3 Mart 2011
DÜN ifade ettim. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) rakamlarına göre, Türkiye’de AKP döneminde de gelir dağılımı iyiye gitmek ne kelime, kötüye gitmiş:
- Örneğin yoksulluk sınırı 2008’de % 16.7 iken 2009’da % 17.1’e çıkmış.
- En yüksek gelire sahip (% 20) gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay % 47.6, en düşük gelire sahip gruptakilerin (% 20) toplam gelirden aldığı pay ise % 5.6. Aradaki fark bir yılda 0.4 kat artarak 8.5 kata çıkmış!
AKP’nin politikaları gelir dağılımını daha beter hale getiriyor ama alt gelir gruplarının AKP desteği değil azalmak tersine artıyor. Bu nasıl oluyor?
AKP’nin alt gelir grupları önünde en önemli cazibe alanlarından birisi garip-gureba lehine yarattığı gelir aktarımıdır (Bütçede zenginden alıp, fakire veren kaynak aktarımları)!
* * *
Çeşitli ortamlarda yazdım, yazmaya devam edeceğim:
1) AKP Hükümeti sağlık hizmetini uluslararası ölçümlerde üniversal seviyeye çıkarma ve dolayısı ile toplumun hemen tüm katmanlarının sağlık hizmeti almasını sağlama konularında Avrupa’daki en başarılı hükümetlerden birisidir. Artık, vatandaş her türlü ihtiyacında doktora ulaşabilmekte ve tüm tedavi hizmetini bedavaya yakın bir ücretle almaktadır.
2) İlaveten, ilaç fiyatları muazzam oranda düşmüştür. Avrupa’nın en ucuz ilaçları galiba Türkiye’dedir.
3) Yurdun dört bir yanına dağılan TOKİ evleri gecekonduları hızla eritmekte, Anadolu’da hemen her ilde 5-10 bin TL peşin ve 300-350 TL aylık ödemlerle yoksul kesim merkezi ısıtmalı, sıcak sulu, betonarme binalarda oturma şansı yakalamaktadır.
4) Duble yollar ülkeyi 8 yılda örmüştür. Ulaşım çok rahatlamış, ulaşıma bağlı tüm hizmetlerden faydalanmak çok kolaylaşmıştır. Şehirlerarası otobüs taşımacılığı ve uçakla seyahat birbirleri ile rekabet eder duruma gelmiştir.
5) Eğitimin kalitesinin arttığı söylenemez ama bütçesi bu dönemde Savunma’nın bütçesini geçen Eğitim çok sayıda okul yaptırmakta, bedava ders kitabı temin etmekte, öğretmen istihdamını büyütmekte ve dolayısı ile üniversal eğitimin de tabanını her geçen gün yoksullar lehine genişletmektedir.
* * *
Sadece TOKİ’den rakamlar vereyim. 2003-2010 arasında TOKİ:
- 8l il, 800 ilçe, 1.882 şantiyede 483.287 konut yapmış.
Bu rakam 100 bini aşkın nüfuslu 19 şehir demektir.
- Üretilen konutların 192.781’i dar ve orta gelir grubuna, 131.542’si alt gelir ve yoksullara, 53.562’si gecekondu dönüşüm, 17.947’si afet konutları, 4.051’i (35 köyde) tarımköy uygulamaları kapsamındadır.
- Ayrıca 19.660 derslik, 674 okul (lise, ilköğretim ve anaokulu), 770 spor salonu, 37 kütüphane yapılmıştır.
- 415 ticaret merkezi, 92 hastane, 85 sağlık ocağı, 341 cami, 63 yurt ve pansiyon (16.176 kişilik), 23 sevgi evi (199 bina), 17 engelsiz yaşam merkezi (165 bina) inşaatları başlatılmış, büyük kısmı tamamlanmış. (Kaynak: toki.gov.tr)
Bilmem bu rakamlar meramımı anlatabiliyor mu?
* * *
AKP gelir dağılımını, zengin-fakir uçurumunu, işsizlik sorununu çöz(e)meden nasıl hâlâ alt gelir gruplarının en gözde partisi olmaya devam ediyor?
AKP 8 yıldır muazzam bir başarı ile ailelerin temel ihtiyaçları olan:
i) sağlık, ii) konut, ii) eğitim, iv) ulaşım v) gıda alanlarında gelir aktarımı sağlayarak alt gelir grupları lehine başarılar elde ediyor da ondan!
