliyor. Amerikan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Heather Ann Nauert, Ankara’dan gelen “Anlaşma sağlandı” haberlerini değerlendirirken “Henüz görüşmeler sürüyor” demeyi tercih ediyor. Ankara Menbiç’e yoğunlaşırken, Washington Türkiye ile müzakerelerin tek konusunun Menbiç olmadığını ısrarla vurguluyor.
SORUN ABD’DEKİ TABLO
ABD yönetiminin bir taraftan Türkiye ile yapıcı bir görüşme yürütürken, diğer taraftan henüz bütün sorunların aşılmadığı izlenimi yaratmasının en önemli sebebi, Amerikan yönetiminin net ve bütünlüklü bir yaklaşım ortaya koyamaması olabilir.
Baksanıza, Başkan
Bu kadar önemli bir oy oranını oluşturmalarına rağmen, ne okuduklarını, ne dinlediklerini, nerelere “takıldıklarını”, bir araya geldiklerinde neler konuştuklarını, nelerden hoşlanıp nelere kızdıklarını ve siyasete nasıl baktıklarını sorgulayan, tespit eden kapsamlı, güncel ve bilimsel bir eğilim araştırması bulamadım.
Her ne kadar ilgili gibi görünseler de siyasi partiler, 18-25 yaş arası genç nüfusu analiz etme ve onlara erişecek stratejiler üretme konusunda yetersiz kalıyorlar. AK Parti ve CHP gibi iki büyük partinin gençlerden aldığı oy oranlarının genel oy oranlarının altında kalması bundan olsa gerek.
EN KIYMETLİ ŞEYLERİ ‘ÖZGÜRLÜKLERİ’
Haklarında çok veri yok ama gençlerin davranış kalıplarını gündelik yaşam içinde ve çok fazla vakit geçirdikleri “sanal âlemde” gözlemlemek çok kolay.
Evinizde ya da çevrenizde 15 yaşını geçmiş bir birey varsa ya da yakın geçmişte vardıysa zaten biliyorsunuzdur.
Onların en önemli varlığı “özgürlükleri”dir.
Saçlarına, kıyafetlerine, ne yiyeceklerine, ne okuyacaklarına, ne dinleyeceklerine, renk tercihlerine, kimlerle arkadaşlık edeceklerine, eve kaçta geleceklerine, ne kadar ders çalışacaklarına, ne kadar oynayacaklarına, kısacası “hayat tarzlarına” karışılmasından, yönlendirme girişimlerinden hiç hazzetmezler.
Artık bir