Orhan Pamuk’un tüm kitapları arasında “İstanbul”, dış dünyada tanınırlık ve Türkiye’yi ve İstanbul’un kendisini tanıma bakımından, kuşkusuz, en ön sırada gelir. Nobel ödüllü yazar onlarca yabancı dile çevrilmiş olduğu için, Çin’den İzlanda’ya, ABD’den Kore’ye, hangi kitapçıya gitseniz, orada “İstanbul” adlı kitabı kolayca bulursunuz.
Orhan Pamuk, “İstanbul” kitabında “Dört Hüzünlü Yalnız Yazar” başlıklı bölümde, bunları Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar, Yahya Kemal ve Reşat Ekrem Koçu olarak sıralar. Reşat Ekrem Koçu’ya ise “Reşat Ekrem Koçu’nun Bilgi ve Tuhaflık Koleksiyonu” başlığıyla apayrı bir bölüm açmıştır. Pamuk, çocukluğunda eline geçen “Osman Gazi’den Atatürk’e-Osmanlı Tarihi’nin 600 Yıllık Panoraması” adlı Reşat Ekrem Koçu’nun bir kitabından söz eder. “Bakmaya doyamadığım elle çizilmiş siyah beyaz resimlerinin yanında kitabı o kadar hoş yapan şey Osmanlı tarihini, ders kitaplarının yaptığı gibi mağrur ve milliyetçi bir dille anlatılan birtakım savaşların, zaferlerin, yenilgilerin ve anlaşmaların toplamı olarak değil, bir dizi tuhaflıkların, acaip olay ve kişiliklerin, çarpıcı, ürpertici, korkutucu, hatta tiksindirici bir resmi geçidi olarak görmesiydi. Bu bakımdan kitap, padişahın önünden onu eğlendirmek için geçen loncaların geçit törenini anlatan Osmanlı surnamelerine benziyordu...” der. Orhan Pamuk, Reşat Ekrem Koçu’nun “tuhaf hikayeler, acaiplikler” ile “tarihi ve ansiklopedik bilgiler ve elle çizilmiş siyah-beyaz resimlerin bu özel bileşimini halka sevdirip okutmaya” ta 1944’te başladığını hatırlatır. Yani, Tayyip Erdoğan doğmadan 10 yıl önce. Benim yaş grubumdakiler “Osmanlı tarihi sevgisi ve merakı”nı o tarihi “mağrur ve milliyetçi bir dille anlatılan birtakım savaşların, vs.” toplamı olarak yansıtan Emin Oktay’ınki gibi ders kitaplarından değil, Reşat Ekrem Koçu’dan edindi. Reşat Ekrem Koçu, muhtemelen, tarihi sevdiren ilk “popüler tarihçi”dir. Bu anlamda, Sezen Aksu’nun dilinden ölümsüzleşmiş nice güzel şiire, milyonlarca insanı ekran başına çeken nice senaryoya ve bu arada “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin senaryosuna imza atmış olan Meral Okay’ın “görsel alanın Reşat Ekrem Koçu’su” olduğunu öne sürmek yanlış olmayabilir. Zaten “Muhteşem Yüzyıl”ın, “Ortadoğu’dan Balkanlar’a” 150 milyon kişi tarafından izlendiğini ve bu sayede Türkiye’ye milyarlarca dolar kazandırdığını hatırlatırsak, bu rakamlar kendi başına kanıt sayılır. Reşat Ekrem Koçu’nun, çocukluğumda elime geçmiş olan ve bir solukta zevkle okuduğum “Osmanlı Padişahları” adlı 1944’te yazımına başladığı “İstanbul Ansiklopedisi” arşivinden derlenmiş bir kitabı vardır. Gelin, Reşat Ekrem Koçu’nun 60 küsur yıldır hiç kimseyi “Biz, ecdadımızı böyle bilmiyoruz” diye öfkeden kıpkırmızı haykırtmayan ve “yargıyı göreve çağırtmayan” şu satırlarına bir göz atalım: “Saray dilinde ‘Haseki’ denilen nikahlı zevcelerinden Hürrem Sultana şahane bir aşk ile bağlandı. Osmanlı sarayına esir pazarından bir cariye olarak girmiş olan bu güzel kadın Rusya ovalarında yaşayan ıslav ırkının Roksolan boyundandı... İstanbul sarayının bir numaralı kadını valide Hafsa Sultandı. Sultan Süleyman anasını, toprağa verinceye kadar baş tacı yaptı. Valideden sonra gelen ikinci sima, saray ananelerince, padişaha ilk şehzadesini Sultan Mustafayı doğuran Mahidevran Sultandı... Padişahın gönül tahtında oturduğu ve ona Mehmed, Selim, Bayazid