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2011
AKP’nin iktidarda başarısının bir önemli nedeni, özellikle alt gelir gruplarının tarihsel özlemi muhafazakâr hayat tarzını, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri nihayet ilk kez, modern (muhafazakâr olmayan) hayat tarzının önüne çıkarmasında yatar. Bu değişim muhafazakârlar açısından bir devrimdir.
¡ ¡ ¡
AKP “gelir dağılımında adaletsizlik”le mücadelede ise kendinden önceki iktidarlar kadar başarısızdır. Ancak, AKP alt gelir grupları için yeteri kadar katmadeğer/istihdam yaratamasa da değme sosyalistleri kıskandıracak kadar başarılı gelir aktarımı (bütçe üzerinden zenginden alıp fakire vererek) yaratmıştır.
İktidardaki başarısının ikinci sırrı buradadır.
Bu köşeyi takip edenler bilir.
CHP’ye “Gelir aktarımında sen ne yapacaksın?” diye sorup duruyorum.
¡ ¡ ¡
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) “Hanehalkı İşgücü Araştırması-2010 Yıllık sonuçları” yayınladı. Hep söylediğim gibi gelir dağılımı iyiye gitmek ne kelime, kötüye gidiyor: (2009 rakamlarına göre)
? Yoksulluk sınırına göre nüfusun %17.1’i yoksulluk sınırının altında (2009). Bu oran, bir önceki yıl (2008) %16.7 düzeyindeydi.
? (Bilimsel metotlarla oluşturulan) %20’lik gelir gruplarda, en yüksek gelire sahip (%20) gruptakilerin toplam gelirden aldığı pay %47.6, en düşük gelire sahip gruptakilerin (%20) toplam gelirden aldığı pay ise %5.6. Buna göre, en zengin %20’lik grubun toplam gelirden aldığı pay, en fakir %20’lik gruba göre 8.5 kat fazla. 2008 yılında bu oran 8.1 kat civarındaydı. Aradaki fark değil düzelmek, 0.4 kat artmış.
? 2008 yılında 11 milyon 580 bin kişi ile %16.7 seviyesinde olan yoksulluk oranı da 2009 yılında %0.4 oranında artmış. Türkiye’deki yoksul sayısı 2009 yılında 12 milyon 97 bin kişiye çıkmış.
? Halkın %60.5’i değil her gün yemek, iki günde bir bile et, tavuk ya da balık içeren yemek yiyemiyor. %37.8’i evin ısınma ihtiyacını yeterince karşılayamıyor. Yeni giysiler alamayanların oranı ise %43.9 olarak belirlenmiş.
Bir de iyi haber var:
? Türkiye’de 2010 yılında işsizlik oranı %11.9 olarak belirlenmiş. Türkiye genelinde işsiz sayısı 2010’da bir önceki yıla göre 425 bin kişi azalarak, 3 milyon 46 bin kişiye düşmüş. İşsizlik oranı, geçen yıl bir önceki yıla göre 2.1 puanlık azalışla %11.9 olmuş. 2009’da aynı oran %14 idi.
(Ancak, unutmayalım bizde 8.5 kat olan zengin-fakir uçurumu, dünyanın en vahşi kapitalizmine sahip ABD’de bile 6-7 kat oranında. Bizde %11.9’a düşen işsizlik cadı kazanının kaynadığı Mısır’da %9!)
¡ ¡ ¡
AKP gelir dağılımını, zengin-fakir uçurumunu, işsizlik sorununu çöz(e)meden nasıl hala alt gelir gruplarının en gözde partisi olmaya devam ediyor?
AKP 8 yıldır muazzam bir başarı ile ailelerin temel ihtiyaçları olan:
i) sağlık, ii) konut, ii) eğitim, iv) ulaşım v) gıda alanlarında gelir aktarımı sağlayarak alt gelir grupları lehine başarılar elde ediyor da ondan!
Ne demek istediğimi yarın detaylandıracağım.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2011
28 Şubat darbesinin 14. yıldönümüne bir gün kala darbenin sillesini en ağır yiyen kişi, Necmettin Erbakan Hakk’a yürüdü. Allah taksiratını affetsin. Sevenlerine sabır versin.
