Bu yazı 23 Nisan günü yazıldı. 24 Nisan günü okurlarla buluşacak.
23 Nisan, baharın insanın içini ısıttığı ve şenlik duyguları aşıladığı bir güne denk gelir genellikle.
23 Nisan, “Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olduğu için, ülke çapında çocukların öne çıktığı bir gündür ve çoktandır baharın çiçek açmasına uygun bir şen havada kutlanır oldu.
Bu yıl da yine, bir süredir dünya çocuklarının Türkiye’ye aktığı bir “uluslararası müsamere” ortamında kutlandı. Gerçi, son bir yıl içinde, Roboski (Uludere) ve Pozantı gibi çocukların yaşamını yitirdiği ya da iğrenç kötü muameleye kaldığı o kötü anılar da 23 Nisan vesilesiyle canlanmadı ve ülkenin bir bölümünde 23 Nisan’a gölge düşürmedi değil.
Yine de, 23 Nisan, 23 Nisan’dır.
24 Nisan ise, apayrı bir gün. Türkiye’nin hatırlamak istemediği ve yıllardır hatırlanmasını istemediği, Ermenilerin ise sürekli zihinlerde canlı tutmak istediği, unutulmasını ve unutturulmasını istemediği bir gün.
O da bir süredir Türkiye’de de anılır oldu.
Birbirini izleyen ve birbirinin tam zıddı çağrışımlara yol aşan bu iki gün için bugüne dek yazılmış en güzel yazıyı Hrant Dink yazmıştı. İki günü, tuhaf bir sevecenlikle, ancak, kendisinin becerebileceği, kendisinden başka kimsenin yapamayacağı bir biçimde.
Bu üçünü yan yana getirdiğiniz takdirde, “Kürt sorununun çözümü”ne ne kadar yakın ya da ne kadar uzak olduğumuz pek zorlanmadan fark edilebilir.
Önce Başbakan’ın BDP’ye seslenen sözleri:
“Hükümet olarak terör örgütünü asla ve asla muhatap almayız, biz terör örgütüyle de asla masaya oturmayız, bunu herkes bilsin. Terör örgütüyle mücadele, siyasi uzantısıyla da –bu kafada değil, bu anlayışta değil- oturur müzakere ederiz. Ama iraden varsa. Ortaya karar koyabileceksen. Eğer koyamayacaksan bizim artık kaybedecek vaktimiz yok. Biz her zaman söylüyoruz, muhatabımız siyasetçilerdir. Bizim muhatabımız terörle arasına mesafe koymuş, terörün vesayetinden kurtulmuş; bu tanımımı iyi dinleyin eş başkanlar... Terör örgütünden emir almayan, yani kendisine ait bir iradesi olan siyasetçilerdir.”
Bu tonlamadan ve güçlü imadan, Başbakan’ın, BDP ve eş başkanlarının “mevcut kafası ve mevcut anlayışı”yla müzakere edilemeyeceğini gördüğü sonucu çıkarılabilir. “Terör örgütünün siyasi uzantısı” diye tanımladığı BDP’yi “terörle arasına mesafe koymuş ve terörün vesayetinden kurtulmuş” ve en önemlisi “kendine ait bir iradesi olan siyasetçiler” olarak görmediği de sezilebilir.
Peki, bütün bunları niçin söylüyor?
BDP ile müzakerenin imkansızlığına kamuoyunu hazırlamak için mi? Yoksa, bu yaklaşımını BDP üzerine baskı unsuru olarak kullanarak bir “müzakere partneri” haline getirebilmek için mi?
İkincisinin geçerli olduğunu –hayra yorarak ve iyi niyet üzerinden yola çıkarak- düşünelim. Bu takdirde böyle bir yaklaşımın istediği sonucu verip vermeyeceğini, “muhatap”ın tavrından çıkarabiliriz.
Gelelim, Selahattin Demirtaş’ın dünkü cevabına:
Bu gelişmenin önemi küçümsenemez ve bu noktaya 12 Eylül 2010 tarihli referandumda yüzde 58 oyla kabul edilen anayasa değişiklikeri sayesinde varıldı. Bu gün, yüzde 58 içindeki oyları başlarına kakılan “yetmez ama evet”çilerin doğru ve isabetli bir oy kullandığının en değerli kanıtı oldu, “12 Eylül dosyası”nın yargı önüne gelmesi.
İki yıl önce referanduma sunulan anayasa değişikliklerine burun kıvıranlar, “hayır” oyu verenler, referandumu “boykot” edenler ve o gün bugündür “yetmez ama evet” pozisyonunu savunmuş olanlara saldırılarını ve hakaretlerini sürdürenler, davaya “müdahil” olmak üzere sıraya giriyor, neredeyse birbirlerini çiğniyorlar.
Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!
