Geçen hafta bugün Washington’daydım. Trilateral Strategy Group’un (Üçlü Strateji Grubu) toplantısı için. TSG, birkaç yıl önce TÜSİAD, Koç Holding, İsveç Dışişleri Bakanlığı ve bir Amerikan düşünce kuruluşu olan German Marshall Fund’ın ortaklığında oluşmuş bir grup. Yılda üç kez toplanıyor. İstanbul’da, Washington’da ve bir Avrupa başkentinde.
Türkiye, Avrupa ve ABD üçlüsünün önündeki ortak gündem konularını, Transatlantik ittifakı çerçevesinde ele alarak tartışıyor. Üç tarafın önemli yetkilileri, siyaset adamları, akademisyenleri toplantılara katılıyorlar. Bu seferki Washington toplantısının ana başlığı “Can the West Cope?” idi; yani “Batı Başa Çıkabilir mi?” Neyle diye sorarsanız, üç tarafı birden ilgilendiren bir dizi sorun ve gelişmeyle. Bir tam gün ve bir de yarım gün süren, ilk gün üç, ikinci gün iki panel ile ortak gündem maddeleri ele alındı. Ben, “Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da Yeni Güvenlik Denklemi” başlıklı, eski AB yetkililerinden Michael Leigh’in yönettiği panelin, Amerikalı Kongre üyesi (Türkiye’nin dostları grubunun başını çekmişti) Robert Wexler, ABD’nin eski Afganistan ve Irak Büyükelçisi ve BM Temsilcisi Zalmay Khalilzad ve Alman Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Ruprecht Polenz ile birlikte, dört konuşmacısından biriydim. Sol yanımda, İspanya’nın Aznar dönemi Dışişleri Bakanı Ana Palacio’nun oturduğunu farkedince, Suriye odaklı konuşmamdan daha uzununu, onunla Avrupa ekonomik krizi ve Yunanistan ile İspanya karşılaştırması üzerine yaptım. TSG toplantıları çok ufuk açıcı. TSG toplantısı ve onu izleyen gündemim nedeniyle, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Chicago ve San Francisco gezisini kaçırdım. Oysa, ona davetliydim. Washington’dan Chicago’ya geçerek, Cumhurbaşkanı’nın NATO Zirvesi ve San Francisco’da Silicon Vadisi’ndeki temaslarında yer alacaktım. O daha bile ufuk açıcı olacaktı. Olmadı. Olmadı ama Abdullah Gül’ün özellikle Silicon Vadisi’nde Google, Twitter, Facebook ve Apple merkezlerinde yöneticilerle yaptığı temaslara büyük bir ilgi ve merakla uzaktan izlemeye çalışıyorum. Cumhurbaşkanı Gül, Silicon Vadisi’ne gitme fikrinin kendisinden çıktığını söylüyor ve “Bakıldığında, son yıllarda hayatımızı değiştiren olayların kaynağı burası. Arap dünyasındaki gelişmeler, ayaklanmalara bakın, en büyük katkı buradaki işlerden kaynaklı. Korku duvarlarınınyıkılmasına yol açan projeler buradan çıkıyor... Türkiye’nin önümüzdeki kalkınma stratejisine baktığımızda bilim ve teknolojide hamle yapması gerekiyor... Bize ancak bu sınıf atlatır. Yoksa Türkiye iyi kötü orta sınıf gelire sahip bir ülke olarak yoluna devam eder. Türkiye’nin orta sınıf gelirden gelişmiş bir ülke haline gelmesinin yolu buradan geçiyor...” diye ekliyor. Türkiye’nin böylesine vizyoner bir Cumhurbaşkanı’na sahip olması çok sevindirici. Söyledikleri kağıt üzerinde çok doğru ama Abdullah Gül, geride bıraktığı ülkesinde bugünlerde olup bitenlere bakarsa, Türkiye’nin sınıf atlaması ve “gelişmiş bir ülke haline gelmesi” için “bilim ve teknolojide hamle yapması”ndan daha öncelikli bir konu olduğunu farkedecektir. Türkiye’de adalet