Erbakan tabii ki, Cumhuriyet tarihinin en önemli simalarından birisidir. Zira, o Türkiye’de İslam’ın siyasallaşmasının başmimarıdır, hatta kurucudur. Bu özelliği ona tarihin derin kuyusuna izi bir daha silinemeyecek bir imza attırmıştır.
Milli Görüş, Müslüman Kardeşler’in (İhvan) izinden giden bir örgüt olarak hayata başlamış, ancak günümüz Türkiye’sinde siyasi iktidara giden yolda İhvan’a büyük fark atmıştır.
Milli Görüş, sevin sevmeyin, devşirilmiş veya orijinal şekli ile artık Türkiye’nin en etkin siyasi hareketlerinden birisidir.
Uzun yıllar da bu durum değişmeyecektir.
Benim gözümde Erbakan tarihe; T.C.’nin başbakanlarından birisi olmanın ötesinde Türkiye’de siyasal İslam’ın kurucusu olarak geçecektir.
Ancak, biz bugün onu daha çok 28 Şubat darbesi ile anıyoruz. 28 Şubat Erbakan siyasetinin aynı anda şaha kalktığı ve aynı anda tarihten silindiği dönemi simgeler.
Ama, aynı 28 Şubat bugün siyasi İslam’ın Ortadoğu’daki en “ılımlı” temsilcisi haline gelerek tüm Batı’nın dikkatlerini üzerinde toplayan AKP’nin tarihi koşullarını hazırlamıştır.
28 Şubat, antiemperyalist Erbakan’ın küllerinden Ortadoğu’da ABD ve Batı’nın kadim müttefiki, tek can simidi AKP’yi doğurdu.
Heyhat! Anti-Amerikancı Erbakan Hoca, ABD’nin İslam dünyasından en fazla güvendiği AKP’nin manevi babasıdır!
Erbakan Hoca gerçek bir lider, üstün zekâya sahip bir insan, siyasi hırsından öleceği ana dek vazgeçmeyen bir karakter idi.
Ama, 28 Şubat’taki hasımları İsmail Hakkı Karadayı, Çevik Bir, Güven Erkaya veya Erol Özkasnak’tan katbekat üstün meziyetlere sahip bir kişilik iken bu kişilere mağlup oldu! Direnemedi!
Neden 5 gün direndikten sonra kendisini bitireceği aşikâr 28 Şubat bildirisine ve/veya Başbakanlık Çalışma Grubu’nun kuruluş kararnamesine imza attı?
Neden “Başbakanlığı alın başınıza çalın” diyemedi?
Bendeki cevabı basittir.
Rahmetli iktidara tutku seviyesinde sevdalı idi de, ondan!
28 Şubat döneminde iktidarda geçen her gününü kâr saydı, iktidardaki günlerini çıkmadık candan umut kesilmez zehabı içinde geçirdi.
İktidar o kadar tatlı gelmiş olmalı ki, ömrünün sonunda bile SP Genel Başkanlığı’nı, denetimi dışına çıkar korkusu ile Numan Kurtuluş’a teslim edemedi!
Eğer, Necmettin Erbakan 28 Şubat’a direnme basiret ve cesaretini gösterebilseydi, tarihe “demokrasi kahramanı” olarak geçecek, AKP iktidarı sonrası Çevik Bir’e öykünen “darbe heveslilerinin” umutlarını çoktan söndürmüş kişi olacaktı!
Tarihte yeri bambaşka olacaktı.
Türkiye az sayıda da olsa (son lider Recep Tayyip Erdoğan’dır) önemli siyasi liderler yetiştirmiştir ama galiba Atatürk’ten sonra bu ülkede devlet adamı yetişmedi!
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2011
İNSANIN elinden ekmeğini alırsan geriye ne kalır?<br><br>Hayvan! İnsanın elinden bir de onurunu alırsan geriye ne kalır?
72. Koğuş!
* * *
Beni bir filme götürdüler. Filmi seyrederken ağladım. Nedenini tam bilmiyorum. Galiba sahnede kendimi gördüm. Onursuz halim bana pek dokundu.
Hülya Avşar, Yavuz Bingöl, Songül Öden, Kerem Alışık ve de illa ki Civan Canova o kadar muhteşem rol yapıyorlardı ki, ben seyrettiklerimi sahi sandım.
