Abdullah Öcalan ile ilgili olarak içinde bulunduğumuz durum, “eskinin devamı” mı; yoksa “yeni bir süreç” mi? Bu, bir “süreç” mi? Yahut, daha süreç olup olmadığı henüz belli olmayan gelişmelerin “başlangıç noktası”nda mıyız?
Bu, bir “müzakere” mi, yoksa “istişare” mi? Veya “görüşme” yahut “diyalog”un ötesine geçmemiş bir durumdan mı söz etmek gerekiyor. “Semantik” tartışmasından boğulabiliriz. Peki, bunların önemi var mı? Var. Çünkü her bir sözcük ya da kavrama yüklenen anlam farklı olduğu için, vereceği sonuçlar da farklı olur. O yüzden, bu sözcükler ve kavramlar üzerinde yürütülen tartışma ve yapılan yorumlar hepten anlamsız ve yararsız değil. Yine de esası kaçırmamakta yarar var. Örneğin, Abdullah Öcalan’a ilişkin içinde bulunduğumuz durum hem “eskinin devamı” –ki, Başbakan Tayyip Erdoğan böyle olduğunu vurguluyor- hem de “yeni bir süreç”. Şöyle: Tayyip Erdoğan zaten öteden beri Öcalan ile “devlet”in görüşebileceğini, görüşmüş olduğunu ve bundan sonra da görüşeceğini savunuyor. Abdullah Öcalan ile “devlet”in temasları yeni değil. Hep oldu. En sonuncusu, “Oslo Süreci” adıyla etiketlenen 2006-2011 arasındaki dönemdeki Abdullah Öcalan ve ayrıca “PKK müzakere heyeti” ile yürütülen temaslar, bizzat Tayyip Erdoğan’ın bilgisi dahilinde ve onun talimatı altında yürütüldü. Bu bakımdan, bir-iki aydır Hakan Fidan ve arkadaşlarının Abdullah Öcalan ile İmralı’da başlattığı temasların da Erdoğan’ın talimatı ve bilgisi altında yürütüldüğünü anlamak gerekiyor ve dolayısıyla olan-biten “eskinin devamı”. Peki, “yeni” olan ne? Bunu “yeni bir süreç” olarak nitelemenin, “İmralı Süreci” diye etiketlemenin doğru bir yanı var mı? “Yeni” olan, bu sefer olan-bitenin, daha öncekilerden “temel bir farklılık” arzetmesi. Bu sefer, Abdullah Öcalan da, sürece dahil edilmiyor. Onunla da görüşülmüyor. Süreç, “onun üzerinden” kuruluyor. Sürecin “merkezi”ne o alınıyor, o yerleştiriliyor. Bir “nüans” gibi gözükebilecek şey, çok temel bir farklılığa işaret ettiği için, “yeni bir süreç”ten söz edebiliriz. Peki, “süreç” niteliği kazandı mı? Evet diyebiliriz. İmralı’da bugünlere evrilen temaslar, Kasım ayına uzanıyor. Aralık başında benim haberim olmuştu. Aralık sonunda, Başbakan, TRT ekranında İmralı ile görüşüldüğünü açıkladığına ve “ucunda ışık gördüğünü” bildirdiğine göre, 2013’te sürdürülecek temaslar ve atılacak adımlara dair bir “sinyal” vermiş oldu. Dolayısıyla, bir “süreç”e girilmiş olduğu da söylenebilir. Peki, bu bir “müzakere” mi, yoksa henüz “istişare”, “görüşme”, “diyalog” gibi sözcüklerle ifade edilebilecek, henüz “ham” bir aşamayı yansıtan bir durum mu? Sözcüklere yüklediğiniz anlamlara bağlı biraz da. 2011 Temmuz’unda, İmralı ile temaslar kesildiği sırada, “Oslo Süreci” defnedildiği sırada Belfast’ta “Kuzey İrlanda Barışı” görüşmelerinde Sinn Fein heyetinde Gerry Adams ve Martin McGuinness’in ardından yer alan Gerry Kelly’yi dinliyorduk. Ak Parti, CHP ve BDP’den üçer milletvekilinin katılımıyla oluşan DPI (Demokratik Gelişim Enstitüsü) grubunda Ahmet Türk’le geçen hafta İmralı’ya gitmiş olan BDP Batman Milletvekili Ayla Akat da vardı. Gerry Kelly, IRA’nın efsanevi komutanlarındandı. Üç kez hapse girmiş, IRA’nin silahlı eylemlerinden ötürü iki kez ömür boyu hapis yemiş, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 20. Yüzyıl’ın en büyük cezaevinden kaçma eylemini(ünlü Maze hapishanesi) örgütlemiş, 200 günden fazla sürdürdüğü