Yargılama, “Evet”in sonucudur; bununla birlikte “yetmez” bölümü, yargılamaya rağmen devam ediyor. Çünkü, bu dava, 12 Eylül açısından “yetmez” niteliktedir. Prof. Mithat Sancar, dün, gayet haklı biçimde şu satırlara yer vermişti:
“Bu davanın konusu, bazılarının sandığı gibi, ’12 Eylül rejimi ve onun işlediği suçlar’ değil. Davada yargılanan şey, sadece ‘darbe yapma fiili’dir ki, bu da eski TCK’nın 146. Ve 147. Maddelerindeki suça tekabül ediyor. Bu nedenle, bu davayı ’12 Eylül’ün yargılanması’ şeklinde nitelemek doğru olmaz; buna en fazla ‘Evren/Şahinkaya Davası’ diyebiliriz.”
Öyle. Şayet dava “insanlığa karşı suç” kapsamında açılmış olsaydı, bir “toplumsal yüzleşme”nin önünü açmaya yönelseydi ve Soli Özel’in satırlarıyla “günah keçileriyle yetinmese, işkenceciler, işbirlikçiler, alkışlayanlar, nemalananlar hesap verse, başka ülkelerdeki gibi zalimlerle mazlumlar yüzleşebilseydi, 12 Eylül hesaplaşması daha anlamlı olabilirdi.”
Olamazdı. Olamazdı, zira en basitinden bu “zulüm rejimi”nin ürünü olan anayasa hala yürürlükte. Üçte birinden fazlası değişmiş olsa bile yürürlükte. Türkiye’nin hukuk çerçevesi, 12 Eylül askeri cunta rejimiyle çizilmiş, bunu çizen anayasa “ruhuyla” yerli yerinden dururken, 12 Eylül’ün yargılanması, eksik ve güdük olur. Olan da bu.
O nedenle, “12 Eylül Davası” diye nitelenen davayı, “Evet ama yetmez” diye karşılamamız daha doğru olacaktır.
Bu, aynı zamanda, uluslararası camianın önemli bir bölümünün, Suriye’deki Başşar Esad diktatörlüğünün “biletini kesme” hazırlığı olarak da ifade edilebilir.
Bu bakımdan, Türkiye diplomasisinin etkisini göz önüne almak gerekiyor. “Dostlar Grubu”nun İstanbul toplantısında “Başkanlık Sonuçları” başlığı altında yayımladığı 27 maddelik kararların yanısıra, ev sahibi Türkiye’nin başbakanı Tayyip Erdoğan ile en etkili “aktör”lerin başında gelen ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un konuşmalarını, toplantı sonunda Ahmet Davutoğlu ile ABD’li meslektaşının basın toplantılarında seçtikleri sözcükleri, konuşmalarının tonunu ve yönünü değerlendirmek şart.
İstanbul Toplantısı’nın sonuçlarını yerli yerine oturtmak ve anlamak için.
Kofi Annan’ın bazılarınca pek bel bağlanan, Başşar rejiminin kabul ettiği ve Başşar’ı destekleyen Rusya, Çin ve İran’ın desteklediği planı, İstanbul toplantısının 27 maddelik kararlarının 6. Maddesinde zikrediliyor ama Suriye rejiminin ilgili BM, Arap Birliği ve İKÖ kararlarının tümüyle uygulanması gerektiğine “vurgu” yapılarak.
Maddede, BM ve Arap Birliği “özel temsilcisi” Kofi Annan’ın görevine tam destek verildiği ifade edilmekle birlikte, kararların tümü ele alındığında ve bu desteğin Başşar Esad’ın halkına karşı silahlı saldırılarını bir an önce durdurmasının sağlanması anlamında olduğu görülüyor.
İstanbul Toplantısı’na 24 saat kala, Suriye, Dışişleri Sözcüsü aracılığıyla yaptığı açıklamada, Suriye Ordusu’nun şehirlerden çekilmesi ve saldırılarını durdurmasını, “güvenlik ortamının normalleşmesi”ne ve muhalefetin saldırılarının durması ön şartına bağlamıştı. Zaten, Başşar rejimi, “Annan Planı”nı kabul edeli beri, saldırılarını durdurmadı. Her gün Suriye’nin çeşitli yerlerinde 100 dolayında insan, rejimin silahlı saldırıları sonucunda hayatlarını kaybetmeye devam ediyor.
Başşar rejiminin, “Annan Planı”nı vakit kazanmak için kullanacağı ve başkasına ihtiyaç olmadan işlemez hale getireceği besbelliydi. Nitekim, “Annan Planı”nı uygulanamaz hale getirerek işin en başında “kadük” hale getiren odur.
“Suriye’de bildiğimiz anda bir devlet artık kalmadı” dedi. “En önemlisi, Suriye’de bir devleti var etmek anlamında bir amaç ve yön duygusu (purpose and direction) kalmadı. Amacı ve yönü, sadece yönetici aileyi güç kullanarak ayakta tutmak olan ve ülkenin birçok bölümünü kontrol edemeyen bir yapıya devlet denmez.”
Başka hiçbir neden olmasa bile, bu saptama, artık Suriye’de çoğumuzun algıladığı anlamda bir “devlet”in ortadan kalktığını ortaya koyuyor.