Yönetmen Murat Saraçoğlu, Görüntü Yönetmeni Damian Barba sahneleri o kadar etkileyici çekmişler, montajı o kadar başarılı yapmışlar, müziği filmle o kadar başarılı hal-i hamur etmişler ki ben de ekmeksiz ve onursuz 2 saat 72. Koğuş’ta yattım.
Adem Baba Koğuşu’nda yerlerde yemek artığı aradım.
* * *
Orhan Kemal “72. Koğuş’ta” 2. Dünya Savaşı döneminde bizzat içinde yıllarca yatarak çok iyi tanıdığı mapushane hayatını anlatır.
Bir tiyatro oyunu olarak yazılan 72. Koğuş’un (1967) uzun metrajlı film versiyonu 2011 yılında çekilince ortaya sadece muhteşem bir dönem filmi değil, evrensel mesajı da olan bir film çıkmış.
İnsan temel ihtiyacı gıda ve üstüne üstelik onuru elinden alınınca ne yapar?
Bence sorunun cevabı 2. Dünya Savaşı’nın “kıtlık yıllarında” da aynı idi. 2011 yılının “bolluk yıllarında” da aynı.
Nasıl ki en sadık köpeğin elinden kemiğini alınca anında vahşileşir, insanın da elinden ekmeğini alınca ortaya vahşi bir yaratık çıkar.
Ancak, en beteri onursuzlaştırılmış veya kendi kendine onurunu kaybetmiş insandır.
O yaratık her dönemde, her koşul altında kemiğini arayan köpekten bile daha tehlikelidir.
* * *
72. Koğuş’ta Hülya Avşar ve Yavuz Bingöl’ün canlandırdığı karakterler onurlarını her şart altında koruyorlar. Ama onlar sadece film/oyun karakteri. Orhan Kemal’in gönlü tüm insanlığa kıyamamış. Geriye bir yudum umut bırakmak istemiş.
Ama, eminim ki rahmetli de bu oyunu yazarken biliyordu. Bu iki kahraman onun hayali, özlemi. Gerçek olan diğerleri. Üstelik, onlar hep ama hep varlar. Onurları kolay satın alınıyor. Onurlarını kaybettikten sonra da birer canavara dönüşüyorlar. Eşlerini, dostlarını kazıklıyorlar, ufacık çıkarları için insanları kandırıyorlar, anında yalan söylüyorlar, diğer insanlara zarar vermekten zerre kadar utanmıyorlar.
Aç insan şimdi daha az. Ama onursuz insan daha çok!
* * *
Ben de sizlerin çoğunluğu gibiyim. Sinema sanatından anlamam. 72. Koğuş filminin sanatsal değeri üzerine ahkâm kesecek halim yok.
Normal seviyede zekâya sahip, normal seviyede bilgili, normal yurdum seyircisi olarak bu filmden çok etkilendim.
Kendinizle yüzleşmek istiyorsanız bu filmi muhakkak izleyin.
Perdede içinizdeki hayvanı göreceksiniz!
* * *
Umut nereye düşer usta? Onur nereye?
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2011
DÜNKÜ yazım “Yandaş var, yandaş var” diyerek bitiyordu. Bugünkü yazım da “Fikir var, fikir var” diyerek başlıyor.
* * *
Tartışma seviyesinin bu kadar dibe vurduğu, intikam duygularının bu kadar şaha kalktığı, ego zaaflarının bu kadar pervasızca ortaya döküldüğü, çıkarın bu kadar ön plana çıktığı, fikir üretmekten bu kadar aciz kalındığı bir ortamda artık değil tartışma programlarına katılmak, programları seyretmekten bile vazgeçtim.
Bu kadar boş insanın makale yazarı edası ile bir sürü zırvayı görüş olarak sunduğu bir ülke; siyaseten değilse bile, düşünce kültürü açısından eksen değiştirmiş, boşluğa düşmüştür.
Okumaktan keyif aldığım kişiler hiç mi kalmadı. Var elbet. Taha Akyol, Kadri Gürsel, Rıza Türmen, Sami Kohen, Metin Münir, Semih İdiz, Hayrettin Karaman, Mehmet Şevket Eygi vb. (unuttuklarımdan özür dilerim) bana göre söyleyecek sözleri olan insanlar. Onlar yaşanan fikri kepazeliğe kapılmıyorlar. Görüşlerine katılmasam da her okuyuşumda onlardan yeni bir bilgi, yeni bir bakış açısı kazanıyorum.
