Cengiz Çandar

23,5 Nisan

24 Nisan 2012
Bugün bu köşeyi Hrant'a bırakıyorum. Yazının başlığını da zaten ta 26 Nisan 1996 günü Agos'un ilk günlerinde o atmıştı: 23,5 Nisan.

Bu yazı 23 Nisan günü yazıldı. 24 Nisan günü okurlarla buluşacak.

23 Nisan, baharın insanın içini ısıttığı ve şenlik duyguları aşıladığı bir güne denk gelir genellikle.

23 Nisan, “Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olduğu için, ülke çapında çocukların öne çıktığı bir gündür ve çoktandır baharın çiçek açmasına uygun bir şen havada kutlanır oldu.

Bu yıl da yine, bir süredir dünya çocuklarının Türkiye’ye aktığı bir “uluslararası müsamere” ortamında kutlandı. Gerçi, son bir yıl içinde, Roboski (Uludere) ve Pozantı gibi çocukların yaşamını yitirdiği ya da iğrenç kötü muameleye kaldığı o kötü anılar da 23 Nisan vesilesiyle canlanmadı ve ülkenin bir bölümünde 23 Nisan’a gölge düşürmedi değil.

Yine de, 23 Nisan, 23 Nisan’dır.

24 Nisan ise, apayrı bir gün. Türkiye’nin hatırlamak istemediği ve yıllardır hatırlanmasını istemediği, Ermenilerin ise sürekli zihinlerde canlı tutmak istediği, unutulmasını ve unutturulmasını istemediği bir gün.

O da bir süredir Türkiye’de de anılır oldu.

Birbirini izleyen ve birbirinin tam zıddı çağrışımlara yol aşan bu iki gün için bugüne dek yazılmış en güzel yazıyı Hrant Dink yazmıştı. İki günü, tuhaf bir sevecenlikle, ancak, kendisinin becerebileceği, kendisinden başka kimsenin yapamayacağı bir biçimde.

Yazının Devamını Oku

Meral Okay: Bir “kaya” sonsuzluğa yuvarlandı...

10 Nisan 2012
Gündem her zamanki gibi yüklü. Ama öyle şeyler vardır ki, gündemi iptal eder ve kendisi gündem olur kimi kişiler için. Ölüm gibi. Meral Okay’ın ölüm haberiyle, dün, güne başlayınca, gündem o oldu benim için.
Meral Okay ismini milyonlarca insan, “İkinci Bahar”, “Asmalı Konak” ve son olarak “Muhteşem Yüzyıl” gibi iz bırakan dizilerin senaryo yazarı olarak tanıdı. Onu birebir tanıma fırsatı bulmuş dostları için ise, Meral Okay, gözü kapalı sırtınızı dayayıp, arkanıza bakmadan yürüyeceğiniz “kaya gibi insan”dı. Bu gibi insanların, sayılarının pek az kaldığı bir dönemde, Meral gibi bir “kaya” paha biçilmez değerdeydi.
Meral Okay, o kaya, dün sonsuzluğa yuvarlandı.
Birçok insanın sırtı birdenbire bomboş kalıverdi.
Hiçbir ölüm yakınları ve sevenleri için “zamanlı” değildir. Yakınlar ve sevenler için ölümün zamanı yoktur. Meral’in hastalığını biliyorduk. Adım adım kaçınılmaz sona yaklaştığından haberliydik. Onun, sanki bilmiyormuş gibi, son günlerini gelecek planları yaparak “yaşam coşkusu”nu hiç yitirmeden yaşadığını da biliyorduk.
Çok erken bir ölümdü onunki, yaşına bakılırsa. Bilsek da, dün, güne onun haberiyle uyanmak çok şaşırtıcı ve acıydı.
Yaman’ınki de böyle olmuştu. Yaman Okay da bundan 19 yıl önce kaçınılmaz sona adım adım gidiyordu. Yaman da Meral gibi bir insandı. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş deyişine uygun bir çiftti onlar. Yaman Okay’ın gidişine de inanamıştık. Daha kırklı yaşlarının başlarındaydı.
Meral, o sırada otuzlarındaydı. Aradan su gibi akmış geçmiş 19 yıl ve Meral Okay, henüz ellilerinin başlarında, Yaman’ın yanına gitti. Ayrılık bitti.
Bizler ondan ayrı düştük.
Çok sık görüşmiyor olsak da, beni seven, bana inanan; onlarca insan gibi ihtiyacım olduğunda sırtımı gözümü kapayıp dayayabileceğimi bildiğim, eşsiz, özel bir dokudan dokunmuş, sapasağlam, kaya gibi bir insanın göçüp gittiğini bilerek yaşama devam edeceğim.
Meral Okay, o kaya, yuvarlandı, gitti.
Ruhu şad olsun. Mekanı cennet olsun.
Not: İki haftalık bir aradan sonra buluşmak üzere yazılara ara vereceğim. Arada yazmamayı imkansız kılan bir gündem olmadığı taktirde. İki hafta sonra görüşürüz.
Yazının Devamını Oku

