Paylaş
9000 kişinin yaşadığı kampta Başbakan’ı 1500 civarında Suriyeli mülteci büyük tezahüratla dinledi. Ama Başbakan’ın Suriyeli mültecilere verdiği “haberler” ile mültecilerin istekleri arasında tam bir kesişme noktası olduğu söylenemez. Kalabalık topluluk, “Yaşasın Erdoğan” diye tezahürat yapmış olmakla birlikte.
Tayyip Erdoğan’ın Kilis’te Suriyeli mültecilere hitabı, kuşkusuz, Şam ve konuyla ilgili bütün başkentlerde dikkatle izlendi.
Erdoğan, “Başşar Esad’ın her gün kan kaybettiğini” söyledi ve “Zaferiniz yakındır” diye haykırdı; ayrıca “sadece Kofi Annan Planı’nın çözüm getirmeyeceğini” de vurguladı ama...
Aması, bu “retorik”in ötesinde yakın geleceğe ilişkin Suriyeli mültecilere de, kendisinin sözlerini dikkatle not etmiş olan uluslararası başkentlere de Türkiye’nin ne yapacağına dair, elle tutulur, “heyecan verici” yeni unsurlar sunmadı.
Suriyeli mülteciler, Tayyip Erdoğan’dan “Tampon Bölge” istediler; dahası “Hür Suriye Ordusu için silah istiyoruz” diye bağırdılar.
Türkiye, bu talepleri karşılamaya razı mı? Razı olsa da, bu talepleri karşılamaya hazır durumda mı?
Bu noktada, Türkiye’nin Suriye siyasetinin yüzyüze bulunduğu ve henüz kolay aşılabileceğine ilişkin herhangi bir “sinyal” vermeyen açmazlar söz konusu.
Türkiye’nin anlaşılabilir ve daha da ötesinde kabul edilebilir “ilkesel pozisyonu”, durumu bir Türkiye-Suriye sorununa dönüştürmemek. Yani, Türkiye’nin tek başına bir “müdahale”de bulunmaya niyeti kesinlikle yok.
Bir gün olacaksa da, Türkiye’nin böyle bir müdahaleye “kollektif Arap katılımı” ve “uluslararası meşruiyet” elde ederek girmesi. Bu da, ister istemez, Arap Birliği, hatta giderek Birleşmiş Milletler ve bir şekilde “Suriye’nin Dostları” uluslararası gruplaşması ile “eşgüdüm” içinde davranmayı beraberinde getiriyor.
Arap Birliği ve BM Özel Temsilcisi sıfatını taşıyan Kofi Annan’ın Planı, tam da bu noktada “hareketsizliği” gizleyen bir “incir yaprağı” işlevi görüyor. Plan’ın işlemeyeceğini söyleyenler bile –ki, Tayyip Erdoğan da buna ilişkin kuşkusunu dile getirdi; Washington’dan gelen haberler de Plan’ın işleyeceğine dair iyimserlik saçmıyor- bu Plan’ın mevcut olmasından gayet memnunlar.
Birşeyler yapılmasından yana olup da, bu işi “tek başına” üstlenmek istemeyenler de, Kofi Annan Planı’nın sağladığı paravana arkasına saklanarak, elle tutulur birşeyler yapamanın “meşru gerekçesi”ni kendiliğinden elde etmiş durumdalar.
Türkiye, 25 bin Suriyeliye hudutlarını açarak, üzerine düşeni yapmış görünüyor. Bu mülteci dalgası tahammül aşan boyutlara ulaşmadığı takdirde, Türkiye’nin zaten istemediği “tek başına müdahale” imkanı, neredeyse, sıfırdır. Suriye’deki rejim de, “katliamları”nı “kalibre ederek”, Türkiye’ye yüzbinlerce mültecinin akınını başlatmayacak kadar kurnaz.