* * *
Yazarın bizzat kendi deyimi ile, ortaya çıkmış herhangi “belge yani delil” yokken “Sonergillerle ‘hoşça vakit geçirdikleri’ için ilk günlerde Odatv’yi savununlar, şimdi ‘Belgeler doğruysa, durum vahim’ (ortada somut belge varmış gibi!-C.Ü.) demeye başladı”, diyerek açık yalan söylemesi (Emre Aköz-Sabah-23.02.11) beni çıldırtırken, “AİHM’nin makul kuşku ölçütü ‘nesnel bir gözlemciyi, kişinin suçu işlediğine ikna edecek olguların ya da bilginin bulunması’. Burada önemli olan, bu olguların somut verilere dayandırılması”dır diye yazan Rıza Türmen bana öğretiyor. (Milliyet-21.02.2011)
Domino etkisi adı verilen fırtına Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı kasıp kavururken söz konusu ülkeler hakkında zerre kadar bilgisi olmayan kişiler, örneğin Mısır konusunda etrafı velveleye verirken, Taha Akyol’un Mısır (Müslüman Kardeşler) hakkındaki analizine karşı çıkmaktan keyif alıyorum (Hürriyet-13.2.2011). Taha Akyol’u yanlışlarken “Acaba ben mi yanlış yapıyorum” diye şüpheye düşmek beynime kekremsi bir tat veriyor.
Duruşu ile anlaşmam hiç mümkün olmayan Hüsnü Mahalli’nin (Akşam), bölgeyle ilgili derin bilgisi nedeni ile yazdıkları bana devamlı yeni bir bakış açısı kazandırıyor.
* * *
Aynı görüşte olmamız şart olmadığı gibi mümkün de değil. Ancak, tartışma adabında anlaşmayı becermek mümkün olmalı.
Ama, son zamanlarda tartışma adabını bile tartışabileceğimizden emin olamıyorum.
* * *
Günlerdir, “Acaba Mısır’a demokrasi gelir mi” diye tartışıyoruz.
Zaten yıllardır demokrasi kıskacında Hükümet’i ya yerden yere vuruyor ya da yere göğe sığdıramıyoruz.
Ancak, artık aklıma takılan esas soru şu olmaya başladı:
Basın olarak biz ne üretiyoruz, artık bunu tartışmak gerekmez mi?
* * *
Yıllar önce her şeyi satın alabileceğini zanneden bir arkadaşıma bir hayat kadını para karşılığı her şeyi yapmayacağını, zira raconu olduğunu söylemişti.
Racon=Tarz, üslup, yol yordam.
Devamlı el âleme racon kesiyoruz ama acaba, biz basın mensuplarının raconu var mı?
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2011
BİRİLERİ bir yandaş gazetecinin eline Soner Yalçın’ın CHP’ye yazdığı mektubu tutuşturunca iktidar yandaşları (ben “yalaka” demeyi daha doğru buluyorum, nezaket gereği “iktidar yandaşı” diye yazacağım ama siz “yalaka” diye okuyun) mal bulmuş Mağribi gibi mektubun üzerine atladılar. CHP de kendisine yandaş TV tezgâhlıyormuş, CHP’nin de yandaşları varmış!
İktidar yandaşları “Ne var yani, muhalefetin yandaşı oluyor da iktidarın neden olmasın!”, demeye getiriyorlar.
Yandaş yandaşı muhalifhanede yakalamanın sevinci içinde!
Hadi kabul edelim, tıpkı iktidar gibi, CHP’nin de yandaş TV’si, gazetesi, gazetecisi var!
Ama aradaki nicelik farklarını ne edeceğiz!
* * *
1a) Başbakan’ın bir emri ile Türkiye rekoru kırılarak bir holdinge 2 kamu bankası toplam 750 milyon dolar kredi açıyor, karşılığında doğru dürüst ipotek alınmıyor, (alınsa idi, karşılık olarak 1.5-2 milyar dolar değerinde 1. derece, 1. sıradan gayrimenkul göstermek gerekecekti). Bu kredi ile Türkiye’nin en etkin TV ve gazetelerinden birisi satın alınıyor. İktidarın emrine veriliyor.