Erdoğan-Demirtaş-Barzani ile “Çözüm”ün neresindeyiz?

7 Nisan 2012
Önceki gün Başbakan Tayyip Erdoğan konuştu; dün de BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Diyarbakır’dan cevap verdi. Bir de Irak Kürdistan Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin Washington’da İsrail lobisinin düşünce kuruluşu Washington Institute’da yaptığı konuşmada, Türkiye ve PKK konusunda söyledikleri.

Bu üçünü yan yana getirdiğiniz takdirde, “Kürt sorununun çözümü”ne ne kadar yakın ya da ne kadar uzak olduğumuz pek zorlanmadan fark edilebilir.

Önce Başbakan’ın BDP’ye seslenen sözleri:

“Hükümet olarak terör örgütünü asla ve asla muhatap almayız, biz terör örgütüyle de asla masaya oturmayız, bunu herkes bilsin. Terör örgütüyle mücadele, siyasi uzantısıyla da –bu kafada değil, bu anlayışta değil- oturur müzakere ederiz. Ama iraden varsa. Ortaya karar koyabileceksen. Eğer koyamayacaksan bizim artık kaybedecek vaktimiz yok. Biz her zaman söylüyoruz, muhatabımız siyasetçilerdir. Bizim muhatabımız terörle arasına mesafe koymuş, terörün vesayetinden kurtulmuş; bu tanımımı iyi dinleyin eş başkanlar... Terör örgütünden emir almayan, yani kendisine ait bir iradesi olan siyasetçilerdir.”

Bu tonlamadan ve güçlü imadan, Başbakan’ın, BDP ve eş başkanlarının “mevcut kafası ve mevcut anlayışı”yla müzakere edilemeyeceğini gördüğü sonucu çıkarılabilir. “Terör örgütünün siyasi uzantısı” diye tanımladığı BDP’yi “terörle arasına mesafe koymuş ve terörün vesayetinden kurtulmuş” ve en önemlisi “kendine ait bir iradesi olan siyasetçiler” olarak görmediği de sezilebilir.

Peki, bütün bunları niçin söylüyor?

BDP ile müzakerenin imkansızlığına kamuoyunu hazırlamak için mi? Yoksa, bu yaklaşımını BDP üzerine baskı unsuru olarak kullanarak bir “müzakere partneri” haline getirebilmek için mi?

İkincisinin geçerli olduğunu –hayra yorarak ve iyi niyet üzerinden yola çıkarak- düşünelim. Bu takdirde böyle bir yaklaşımın istediği sonucu verip vermeyeceğini, “muhatap”ın tavrından çıkarabiliriz.

Gelelim, Selahattin Demirtaş’ın dünkü cevabına:

Yazının Devamını Oku

“Evet ama yetmez” 12 Eylül Davası; “Olamaz” KCK İddianamesi...

5 Nisan 2012
Heyecanlı bir gündü dün. 12 Eylül’ün yargılanmasının ilk günü diye, bu gelişmeyi “devrim kıvamı”nda değerlendirenler bile oldu. 650 bin kişinin gözaltına alındığı, 229 kişinin gözaltında öldüğü, 230 bin kişinin Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandığı, 1 milyon 683 bin kişinin fişlendiği bir “askeri cunta dönemi”nin yargılanmasına başlanması, kuşkusuz, Türkiye’nin selameti ve geleceği bakımından başlı başına önemli bir olaydır.