açlık grevinde onlarca kez zorla seruma bağlanarak hayatta tutunmuş, bir tür roman kahramanı idi. Zaten nice film senaryolarına da konu olmuştu. Şu sırada Kuzey İrlanda Parlamentosu’nda milletvekili olan Gerry Kelly, Belfast’ta bize IRA-Sinn Fein ilişkilerine, barış müzakerelerinin algılanması ve tekniğine ilişkin olağanüstü ilginç gözlemler nakletti, çatışma çözümüne ilişkin paha biçilmez değerdeki görüşlerini ve anılarını paylaştı. Bunlardan biri “müzakere” kavramına ilişkindi. Gerry Kelly, “müzakere”nin aslında her aşamasının “kendi halkınız ile” yaptığınız bir işlem olduğunu söyledi. “Masa”da “karşı taraf” ile müzakere ederken, aslında “kendi halkınızla müzakere yürütmektesiniz” dedi. Zira, halkın onayını almamış, desteğini kazanmayacak sonuçların uygulanma şansı da olamaz. Yaptığınız her şey, “halkın denetimi”ne açık olmak zorundadır. “Çatışma çözümü” ile ilgili gelişmelerde, “örgüt” ile ilk temasların –konunun doğası gereği- “gizli” olması ve “güvenlik bürokrasisi” tarafından yürütülmesi kaçınılmazdır. Britanya-Kuzey İrlanda örneğinde de böyle olmuştur. 1969’da başlayan silahlı çatışmalardan sonra, İngiliz istihbaratı ile IRA’nın arasındaki “gizli temaslar”, 1980’lerin ilk yarısında henüz Margater Thatcher iktidardayken bile gerçekleşmiştir. “Kuzey İrlanda sorunu”nun kökleri de kimisine göre 1920’lere, kimisine göre yüzyıllar ötesine dayanan eski ve derindi. Türkiye’de gelinen nokta, PKK ve Abdullah Öcalan ile temasların artık “gizli” aşamasını geride bıraktığı bir noktadır. Geçen hafta Ahmet Türk ve Ayla Akat’ın İmralı’ya gitmiş olmalarıyla, “güvenlik bürokrasisi”nden “siyaset”e doğru geçiş yapmakta olduğu bir dönemi ifade etmektedir. Bundan önce, bu “süreç”in, her biri büyük “hayal kırıklıkları”na yol açmış geçmiş deneyimlere oranla daha fazla “umut” veriyor olması da, bütün bu “yeni” özellikleri ile ilgilidir. Önümüzdeki “kamuoyu denetimi”nin kendiliğinden devreye gireceği, yepyeni “dinamikler”in üreyebileceği bir dönem uzanıyor. Bu “yeni özellik”, ister istemez, “sızma haber”, “bilgi” ve aynı zamanda bir “dezenformasyon” bombardımanının başlamasına, aynı şekilde “süreç”i sakatlamak için “provokasyonlar”a zemin hazırlama çabalarına girişilmesini de içeriyor. Bir de, çok kişinin “zihin gerisi”nde yatan şöyle bir “kaygı” var: Hükümet (yani Tayyip Erdoğan), şu dönemde bu sorunun çözümü için atılması zorunlu olan adımları atmaya hazır değil. Yapılanlar 2014 seçimlerine giden yolda sorunu çözmekten ziyade “sorunu yönetmek” amaçlı. Bu nedenle, Öcalan üzerinden yürütüldüğü görüntüsü veren süreç, Kandil ve BDP gibi Kürt siyasi hareketinin unsurlarının Öcalan’ı dinlemediğini ve dinlemeyeceğini ortaya çıkararak ve sağlayarak, örgütün parçalanarak zayıflatılması ve güçten düşürülmesini hedef alıyor. Bu yolla, Öcalan da etkisizleştirilmiş olacak. Süreci, “yeni” değil diye nitelemeyi, amacı sadece “silahlı PKK’lıların sınır dışına çıkarılması” ve PKK’ya “silahların bıraktırılması” olarak yani sadece “terörle mücadele” kapsamında tanımlamayı başka türlü anlamak ve yorumlamak mümkün değildir.” Bu “kaygı” doğru olabilir mi? “Doğru” olmamasını dilerim. Ama, “meşru bir kaygı değildir” diyemem. “Umut” tamam; “süreç”in başarısı için her türlü “katkı” da tamam. Ama, bu kez, adım adım yürümek ve “temkin” ve “ihtiyat”ı sürecin selameti için elden bırakmamak da şart. Ortada üzerinde anlaşılmış toptancı çözüm henüz yok.