Kredi, TV ve Gazete’nin gelecekteki gelirine karşılık verildi. Bankacılık Kanunu’nda genellikle kabul görmeyen gelecekteki gelirlerin rehin alınması karşılığı verilen kredi ile Fırat’taki sağır çoban da bugün o TV ve Gazete’nin sahibi olabilirdi. Ama, çoban kara bahtına küssün. Şans ona gülmedi.
1b) CHP’nin Halk TV’si ise maddeten yerlerde sürünüyor, Fırat’taki sağır çobanın haftalığına muhtaç.
* * *
2a) İktidarın yandaşları TMSF’den, daha doğrusu milletin cebinden (“Fonun malları devlet malı hükmündedir”- tmsf.org.tr) bol sıfırlı transfer paralarını utanmadan ve sıkılmadan kendi ceplerine indiriyorlar. İkinci sınıf iktidar yandaşları da TMSF’nin TV’si Cine-5’e hiç seyredilmeyen programlar yapıp, haftalık harçlıklarını çıkarıyorlar. Birinci sınıf yandaşlar ise babalı-oğullu yine hiç seyredilmeden programları ile TRT’den besleniyorlar. Özel yandaş TV’lerde böğürerek, ağzından tükürükler saçarak program yapanlar ise ayrı bir kategori.
2b) CHP yandaşlığına soyunanları ise uyarıyorum. Ay başlarında maaş almakta zorlanabilirsiniz.
* * *
3a) İktidar yandaşları Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın özel uçağına binip dünyayı gezince piyasaları artıyor, işadamları onlara ayrı bir ihtimam gösteriyor.
3b) CHP’nin seçim otobüsüne binen CHP yandaşları Anadolu’da dolaşırken iş adamlarının “aman uzak durayım, ne olur ne olmaz!” dedikleri gazeteciler haline geliyorlar.
* * *
4a) İktidar yandaşları tam bir basın özgürlüğünü ciğerlerine çekiyorlar. İstedikleri belgeyi yayınlasınlar, “Bu belgeyi nereden buldun?” sorusu ile karşılaşmayacaklarını biliyorlar. İstedikleri küfrü etsinler “kişisel kanaatlerini belirtmiş” olacaklar.
4b) CHP yandaşları her an “CHP=Ergenekon” denklemi çerçevesinde Silivri’yi boylayabileceklerini hiç akıllarından çıkarmasınlar. İkametgah senedi dahil evlerinde, işyerlerinde, çantalarında hiçbir belge taşımasınlar.
* * *
5a) İktidar yandaşları sabah akşam sövseler de “CHP yandaşı” Hürriyet’te çalışmak için can atıyorlar. Boyun büküp, gerdan kıvırıyorlar. “Onu at, beni al!, güftelerinin terennüm edildiği fasıllar tertipliyorlar.
5b) CHP yandaşları, her ne hikmetse, “iktidar yandaşı” gazeteler ve TV’lerde çalışmak için hiç gayret göstermiyorlar.
* * *
6a) İktidar yandaşı gazetecilerin kafası çok çalışıyor, çok akıllılar, çok uyanıklar.
6b) Kusura bakmasınlar ama CHP yandaşı gazetecilerin kafası hiç çalışmıyor.
Hiç akıllı değiller, hele hele uyanık olmak boylarını aşıyor!
* * *
Ne diyelim; yandaş var, yandaş var!
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2011
HUKUKUN iki temel öğesi var: 1) Kişi suçu sabit görülene dek masumdur.
2) Genel iddialar ancak somut delillerle beslenirse anlam kazanır.
Peki basın özgürlüğü nedir?
Ekrandan böğürenler, utanmadan ve sıkılmadan hiç seyredilmeyen Cine 5’ten beslenenler, hiçbir fikri derinliği olmadığı için ona buna bulaşanlar, artiz gibi soyunanlar, dönekliği cukkaya çevirdiği için mecburi tavır alanlar, zırcahil olduklarını gizlemeye çalışanlar, benlikleri şişe şişe davula dönenler, “dava”da döneklikte sınır tanımadıklarını kendilerine hatırlattığı için Yalçın’a gıcık olanlar, 12 Eylül’e, 28 Şubat’a şapka çıkardıktan sonra sıranın sivil vesayete şapka çıkarmaya geldiğini düşünenler, bana da sövmüştü diye tepinerek rol kapanlar ile ilgili hiçbir görüşüm yok.
Zira, onların söylediklerinin/yazdıklarının herhangi bir fikirsel değeri yok!