Bu gelişmenin önemi küçümsenemez ve bu noktaya 12 Eylül 2010 tarihli referandumda yüzde 58 oyla kabul edilen anayasa değişiklikeri sayesinde varıldı. Bu gün, yüzde 58 içindeki oyları başlarına kakılan “yetmez ama evet”çilerin doğru ve isabetli bir oy kullandığının en değerli kanıtı oldu, “12 Eylül dosyası”nın yargı önüne gelmesi.

İki yıl önce referanduma sunulan anayasa değişikliklerine burun kıvıranlar, “hayır” oyu verenler, referandumu “boykot” edenler ve o gün bugündür “yetmez ama evet” pozisyonunu savunmuş olanlara saldırılarını ve hakaretlerini sürdürenler, davaya “müdahil” olmak üzere sıraya giriyor, neredeyse birbirlerini çiğniyorlar.

Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!

Yargılama, “Evet”in sonucudur; bununla birlikte “yetmez” bölümü, yargılamaya rağmen devam ediyor. Çünkü, bu dava, 12 Eylül açısından “yetmez” niteliktedir. Prof. Mithat Sancar, dün, gayet haklı biçimde şu satırlara yer vermişti:

“Bu davanın konusu, bazılarının sandığı gibi, ’12 Eylül rejimi ve onun işlediği suçlar’ değil. Davada yargılanan şey, sadece ‘darbe yapma fiili’dir ki, bu da eski TCK’nın 146. Ve 147. Maddelerindeki suça tekabül ediyor. Bu nedenle, bu davayı ’12 Eylül’ün yargılanması’ şeklinde nitelemek doğru olmaz; buna en fazla ‘Evren/Şahinkaya Davası’ diyebiliriz.”

Öyle. Şayet dava “insanlığa karşı suç” kapsamında açılmış olsaydı, bir “toplumsal yüzleşme”nin önünü açmaya yönelseydi ve Soli Özel’in satırlarıyla “günah keçileriyle yetinmese, işkenceciler, işbirlikçiler, alkışlayanlar, nemalananlar hesap verse, başka ülkelerdeki gibi zalimlerle mazlumlar yüzleşebilseydi, 12 Eylül hesaplaşması daha anlamlı olabilirdi.”

Olamazdı. Olamazdı, zira en basitinden bu “zulüm rejimi”nin ürünü olan anayasa hala yürürlükte. Üçte birinden fazlası değişmiş olsa bile yürürlükte. Türkiye’nin hukuk çerçevesi, 12 Eylül askeri cunta rejimiyle çizilmiş, bunu çizen anayasa “ruhuyla” yerli yerinden dururken, 12 Eylül’ün yargılanması, eksik ve güdük olur. Olan da bu.

O nedenle, “12 Eylül Davası” diye nitelenen davayı, “Evet ama yetmez” diye karşılamamız daha doğru olacaktır.

Yazının Devamını Oku

Suriye kararları: Zulme karşı yol haritası

3 Nisan 2012
Kim ne derse desin, İstanbul’daki “Suriye Halkının Dostları Grubu”nun, kısaltılmış adıyla “Dostlar Grubu”nun toplantısı, Suriye rejiminin ayakta tutulmasından başka bir pratik sonucu olmayacak olan “Annan Planı”nın defin işlemlerine başlandığının işaretidir.