Birkaç saat sonra, Lübnan’ın el-Mustaqbal gazetesinin bölgeden Beyrut’a dönen muhabiri, çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı El-Cezire bölgesinde “Suriye devleti”nin ortada gözükmediği ve PKK’lıların Kamışlı, Amude gibi kentlerde yönetimi fiilen ele aldığını bana izlenim olarak aktardı.
Türkiye’nin başını çekenler arasında olduğu ve yarın İstanbul’da toplanacak “Suriye’nin Dostları” toplantısının sonuçlarını boşa çıkartmak için “büyük bir uluslararası barış girişimi” olarak sunulan Suriye, Rusya ve İran’ın “cankurtaran simidi” Kofi Annan Planı da çökmüş bir “Suriye devleti”ni canlandıramaz.
New York Times’ın dünkü sayısında, ABD’nin sayısı pek de kabarık olmayan “aklı başında ve bilgili” Ortadoğu uzmanlarının başında gelen Aaron David Miller’in “Annan Esad’ı Kurtaracak mı?” başlıklı çok dikkate değer bir değerlendirme yazısı yayımlandı. Yazının şu satırlarının altı çizilmeli:
“İyi niyetli olmasına rağmen, Annan’ın planı krizi sonlandırmayacak; daha beter yapacak... Plan, Annan’ın diplomasisini zaman kazanmak, yeniden güç toplamak, muhalefeti ve uluslararası camiayı bölmek amacıyla istismar edecek olan bir cani rejime sunulmuş kötü zamanlı bir can simididir. Nihayetinde, Esad ailesinin dışında onun peşine takılacak herkes zayıflayacaktır... Annan Planı’nın her unsuru bir tuzaktır.”
Yazar, Plan’ın her adımındaki tuzağı tek tek açıkladıktan sonra değerlendirmesine şöyle devam ediyor:
“Annan Planı boş bir odaya girmenin anahtarıdır. Büyük ölçüde isyancıları değil hükümete avantaj sağlayacak bir şekilde çatışmaya geri dönüşü sağlayacaktır. Muhalefetin, gelişmeler askeri alandan müzakere masasına dönmesi halinde daha büyük koza sahip olacağı argümanı saflıktır.”
Bir yanda Bağdat’ta Saddam Hüseyin döneminden beri ilk kez Arap Zirvesi toplanıyor. Bu, Arap Zirvesi, bir yandan, ABD’nin ayrılmasından sonra Irak’ın “kendi ayakları üzerinde durduğunun” kanıtı olarak sunulmak istenirken, bir yandan da Irak’ın, “Türkiye ve İran’a karşı koyması ve Arap kimliğinin vurgulanması” amacıyla da açıklanıyor.
Gelgelelim, “Ne Türkiye-Ne İran” tercihlerini reddeden “Arap Irak” gösterisinin ev sahipleri olan Irak Cumhurbaşkanı ile Irak Dışişleri Bakanı (Celal Talabani ile Hoşyar Zebari) Kürt!
Ve, Irak’taki Arap Zirvesi’nin başlıca konusu ise komşu Suriye.
Irak’ta Arap Zirvesi yapılırken, Türkiye’de, İstanbul’da Suriye muhalefeti Suriye Ulusal Konseyi’ni (SUK) birleştirme, yeniden yapılandırma ve Başşar Esad sonrasında geçerli olacak bir “Milli Misak” oluşturmak için toplanıyor ve bu toplantıdan Kürtler, “Milli Misak”tan Kürt hakları açısından tatmin olmadıkları için çekiliyorlar.
İki gün sonra, 1 Nisan Pazar günü İstanbul, bir de 60-70 düzeyinde ülkenin katılması söz konusu olan “Suriye’nin Dostları” toplantısına ev sahipliği edecek. “Suriye’nin Dostları”, zalim diktatörlük rejiminin ömrünü kısaltmak konusunda derde deva olamayacağı BM Güvenlik Konseyi’ndeki Rusya ve Çin vetolarıyla ortaya çıkan Birleşmiş Milletler’e alternatif bir mekanizma. Bunun başını çekenler arasında Türkiye var ve “Suriye’nin Dostları” toplantısı kararları, rejimin ömrünü kısaltmayı hedef alıyor.
Tabii, ortada bir de BM ve Arap Birliği Temsilcisi sıfatı üstlenen eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın alelacele ortaya attığı, Suriye rejiminin derhal kabul ettiği, Rusya, Çin (ve de Kofi Annan’ın Pazartesi günü ziyaret edeceği İran) tarafından kabul edilen “Plan”ı var.
Kofi Annan, haftaya BM Güvenlik Konseyi’ne “planı”nı sunacak. Annan’ın faaliyeti, kendiliğinden, Türkiye’nin başını çektiği “Suriye’nin Dostları”nın girişimlerinin karşısına dikiliyor.
Suriye’deki rejimin ayakta kalmasını –farklı gerekçelerle de olsa- isteyenler, cankurtaran simidi gibi Kofi Annan’a sarılmış durumdalar.