Ancak, Gülay Göktürk’ü ciddiye alıyorum. Basın özgürlüğü tartışmasında onun bir makalesi dikkatimi çekti. (Bugün-18.02.2011)
Makalesinde Göktürk şu doğru noktalara parmak basıyor:
“1) Bir tiyatrocu, heykeltıraş ya da ressam aynı zamanda iflah olmaz bir dolandırıcı olabilir.
2) ...gerçek bir ifade özgürlüğü darbeciliği savunmayı da içermelidir. Bir insan parlamenter demokratik düzenin Türkiye’ye hayır getirmeyeceğine, bu ülkenin ancak ordu vesayetinde ilerleyebileceğine inanıyorsa bunu yazılarında dile getirebilmelidir.
3) Eğer Soner Yalçın, darbeci yayın çizgisi yüzünden yargılanırsa ben kendi adıma bunu basın özgürlüğüne yapılmış bir saldırı olarak kabul eder ve karşı çıkarım.”
Ancak Göktürk aynı zamanda diyor ki:...
1) “Soner Yalçın’ın yayın çizgisini biliyoruz. Bu kişinin darbeci olduğu, yayın çizgisinin de yargılanan darbecileri kurtarmak, davaları saptırmak ve Türkiye’nin askeri vesayetten kurtulma sürecini baltalamak üzerine kurulduğu herkesin malumu.”
Bir yazarın şahsi görüşlerini herkese mal etmesini (genellemesini) düşünce ahlakı açısından çok yadırgıyorum. Göktürk hangi sistematiğe/ölçüme dayanarak genelleme yapma hakkını kendisinde buluyor? Neden genele sığınma ihtiyacı duyuyor?
2) Ardından Gülay Göktürk şu soruyu soruyor:
“Peki ya (Soner Yalçın’ın) Ergenekon’la organik bağlantısı ortaya çıkarsa?”
Organik bağlantı!
Bu terimin hukukta ne anlama geldiğini çözemiyorum.
Herhalde “tabii bağ” demek istiyor. Bunu da tam anlamıyorum. Silivri davaları ile tabii bağı (sevgi/akraba/dost/duygusal/onay vb. ) olan bir sürü insan var ve onlar hukuk önünde katiyen suçlu değil.
Halbuki AİHM’nin tutuklamayı makul gören ölçüsü şu:
“AİHM’nin makul kuşku ölçütü ‘Nesnel (objektif-C.Ü.) bir gözlemciyi, kişinin suçu işlediğine ikna edecek olguların ya da bilginin bulunması’. Burada önemli olan, bu olguların somut verilere dayandırılması.” (Rıza Türmen-Milliyet-21.02.2011)
AİHM somut olgu, bilgi veya veriyi esas alıyor.
Halbuki şu ana dek elimizde suçlama ile ilgili ancak şu genelgeçer bilgiler var:
Dijital doküman içeriklerinde yeni medya kuruluşlarının kurulması gerektiği, mevcut medyanın da gündem yaratacak haberler yapması lüzumu. Bazı gazetecilerin isimleri. Gündemle ilgili olarak, Mısır olayları ile ilgili kitap yazılması isteği. Bazılarının Fethullah Gülen cemaati ile ilgili yaptığı haberler ve kitaplar.
Ayrıca “Terör örgütüne üye olmak”, “Devletin güvenliğine ait gizli belgeleri temin etmek ve yayınlamak”, “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek”ten bahsediliyor.
Gülay; bu soyut iddiaların suç oluşturmadığını sen yazında zaten açıkça ifade ediyorsun. Bu iddialarda bırakın somut delili, “organik bağ” bile yok.
Sevgili Gülay; örgütsel bağ gibi muallak bir kavram yerine ortaya somut olgu, bilgi, veri çıktığı an davanın sonunu seninle birlikte beklemeye hazır olacağım.
Genel iddialar ancak somut delillerle beslenirse anlam kazanır!
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2011
18 Şubat Cuma günü ABD İstanbul Konsolosluğu’ndan 10 gün önce yapılmış bir davet üzerine ABD Büyükelçisi Francis Joseph Ricciardone’nin davetlisi olarak 6 gazeteci bir toplantıya katıldık. 1) Bay Ricciardone toplantıda söylediklerinin “off the record” kalmasını istediği için bu yazıda onun sözlerine doğrudan yer vermeyeceğim.