Bu, aynı zamanda, uluslararası camianın önemli bir bölümünün, Suriye’deki Başşar Esad diktatörlüğünün “biletini kesme” hazırlığı olarak da ifade edilebilir.
Bu bakımdan, Türkiye diplomasisinin etkisini göz önüne almak gerekiyor. “Dostlar Grubu”nun İstanbul toplantısında “Başkanlık Sonuçları” başlığı altında yayımladığı 27 maddelik kararların yanısıra, ev sahibi Türkiye’nin başbakanı Tayyip Erdoğan ile en etkili “aktör”lerin başında gelen ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un konuşmalarını, toplantı sonunda Ahmet Davutoğlu ile ABD’li meslektaşının basın toplantılarında seçtikleri sözcükleri, konuşmalarının tonunu ve yönünü değerlendirmek şart.
İstanbul Toplantısı’nın sonuçlarını yerli yerine oturtmak ve anlamak için.
Kofi Annan’ın bazılarınca pek bel bağlanan, Başşar rejiminin kabul ettiği ve Başşar’ı destekleyen Rusya, Çin ve İran’ın desteklediği planı, İstanbul toplantısının 27 maddelik kararlarının 6. Maddesinde zikrediliyor ama Suriye rejiminin ilgili BM, Arap Birliği ve İKÖ kararlarının tümüyle uygulanması gerektiğine “vurgu” yapılarak.
Maddede, BM ve Arap Birliği “özel temsilcisi” Kofi Annan’ın görevine tam destek verildiği ifade edilmekle birlikte, kararların tümü ele alındığında ve bu desteğin Başşar Esad’ın halkına karşı silahlı saldırılarını bir an önce durdurmasının sağlanması anlamında olduğu görülüyor.
İstanbul Toplantısı’na 24 saat kala, Suriye, Dışişleri Sözcüsü aracılığıyla yaptığı açıklamada, Suriye Ordusu’nun şehirlerden çekilmesi ve saldırılarını durdurmasını, “güvenlik ortamının normalleşmesi”ne ve muhalefetin saldırılarının durması ön şartına bağlamıştı. Zaten, Başşar rejimi, “Annan Planı”nı kabul edeli beri, saldırılarını durdurmadı. Her gün Suriye’nin çeşitli yerlerinde 100 dolayında insan, rejimin silahlı saldırıları sonucunda hayatlarını kaybetmeye devam ediyor.
Başşar rejiminin, “Annan Planı”nı vakit kazanmak için kullanacağı ve başkasına ihtiyaç olmadan işlemez hale getireceği besbelliydi. Nitekim, “Annan Planı”nı uygulanamaz hale getirerek işin en başında “kadük” hale getiren odur.

Yazının Devamını Oku

Türkiye’nin Kürt algısı Suriye’ye ihraç edilirse...

31 Mart 2012
Suriye’de Başşar Esad rejiminin “bittiği”ne dair en çarpıcı yorumlardan birini önemli bir Arap entelektüeli olan bir dostumdan dinledim dün. Uzun yıllar ünlü el-Hayat ve Lübnan’da İngilizce yayımlanan Daily Star gazetelerinin sahibiydi. Oxford ve Harvard doktoralarının yanısıra, Suriye rejiminin de, Körfez’deki rejimlerin de en üst düzey yöneticilerini yakından tanıyordu.

“Suriye’de bildiğimiz anda bir devlet artık kalmadı” dedi. “En önemlisi, Suriye’de bir devleti var etmek anlamında bir amaç ve yön duygusu (purpose and direction) kalmadı. Amacı ve yönü, sadece yönetici aileyi güç kullanarak ayakta tutmak olan ve ülkenin birçok bölümünü kontrol edemeyen bir yapıya devlet denmez.”

Başka hiçbir neden olmasa bile, bu saptama, artık Suriye’de çoğumuzun algıladığı anlamda bir “devlet”in ortadan kalktığını ortaya koyuyor.

Birkaç saat sonra, Lübnan’ın el-Mustaqbal gazetesinin bölgeden Beyrut’a dönen muhabiri, çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı El-Cezire bölgesinde “Suriye devleti”nin ortada gözükmediği ve PKK’lıların Kamışlı, Amude gibi kentlerde yönetimi fiilen ele aldığını bana izlenim olarak aktardı.

Türkiye’nin başını çekenler arasında olduğu ve yarın İstanbul’da toplanacak “Suriye’nin Dostları” toplantısının sonuçlarını boşa çıkartmak için “büyük bir uluslararası barış girişimi” olarak sunulan Suriye, Rusya ve İran’ın “cankurtaran simidi” Kofi Annan Planı da çökmüş bir “Suriye devleti”ni canlandıramaz.

New York Times’ın dünkü sayısında, ABD’nin sayısı pek de kabarık olmayan “aklı başında ve bilgili” Ortadoğu uzmanlarının başında gelen Aaron David Miller’in “Annan Esad’ı Kurtaracak mı?” başlıklı çok dikkate değer bir değerlendirme yazısı yayımlandı. Yazının şu satırlarının altı çizilmeli:

“İyi niyetli olmasına rağmen, Annan’ın planı krizi sonlandırmayacak; daha beter yapacak... Plan, Annan’ın diplomasisini zaman kazanmak, yeniden güç toplamak, muhalefeti ve uluslararası camiayı bölmek amacıyla istismar edecek olan bir cani rejime sunulmuş kötü zamanlı bir can simididir. Nihayetinde, Esad ailesinin dışında onun peşine takılacak herkes zayıflayacaktır... Annan Planı’nın her unsuru bir tuzaktır.”

