Paylaş
Söylediklerini okuyunca, keşke bu açıklamayı hiç yapmamış olsaydı diye düşündüm.
Başbakan. Uludere katliamının hemen sonrasında haberi olduğunu ve saldırı emriyle doğrudan sorumlu olmadığını anlatıyor ve “adresi” Genelkurmay olarak gösteriyor.
Sorunlu olan açıklamasının devamı. Şöyle diyor:
“Ben tuzağa düşürülmek şeylerine pek iltifat etmiyorum. Bizim Silahlı Kuvvetlerimiz bu görevi samimi bir şekilde yapmıştır. Hata da olabilir. Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık. Tazminatı da açıkladık. Ama birileri istismar ediyor. Allah aşkına tazminatsa tazminat... Bizim resmi tazminatımızın ötesinde yaptık. İlla terör örgütünün istediğini mi söyleyeceğiz. Kusura bakmasınlar.”
Bu cümlelerin yerine şunları yerleştirsek, anlam değişir mi?
“Yanlışlıkla öldürdük. Özür de diledik. Üstüne fazlasıyla tazminatta verdik, daha ne yani!”
İnternet sitelerinde birisi, bu sözlerin altına şöyle bir not düşmüş:
“Biri çıksa ve dese ki, ‘Oğlunuzun ölümüne sebep oldum, ama yanlışlıkla. Fazlasıyla para da ödeyip, anlaşalım’ derse kabul mu edeceksiniz?”
Başbakan’ın açıklamasıyla varılan durumun, ne yazık ki, gerçekten bundan bir farkı yok.
Hayır, “illa terör örgütünün istediğini mi söyleyeceğiz” diye bir durum yok. Kimsenin böyle bir talebi yok. Yarısı 16 yaşından küçük çocuk, yarısı 16-22 yaş arasında delikanlı, hepsi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan 34 kişinin pisi pisine paramparça olarak öldürülmesi üzerine ailelerinin talebi var. “Terör örgütü”ne karşı “Korucu” olarak örgütlenmiş ailelerinin talebi söz konusu.
Onlar para-pulda değildi; iki şey istediler sadece:
1. Olayın sorumluları ortaya çıkartılsın;
2. Ortaya çıkarılmaları sonucunda bir yaptırıma tabi tutulsunlar.
Hepsi bu. Bir kuru özür bile esirgendi onlardan. Özür falan da dilenmiş değil. Üstüne üstlük, Başbakan’ın sözlerinin “Gereğinden fazla da para verdik; otursunlar oturdukları yerde” diye yorumlanmaya uygun olmadığını kim söyleyebilir?
Başbakan’ın Uludere-Roboski katliamının sorumluluğuna ilişkin göndermesi ise şöyle:
“Biz açıkladık. Bu, TSK’nın birinci derecede görevidir. Biz güvenlik güçlerimize, askerimize veririr, polisimize yetkiyi veririz. Onlar da yetkileri dairesinde kullanır. Biz yetkiyi vermişiz. TSK bunu kullanmış. Eğer biz TSK’mıza, polisimize güvenmiyorsak, terörle mücadeleyi kimle yapacağız? Hantepe, Gediktepe olayında doçkalar, katırlar sırtında taşınırken medyamız “Niye onlar vurulmadı; uçaklarımız, helikopterlerimiz neredeydi, niye vurulmadı?” dedi. Burada da katırlı yürüyen insanlar vardı. Ben izlediğim CD’de bir hareket gördüm. Bizzat izledim. Bir konvoy gidiyor. O yüksekten görebilmek mümkün değil. Bizim gözcülerimizin (Heron) vermiş olduğu CD... Silahlı Kuvvetlerimiz de gerekli adımı atmıştır. Burası, halkın oturduğu bir bölge değil, terör bölgesidir. Böyle bir bölgede Silahlı Kuvvetler bu Ahmet midir, Mehmet midir, bilemez ki?”
Bu sözlerden sonra, soruşturmaya devamın gereği var mıdır?
Başbakan söylüyor işte, “Silahlı Kuvvetlerimiz verdiğimiz yetkiye göre görevini yapmıştır. Olayın olduğu bölge terör bölgesidir. Katırlı bir konvoy görünüyor. Kim olduklarını anlamak mümkün değil. TSK da verilen yetkiye göre, görevini yapmıştır.”
Yetki tamam. Kullanacak makam/makamlar da tamam. Bunlara da itiraz yok. Ama, eğer kullanılan yetki sonucunda günahsız 34 kişi paramparça olursa, bu “hata” soruşturulmaz mı? Bunun “yaptırım”ı olmaz mı?
Yönetimleri “demokratik” kılan ana ölçü “hesap verebilirlik” ilkesidir. Bu yoksa, öyle yönetimler, “demokratik” olmaktan, “otokratik-totaliter” yönetim yapılarına kayarlar.
Buradaki sorun bu.
Başbakan, uzun izahatta bulunmuş da...
Çıkan sonuç ne?
Vücutları lime lime olan 34 ve terörle hiçbir ilgisi olmayan genç-çocuk vatandaşımız. Olay yerinin burnunun dibinde yaşayan aileleri, gömecek cenaze bulamıyorlar. Olur böyle yanlışlıklar. Fazladan para da öderiz. Biter, gider.
Sonuç bu.
Yarım yıldır süren adli soruşturmada hayatını kaybedenlerin tek bir aile mensubu bile soruşturmaya müdahil olamamıştı. Konuya böyle bakılırsa, olmalarına da gerek yokmuş zaten.
Başbakan’ın en duyarlı olduğu ve asabiyet gösterdiği eleştirilerin başında, Ak Parti iktidarının “Ankaralılaştığı” geliyor. Yani, “devlet” olduğu. Tabii, burada “devlet” vatandaşına duyarsız olan geleneksel güç merkezi anlamında, olumsuz anlam yüklenerek kullanılıyor. Kendisi de mağduriyetten gelen Başbakan, anlaşılır nedenlerle, bu yakıştırmaya kızıyor.
Ama, yukarıdaki sözleri tam da bu yakıştırmaya denk düşmüyor mu?
Tayyip Erdoğan’ın en çarpıcı özelliklerinin biri, kendi ifadesiyle “Sessizlerin sesi, kimsesizlerin kimsesi” olmasıydı.
Uludere-Roboski’nin sessizlerinin sesi böyle mi çıkar?
Ocakları sönmüş, gerçekten kimsesiz durumuna düşmüş, Roboski’li kimsesizlerin “kimsesi” böyle mi olunur?
Uludere-Roboski katliamının ortaya çıkartılmasından ve insanlara bir özür dilenmesinden vaz geçtik; şimdi öncelikli olan, Başbakan’ın Pakistan’da söylediği sözlerin “sürç-ü lisan” olduğunu söylemesidir.
Bunu yapabilir. Çünkü, daha önce yaptı.
Aksi halde, Uludere-Roboski yarası kabuk bağlamayacak.
Paylaş