2) Ancak, açıkça sordum ve açık cevap aldım. Toplantının kendisi gizli değildi. (Zaten olamazdı.)
3) Ayrıca toplantıya katılan gazetecileirn hiçbirisi sarf ettikleri sözler için “of the record” demedi.
Bu yazı bu üç saptama çerçevesinde yazılmıştır.
* * *
Toplantıya katılan gazeteciler: Abdülhamit Bilici (Zaman), Amberin Zaman (Haber Türk), Sami Kohen (Milliyet), Cengiz Çandar (Radikal), Mehmet Barlas (Sabah) ve ben idik.
ABD’li ev sahipleri ise, hali ile, Büyükelçi Ricciardone, İstanbul Başkonsolosu Scott Frederic Kilner ve birkaç diğer ABD’li yetkiliden oluşuyordu.
Hatırlatayım, davet “Odatv baskını” olmadan önce çıkarılmıştı.
Ancak, Büyükelçi “Soner Yalçın ve arkadaşları” hakkında iki gündür sarf ettiği sözleri nasıl yorumladığımızı sorarak toplantıyı açtı.
Aramızda Hükümet’i açıktan destekleyen 3 arkadaştan bizim grupta olanı anında topa girdi ve çok uzun bir tiradla Büyükelçi’nin “Odatv baskını” konusunda konuşarak büyük hata yaptığını söyledi. Büyükelçi içişlerimize karışmıştı. Ayrıca zamanlaması da yanlıştı. Kişisel duygularını konuşmasının en başında “I am appalled” (appal(ed)=sukutuhayale uğratılmak, yese/dehşete düşürülmek) cümlesini kurarak beyan etti. Ben de arkadaşın Büyükelçi’ye “haddini bildiren” tavrından dolayı dehşete düştüm. Herhalde, bir Hükümet temsilcisi toplantıda olsa idi, çok daha dikkatli olurdu.
Bu arkadaşa göre Soner Yalçın’ın tutuklanması gazeteci olduğu için değil, gizli örgüt üyesi olduğu için gerçekleşmişti. Konunun “basın özgürlüğü” ile alakası yoktu. Baskın sırasındaki “hukuki yanlışlar” gereksiz genellemeler idi.
* * *
Hükümet yanlısı gazetede çalışan genç arkadaş benzer görüşlerini çok daha dikkatli ve nazik sözler ile ifade etti. Diğer Hükümet yanlısı “tecrübeli ağabeyimiz” ise hiç ağzını açmayarak “Ne şiş yansın, ne kebap!” politikası güttü.
Diğer üç kişi ise “baskının” hukuken vahim hatalar ile dolu olduğunu, hatta Türk kanunlarına ters düşen bir sürü nitelik taşıdığını, tüm yaşananların basın özgürlüğüne açık darbe olduğunu, evrensel özgürlüklerin ihlali konusunda yapılacak uyarıların içişlerine karışmak olmadığını vurguladı.
Toplantı sırasında ortaya çıktı ki Hükümet’in iki ilgili üyesi de “Odatv baskınının” somut nedenini anlamamıştı.
* * *
Büyükelçi’nin tavrı ise, bana göre, zaten bilinen tavır olarak bir kez daha zuhur etti. ABD özgürlükler konusunda her zamanki gibi çok duyarlı idi. Bunun davalara karışmak veya Hükümet’i eleştirmek ile alakası yoktu. Ortada evrensel bir prensip vardı. ABD Dışişleri de, hatta Başkan Obama da aynı fikrideydi.
Galiba bu tip konularda artık geri adım atılmayacak.
Dost acı söyler!
* * *
Bay Ricciardone’yi hayatımda ilk kez gördüm. Karşımda Ortadoğu konusunda muazzam bilgili, Şark kurnazlığını anında tanıyan, Kongre’deki “atandığı ülkelerin hükümetlerinden yana tavır alan” imajını silmeye azimli tecrübe küpü bir diplomat vardı. Kendisinden çok keyif aldım.
Obama’nın Kongre’ye rağmen neden Ricciardone’yi atama konusunda ısrarcı olduğunu da galiba anladım.
Büyükelçi’ye “acemi” diyen Başbakan’ın bilgi dağarcığını bir kez daha zorladığını da ister istemez düşündüm.
Yazının Devamını Oku