yerlerde sürünüyor. “Adalet” ve bununla çok yakından ilgili yargı ve yargı ile yürütme arasındaki ilmeği atan “güvenlik bürokrasisi” alanında Türkiye, hamle yapmaz ve sınıf atlamazsa, bilim ve teknoloji alanında hamle yapması hayaldir. Leyla Zana, dün 10 yıl hapse mahkum oldu. “Terör örgütü üyeliği”nden. Leyla Zana, bildiğimiz kadarıyla BDP Diyarbakır Milletvekili. Yani, kendisini Türkiye’nin yasama organına taşıyan bir örgütü zaten var. Terör örgütü üyeliğinden ne murad eder, anlamak kolay değil. Üstelik 1994 yılında, yine milletvekili iken, yaka paça TBMM’den cezaevine gönderilip 10 yıl hapis yatmış ve bu olay Türkiye’nin siyaset tarihine bir kara leke olarak düşmüştü. Leyla Zana, hapiste kaldığı sürede, dünyanın saygın barış kuruluşlarından bir sürü ödüle layık görülmüştü. Türk yargısı şimdi onu bir kez daha 10 yıl hapse mahkum edecek kadar, “bilim ve teknolojide hamle dönemi”nin gerilerinde. Sorun, sadece yargıda değil; yürütme de sorunlu. “Deveye niçin boynun eğri demişler, nerem doğru ki cevabını vermiş” hesabı. Yürütmenin oluşmasına büyük katkıda bulunduğu bir “zihniyet iklimi” Türkiye’yi sarıyor. Alın size, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in önceki gün Uludere katliamına ilişkin açıklamalarını. 34 çocuk-delikanlı yoksul vatandaşının F-16 bombalarıyla paramparça edilmesini “özür dileyecek bir durum yok” diye niteledikten sonra, onları“terör örgütünün kaçakçılık faaliyetinin figüranları” olarak ilan edebiliyor. Oysa, Başbakan, ondan bir gün önce “özür diledik ya, fazlasıyla tazminat da verdik, daha ne istiyorlar” kabilinden bir açıklama yapmıştı. Aslında, ortada özür filan de yoktu. Bu bakımdan, İdris Naim Şahin’in söylediği daha da doğru. İşin “tazminat faslı”na ve Başbakan’ın açıklamalarına gelince, 13 yaşındaki oğlu Erkan Encü’yü kaybeden Felek Öncü şöyle diyor: “Biz bu olayı Başbakan çözer demiştik. Onu dinlerken tüylerim diken diken oldu. Çocuklarımız parçalanarak öldürüldü. Başbakan’ın açıklamaları yüreklerimizi de, bizi de paramparça etti.” Baba Mehmet Encü’nün sözleri ise şöyle: “’Özürse özür diledik’ diyor. Özür dilemedi ki. ‘Tazminatsa tazminatı verdik’ diyor. Başbakan alsın o tazminatı cebine koysun.” Roboski muhtarı Haşim Encü’nün sözleri, “Onu ancak Allah’a havale edebiliriz. Bu dünyada soramadığımız hesabı belki diğer dünyada sorarız.” Bütün bu sözler, “sözün bittiği yer”dir. Ne muhalefetin polemiklerine, ne de “olayı istismar etmeye” gerek bırakmıyor. Ateşin düştüğü yerden, sönen ocaklardan gelen sesler bunlar. Türkiye’de oluşan “iklim”in Uludere Vadisi’ne düşen payı bu. Silicon Vadisi çok uzaklarda. Böyle bir “iklim”de “BDP’yi muhatap alırız”ın bir anlamı var mı gerçekten? “Sorun”un çözümü için iyimser olmak –şu aşamada- gerçekçi mi? İş, Cumhurbaşkanı’na düşüyor. Cumhurbaşkanı demek Devlet Başkanı demek. Vatandaşlarına karşı akıl almaz derecede hoyrat bir görüntü veren bir devletin başı olarak, gönül alma yükümlülüğü onun sırtına yüklenmiş vaziyette. “Cumhur”un bir parçasına da duyarlı olmak durumunda. Şunu kendisine bir “istida” olarak kabul etsin: Silicon Vadisi’ndeki işini bitirir bitirmez, Uludere Vadisi’ne bir gidiversin...