Yazar, Plan’ın her adımındaki tuzağı tek tek açıkladıktan sonra değerlendirmesine şöyle devam ediyor:

“Annan Planı boş bir odaya girmenin anahtarıdır. Büyük ölçüde isyancıları değil hükümete avantaj sağlayacak bir şekilde çatışmaya geri dönüşü sağlayacaktır. Muhalefetin, gelişmeler askeri alandan müzakere masasına dönmesi halinde daha büyük koza sahip olacağı argümanı saflıktır.”

Yazının Devamını Oku

Türkiye ve Suriye için bu “Annan Planı”na hayır...

30 Mart 2012
Suriye, şu sırada herkesin gündeminin baş sırasında. Ve, siyasi, diplomatik ve askeri olarak son derece karmaşık bir fotoğraf veriyor. Doğru-yanlış, haklı-haksız, gerçek-yalan; bütün bunları ayırdetmek ülkenin tarihini, yapısını, bugünkü halini ve uluslararası ve bölgesel dengeleri yakından bilmeden, izlemeden ve kavramadan imkansız.

Bir yanda Bağdat’ta Saddam Hüseyin döneminden beri ilk kez Arap Zirvesi toplanıyor. Bu, Arap Zirvesi, bir yandan, ABD’nin ayrılmasından sonra  Irak’ın “kendi ayakları üzerinde durduğunun” kanıtı olarak sunulmak istenirken, bir yandan da Irak’ın, “Türkiye ve İran’a karşı koyması ve Arap kimliğinin vurgulanması” amacıyla da açıklanıyor.

Gelgelelim, “Ne Türkiye-Ne İran” tercihlerini reddeden “Arap Irak” gösterisinin ev sahipleri olan Irak Cumhurbaşkanı ile Irak Dışişleri Bakanı (Celal Talabani ile Hoşyar Zebari) Kürt!

Ve, Irak’taki Arap Zirvesi’nin başlıca konusu ise komşu Suriye.

Irak’ta Arap Zirvesi yapılırken, Türkiye’de, İstanbul’da Suriye muhalefeti Suriye Ulusal Konseyi’ni (SUK)  birleştirme, yeniden yapılandırma ve Başşar Esad sonrasında geçerli olacak bir “Milli Misak” oluşturmak için toplanıyor ve bu toplantıdan Kürtler, “Milli Misak”tan Kürt hakları açısından tatmin olmadıkları için çekiliyorlar.

İki gün sonra, 1 Nisan Pazar günü İstanbul, bir de 60-70 düzeyinde ülkenin katılması söz konusu olan “Suriye’nin Dostları” toplantısına ev sahipliği edecek. “Suriye’nin Dostları”, zalim diktatörlük rejiminin ömrünü kısaltmak konusunda derde deva olamayacağı BM Güvenlik Konseyi’ndeki Rusya ve Çin vetolarıyla ortaya çıkan Birleşmiş Milletler’e alternatif bir mekanizma. Bunun başını çekenler arasında Türkiye var ve “Suriye’nin Dostları” toplantısı kararları, rejimin ömrünü kısaltmayı hedef alıyor.

Tabii, ortada bir de BM ve Arap Birliği Temsilcisi sıfatı üstlenen eski BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın alelacele ortaya attığı, Suriye rejiminin derhal kabul ettiği, Rusya, Çin (ve de Kofi Annan’ın Pazartesi günü ziyaret edeceği İran) tarafından kabul edilen “Plan”ı var.

Kofi Annan, haftaya BM Güvenlik Konseyi’ne “planı”nı sunacak. Annan’ın faaliyeti, kendiliğinden, Türkiye’nin başını çektiği “Suriye’nin Dostları”nın girişimlerinin karşısına dikiliyor.

Suriye’deki rejimin ayakta kalmasını –farklı gerekçelerle de olsa- isteyenler, cankurtaran simidi gibi Kofi Annan’a sarılmış durumdalar.

Yazının Devamını Oku

BDP “muhatap” olabilir mi? Nasıl olabilir?