ve Cihangir adında dört oğlanla Mihrimah adında bir kız evlad doğurduğu halde Hürrem bir müddet bu iki kadının gölgesinde kalı; fakat Osmanlı tahtına şehzade Mustafanın yerine kendi oğlu Mehmedi çıkartmak için çalışmaktan da geri kalmadı... Padişahın Mehmedi veliahd ilan edeceği anlaşılınca bir gün haremi humayunda büyük bir rezalet koptu; Mahidevran, narin yapılı Hürreme tecavüz ederek dayak attı, hatta saçlarından tutup yerde sürükledi ve yüzünü tırnak yaraları içinde bıraktı. Vak’ayı duyan ve çok üzülen padişah gönlünü almak için Hürremi huzuru çağırdı... Bu vak’adan sonra Mahidevran gözden düştü. Mağnisada bulunun oğlunun yanına gönderildi. 1533-1534 arasında Hafsa Sultan da ölünce haremi hümayunun baş kadını Hürrem oldu. Mahidevran’ın oğlu Mustafanın padişahlığı Hürremin felaketi demekti, güzel kadın amansız bir kin ile bu şehzadenin vücudunu ortadan kaldırmayı kendisine tek iş bildi ve zincirleme entrikalarla emelinde muvaffak oldu.” Şu satırlara göz atmakta da yarar var: “Büyük Padişahın yarım asır süren saltanatının ilk onbeş yılını sadrazam Pargalı İbrahim Paşa doldurur. Bu adam padişahın yalnız veziri değil, şehzadeliğinden nedimi, en mahrem dostu idi... Bağdad halifesi Harun El-Reşid’in Cafer Bermeki’sine benzer. Tıpkı onun gibi, vezir olduktan sonra padişahın kız kardeşi Hadice Sultan ile evlenmişti... Felaketi de Cafere benzedi. 536 yılı Martının 2-22 inci Çarşamba gecesi, ki Hicri 942 yılının Ramazanına rastlar, sahur yemeğini padişahla beraber yedikten sonra orucu niyet edip yattı, derin uykusunda iken cellad kemendi ile boğuldu. Yalnız, Sultan Süleyman Haruna benzemedi, idam ettirdiği yakın dostunun naşına hakaret ettirmedi... İbrahim Paşa Magnisa valisi bulunan büyük şehzade Sultan Mustafayı Hürremin kinine karşı koruyan tek kuvvetti. Ölümü bu güzel kadının padişah üzerindeki nüfuzu ve örülüş tarzı gizli kalmış entrikaları ile izah olunabilir...” Bu satırlara bakıldığında, Meral Okay’ın “Muhteşem Yüzyıl” senaryosunun bir tv dizi için “kurmaca” olmaktan çıkıp, neredeyse bir “belgesel isabeti” kazanıyor “Gerçekçilikten uzak” olduğu yerlerin neresi olduğuna yine Reşat Ekrem Koçu yol gösteriyor: “Tarih kaynaklarımız Kanuni Sultan Süleymanın eşkalini şöyle çiziyor: Uzun boylu, geniş omuzluydu... karaya yakın koyu kumral saçlı, buğday benizli, koyu ela gözlü ve büyük dedesi gibi doğan burunluydu; yetmiş bir yaşındaki çıktığı son gazası Zigetvar seferine kadar da, babası gibi sakal salıvermemişti, pos bıyıklı, fakat bıyığı gür değil, köseçimsi, tel tel idi...” Bu tanım, “Muhteşem Yüzyıl”da o rolde oynayan aktörün gür bıyığı ve göğsüne kadar inen gümrah sakalı ile pek uyuşmuyor. Zaten dizi herşeye rağmen bir “kurmaca”, bir “tarih belgeseli” değil. Yine de, senaristine, bu yılın ilk çeyreğinde kaybettiğimiz Meral Okay’a ,ölüm döşeğinde iken, iğrenç iftiralar ve tehditler yöneltildi. O, bütün bunları gayet terbiyeli bir dille kaleme aldığı uzun bir mektupla Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e iletmişti. Herhalde, Başbakan’ın böyle kükreyeceğini aklından geçirmemişti. Başbakan’ın “Muhteşem Yüzyıl”a ilişkin sözleri ne tevil edilmeli, ne de hafife alıp geçiştirilmeli. Önemsenmeli. Önemli çünkü. Çünkü, ülkeye “tek tipleşme”yi dayatan, tepeden, keyfi, baskıcı ve “tekçi” zihniyetin tohumlarının Başbakan tarafından yeşertildiğini ortaya koyduğu için önemli. “Muhteşem tehlike” bu...