“Tek başına müdahale”ye ikinci ve asla öne çıkartılmayan, dolayısıyla söylenmeyen başlıca engel, Suriyeli Kürtlerin konumu. Başşar rejimi, bir “dış müdahale” ile sanıldığından daha kısa süre içinde yıkılabilir. Yıkıldığında, Suriyeli Kürtlerin konumunun, bugünkünden farklı olacağı açık.
Suriyeli Kürtlerin, Irak Kürtlerinin elde ettiği “statü”ye benzer bir konumu elde etmesi, Resmi Türkiye’nin kat’iyen sıcak bakmadığı bir husus.
Yine çok öne çıkartılmayan ve vurgulanmayan husus, Suriye Kürtleri arasında en güçlü örgütsel unsurun, PKK’nın Suriye kolu diye bilinen PYD (Demokratik Değişim Partisi) olması. Bu parti, şu sırada, tıpkı “ana” örgütü PKK gibi İran ve Suriye’nin zımni ya da açık desteğinden yararlanıyor.
Ama Suriye’deki Baas diktatörlüğü ile PYD arasında, Türkiye’de bazı çevrelerin yanılgısına yansıtan biçimde, bir “Katolik nikahı” yok. Başşar Esad rejimi yıkılmaya görsün, PYD’nin “makas değiştireceği”nden kimsenin kuşkusu olmasın.
Türkiye, Suriye Kürtlerinin kendi kontrolü dışında bir “statü” elde edebileceği ya da talep edebileceği bir durumu, kendi elleriyle sağlamak ister mi?
Burada, işbirliğine yöneleceği Mesut Barzani’nin etkilediğine inanılan Kürt parti ve grupları. Bunlar, Kürt Ulusal Konseyi adı altında toplandılar. Ancak, toplam güçlerinin tek başına PYD kadar olduğu tartışılabilir. Kaldı ki, PYD ile de temasları var. Ama daha da önemlisi, KUK, Türkiye’nin desteklediği ve kanatları altında oluşan SUK’a (Suriye Ulusal Konseyi) bile henüz entegre olmuş değil.
Rusya da boş durmuyor. KUK’u ve PYD’yi Moskova’ya çağırdı ve orada bunların Başşar rejimi ile görüşmelere oturacak bir tür “Majestelerinin muhalefeti”ne yani SUK dışı oluşuma entegre olmaları için gayret sarfediyor.
Türkiye’nin enerji tüketiminin yüzde 85’ini, Suriye’nin en sağlam destekçileri olan Rusya ve Suriye’den karşıladığını da unutmayalım.
Bütün bunlara ek olarak, Suriye’den uzak durmak isteyen ama Libya’da yaptığı gibi “uzaktan kumandalı” ve “ihale” yoluyla Suriye’de değişim isteyen Washington ile Türkiye’nin pozisyonlarının da birebir örtüştüğünü söylemek zor. İki müttefik arasındaki ilişkiler, Obama-Erdoğan arasındaki diyalogla, uzun bir süredir olmadığı kadar uyumlu olsa da, Türkiye’deki mevcut iktidarın “ABD acentası” gibi bir görüntü vermeye “ideolojik tavrı” engel.
Bütün bunlar, Suriye’deki rejimin ömrünü –Türkiye’nin çıkarlarına aykırı biçimde- uzatan faktörler.
Bu karmaşık yumağın içinden Türkiye, “PKK-PYD unsuru”nu çekip çıkartır ve PKK-PYD’yi “İran-Suriye denklemi”nin dışına alırsa, manevra alanı genişler ve Suriye rejiminin kaçınılmaz çöküşünü hızlandırır.
Ancak, benimsenen “stratejik güzergah” bu değil ve olmadığı sürece, gerek Suriye rejiminin ömrü uzayacak; gerekse Türkiye’nin açmazları devam edecek.
Ama Başbakan, Kilis’te Suriyelilere “Zaferiniz yakındır” dedi...
Keşke, haklı çıksa...
Paylaş