28 Mart 2012
“Kürt sorunu”nun çözümü için BDP’nin (kapatılmadan önce DTP’nin) “muhatap” alınması gerektiğini ilişkin dilimizde tüy bitti, yazdığımız yazıların mürekkebi tükendi. Siyasi iktidar bu yaklaşımı pek benimsemedi.

Her biri aynı sonuca çıkan yani BDP’yi “muhatap almayan” ve bir bakıma “adam yerine koymayan” farklı gerekçeler ileri sürüldü:

1. BDP, terörle (yani PKK ile) arasına mesafe koymazsa, onunla görüşülmez.

2. BDP’nin kendisi kendisini “muhatap” olarak görmüyor, sürekli olarak İmralı’yı ve Kandil’i işaret ediyor.

3. BDP, siyasi inisyatif alamıyor. İplerini İmralı’ya, Kandil’e bırakmış vaziyette.

Bu durumda “aslı varken suretiyle görüşmeye ne gerek var” hesabı, BDP ile görüşmek yerine, doğrudan İmralı ile ve Oslo’da ortaya çıktığı haliyle Kandil’le görüşmeler yoluna girilmişti.

Bu “süreç”ten hesaplanan  sonuç –o neyse- çıkmayınca, bugüne dek pek “denklem içi” görülmeyen BDP’yi “muhatap” alma eğiliminin devlet katında güçlendiği dikkat çekiyor.

Bugüne dek BDP’nin “muhatap” alınmamasına ilişkin olarak ortaya konulan gerekçeler pek isabetli sayılmazdı. BDP’nin kendisi yerine İmralı ve Kandil’i “muhatap” olarak önerdiği doğru değil. BDP, her vakit bu talepte bulundu. Ama, işin “silahlı boyutu” ya da popüler deyimiyle “terör”ü sona erdirmenin kendisinden beklenemeyeceğini, bunun müzakeresinin “silahlı mücadeleyi kim başlattıysa, onun kararını kim verdiyse” onunla yapılabileceğini belirterek PKK’yı,“muhatap” olarak ama sorununun o“boyutu”nun “muhatabı” olarak gösterdi. Yoksa, “Benimle konuşacak bir şey yok. Başka kapıya gidin” demedi.
2009’da “Açılım”ın başladığı ilan edildiği vakit, Başbakan, o dönem DTP Eş Başkanı olan Ahmet Türk’le topu topu bir kez ve sadece 40 dakika görüştü. O dönem boyunca, İmralı’da Abdullah Öcalan ile ve Oslo’da da olduğu öğrenilen Kandil ile görüşmeler, DTP-BDP’den gizli-habersiz yürütüldü.
Bir yandan, “PKK seçmen tabanı”nın oylarıyla seçilmiş olmanın meşruiyetine sahip olmasına rağmen devletin dışladığı, diğer yandan “devlet”le “mahrem görüşmeler sürdürme”nin rehavetindeki PKK’nın siyasi kararlarda pek ırgalamadığı BDP ne yapabilirdi?

PKK’nın BDP’nin elini kolunu serbest bırakmasını istemekten, iktidar partisini BDP’yi muhatap almaya çağırmaktan ve bu arada BDP’ye de “artık sen de rüştünü ispat et” demekten başka, bizler ne yapabilirdik?

Bugün vardığımız noktada, BDP üzerinde yoğunlaşan “sorunun müzakere edileceği muhatap” beklentileri, böyle bir geçmişin bütün kamburlarını ve “enfeksiyonu”nu taşıyor.

İmralı ve Kandil ile palamarlarını toptan çözmüş, İmralı ve Kandil’le, özetle PKK ile hiçbir bağı kalmamış bir BDP’nin oynayabileceği hiçbir anlamlı rol yok. BDP’ye yönelik böyle bir beklenti varsa, bu bir “ham hayal”dir.

Tam tersine, BDP’nin bütün anlamı, PKK ile “zihinsel” ve hatta bir bakıma “bedensel” ortaklığıdır. BDP, PKK ile bağlarını koparması ile çözüme katkı sunacak bir “muhatap” haline gelemez; tam tersine PKK ile “organik” beraberliğinden yararlanılarak, PKK’yi “silahlı mücadeleyi terketme”ye ikna edebilecek bir “muhatap” olarak rolü güçlendirilirse, yararlı bir “muhatap” haline gelebilir.

BDP Eş Başkanı Gültan Kışanak’ın dün “Bıraksınlar resmi olarak İmralı’ya, Kandil’e gidelim. Meclis karar alsın, bir heyet kursun, heyetle gidelim. Biz çözümlerin hiçbirine kapalı değiliz” sözlerini sarfetmesi, çözüm yönünde değerlendirilebilecek bir “fırsat penceresi” olarak görülebilir.

Gültan Kışanak, “Silahların susmasının tabii ki müzakerenin ilk koşulu” olduğunu belirterek, “Bu iktidar müzakereci olsun, BDP rolünü oynamaya, silahları susturmaya, bunun koşullarını yaratmaya hazırdır” dedi.

Üzerinde yorum gerektirmeyecek kadar iddialı ve önemli sözler.

BDP’ye, “Devlet”in yeni “gözde adayı” olarak oynaması beklenen rolü oynayabilmesi için gerekli “siyasi iklim” yaratılmak zorundadır. BDP örgütünün, binlerce mensubu, aralarında belediye başkanları, belediye meclis üyeleri, il başkanları, ilçe başkanları KCK tutuklusu iken, BDP, “siyaseten reşit” sayılarak herhangi bir rolü oynayabilir mi?

Dil değiştirilmek zorundadır. BDP, “terör örgütünün siyasi uzantıları” sıfatı altında, üzerine bu etiket yapıştırılmış bir şekilde, “barış” için anlamlı bir rol oynayabilir mi?

BDP’yi bir siyasi “korucu aşireti” gibi kullanarak, PKK’nın tasfiyesinde ve “Kürt sorununa çözüm”de rol alması beklenebilir mi?

Tabii, bir de PKK’nın konumu var. PKK’nın yazarları, “Suriye rejimi ile aynı safta oldukları”na ilişkin gözlemlerimize ne derlerse desinler, itiraz ederlerse etsinler; gerçek değişmiyor. PKK, bugün “İran-Suriye ekseni” üzerinde saf tutmuş bir halde. En azından, Türkiye’deki iktidarın algısı bu yönde ve PKK’yı “Suriye rejimi safı”nda görmekten pek memnunlar. PKK’nın “bölgesel denklem”de “kaybetmesi kaçınılmaz tarafta” yer almasının kendi sonunu getireceğini de düşünüyorlar.
PKK’nın Türkiye’de silahlı eylemlere girişmesi de, Türkiye’nin “bölgesel karşıtları”nın “Suriye dosyası”yla ilgili, Türkiye’nin Suriye politikasını boşa çıkarmaya yönelik, “kanlı taşeronluk” olarak değerlendirilecek.

Nevruz sonrasında PKK’nın Suriyeli Kürt askeri yetkililerinin, Türkiye’de “silahlı mücadeleyi tırmandıracakları”na dairbeyanları, kendisine ilişkin bu değerlendirmeyi haklı çıkartacak nitelikte.

PKK’nın yazbaşında ilan ettiği ama Türkiye’nin Kürt halkını seferber edemediği –eğer bir provokasyon değilse- sersemce bir “stratejik hata” olan “devrimci halk savaşı” nasıl tutmadıysa, mevcut “bölgesel dengeler”de PKK’nın Türkiye’deki silahlı eylemlerinin elde edeceği bir siyasi sonuç olamaz ve sonuçta PKK, gerçekten Suriye rejimiyle birlikte tarih çukuruna yuvarlanır.

PKK’nın “silahlarını şartsız ve süresiz susturduğunu ilan etmesi” gerektiğini aylardır söylüyoruz.

Böyle bir gelişme, BDP’nin oynayabileceği rolü kendiliğinden güçlendirir.

Bununla birlikte, PKK’nın “silahlı eylemleri”ni arttırması, Türkiye’nin, esas olarak, doğru yöndeki Suriye politikasının etkisini kırabilir. “Kürt sorunu” konusunda eski, bilinen yanlışlarda ısrar edilirse, BDP doğru değerlendirilmez, doğru yere oturtulmaz, oynayabileceği olumlu role imkan verilmezse, bu, bugünkü koşullarda Suriye rejiminin (ve PKK’nin) ömrünün uzamasına yarar.

Türkiye’nin “Kürt sorunu” ile Suriye’deki gelişmeler, artık birbirine bağlandılar...
Yazının Devamını Oku