Paylaş
Onu tanıyordum. Üstelik, daha çok kısa süre önce görmüşlüğüm vardı. Ama, adını Fidan Doğan olarak okuduğumda, öyle birisini tanımıyordum; gördüğüm fotoğrafın zihnimi yanıltması da mümkün değildi.
Acaba birisiyle mi karışıyorum diye düşündüm.
Gazetelerde Fidan Doğan adının karşısına parantez içinde Rojbin adının yazıldığını görünce, “Tamam” dedim kendi kendime, “Rojbin’miş meğerse...”
Rojbin’i derinlemesine tanımıyordum ama daha bir ay öncesinde şakalaşacak kadar da yakından tanımıştım. Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen –yanılmıyorsam 9.’su idi- “Kürt Konferansı”nda herkesin yardımına hızır gibi koşan görevlilerden biriydi. Otel rezervasyonundan, taksi ya da araç temini ile Avrupa Parlamentosu’na gidiş-gelişler, havaalanı transferleri, lokantalara ulaşmak gibi işleri gören, her tür uluslararası organizasyonda “olmazsa olmaz” işlevi gören “meçhul askerler”in başında geliyordu.
Rojbin (yani Fidan Doğan), tıpkı gazete sayfalarına yansıdığı gibi, bembeyaz dişlerini açıkta bırakan sürekli gülümser haliyle, kıvır kıvır saçlarının altında, sımsıcak bakan gözleriyle insanın içini ısıtıveren, alçakgönüllü ve son derece hareketli, sevimli, candan bir genç kız olarak canlandı hafızamda. Elbistanlı bir Alevi-Kürt kızı. Bizim toprakların gurbette yaşayan bir çocuğu.
Bu ülkede yeterince şeytanlaştırılmış oldukları için PKK’lılar dendiğinde Türkiye’de birçok insanın aklına doğal olarak eli silahlı bir takım canavarlar geliyor. Hem de bu ülkenin genç evlatlarını, Mehmetçikleri şehit etmeyi amaçlayan, dahası Kürt halkını da baskı altına almaya çalışan gözü dönmüş hain, silahlı, kan akıtmaktan zevk alan canavarlar.
Oysa, PKK’lılar denilenlerin çok önemli bir bölümünün, hain canavarlar değil, bu ülkenin bildik insanları olduğunu, özellikle “insan” olduklarını kabul edersek; yani ana-babaları, kardeşleri, hısım-akrabaları olan “bizim” insanlarımız olduklarını kavrarsak; “barış”, “uzlaşma” ve “silahsız kardeşçe bir ortak yaşam” için mücadelemiz daha bir anlamlı hale gelir. Daha da ötede, zorunlu hale gelir.
Ayrıca, PKK’lıların arasında silah taşıyanlar, onların az bir bölümüdür. Çoğunluğu, Rojbin gibidirler. Bu nedenle, Rojbin’i Avrupa Parlamentosu toplantıları vesilesiyle tanıyalı beri, benim de aklıma onun PKK’lı olabileceği hiç gelmemişti. Olup-olmadığına dair soru sorma gereği bile duymadım. PKK, herkes gibi benim de zihnimde “dağdaki silahlı Kürtler” olarak çağrışım yapıyordu.
Rojbin kimdi? Fidan Doğan adında bir PKK’lı imiş. Rojbin, benim için Rojbin’di. Elbistanlı bir Alevi-Kürt kızı. Bizim buraların gurbette yaşayan çocuğu. Onun için, o, benim ve benim gibilerin rahatlığı için Brüksel koşturuyor, didiniyor; onun için ben onunla şakalaşacak rahatlığı bulabiliyordum.
Paris’te katledilmesinin ertesi günü İstanbul’da bir kitapçıda raflara takılmıştım ki, bir müşteri girdi dükkana. Kitapçıyla aynı handa çalışıyordu ve kitapçıya uğramayı adet haline getirmişti anlattığına göre. Bana adımla seslendi ve “Biliyor musunuz” dedi, “Fidan Doğan amcamın kızıdır...” Paris cinayeti hakkında yeni bir haber olup olmadığını sorguluyordu.
Ayrılırken, ona başsağlığı diledim. Rojbin ölümünden ne kadar üzüldüğümü, ne kadar derinden etkilendiğimi bir kez daha hissettim.
Kimisi, hedefin Sakine Cansız olduğunu, Fidan Doğan ile Hülya Söylemez adındaki iki genç kızın, “yanlış zamanda yanlış yerde” olduklarını ileri sürüyorlar. Öyle midir, değil midir bilmiyorum. Paris cinayetine ilişkin duyduğum ve okuduğum herşeye ilişkin bir şüphem, bir mantıki itirazım var; elle tutulur hiçbir şeyi bilmediğimi de itiraf ediyorum.
Ne “örgüt içi infaz”, ne “derin devlet işi”, ne bir “üçüncü ülke istihbaratının marifeti”... Bunların üçü birarada mümkün olabilir. Her biri, diğer ikisini dışlamıyor. Üçü birden geçersiz olabilir.
Peki, bunun, yani Paris cinayetinin “İmralı Süreci”ni, “Türk-Kürt uzlaşması arayışı”nı sabote etmeyi amaçladığına ne demeli?
Bu, kulağa hoş, akla uygun gelen ama pek kestirme bir cinayet gerekçesi. Şayet “süreç” bundan etkilenmezse –ki, Başbakan Tayyip Erdoğan dirençli ve süreci koruyucu bir tavır sergiledi- Paris cinayetini “Süreç” için yapılmış bir “bağışıklık aşısı” olarak mı anlamamız gerek?
Belki de öyle. Bilmiyorum. Beni, bu Paris cinayetinin insani boyutu daha çok ilgilendiriyor ve daha çok etkiledi.
Fidan Doğan’ı “Rojbin” olarak tanıyordum. Hülya Söylemez’i hiçbir şekilde tanımıyordum. Sakine Cansız’ı ise hiç tanımadım ama kim olduğunu çok iyi biliyorum yıllardır.
Rojbin tanımış olmanın cinayete ilişkin üzüntüsünün üzerine, Sakine Cansız’ın kim olduğunu biliyor olmanın hüznü eklendi.
PKK’nın ilk yönetici kadrolarından olup, Diyarbakır cezaevinde 8 yıl hapis yattıktan bir süre sonra PKK’dan kopan ve katı bir Abdullah Öcalan karşıtı olan Selim Çürükkaya,cezaevi arkadaşı için şu satırları yazmıştı:
“1979 yılında Elazığ’da gözaltına alındı. Sakine ile birlikte gözaltına alınanların çoğu çözülmesine rağmen, Sakine susmayı tercih etti. 1982’de Malatya cezaevinden tek başına firar etmeyi başardı. Dışarıda kendisine yardımcı olacak kimse olmadığından, tekrar tutuklanarak daha sonra Diyarbakır cezaevine gönderildi. Diyarbakır cezaevindeki bütün direnişlere katıldı. 300 sayfayı geçen savunmasıyla Kürdistan tarihinin örnek kadınıdır. Fransızların ulusal kadın kahramanı Jean d’Arc ile Rosa Luxemburg’un bir benzeridir.”
Hakkında bu satırların yazılmasından sonra bir 20 yıl daha yaşadı Sakine Cansız, Paris’te beyninden kurşunlanıp cansız düşene dek. O yılların bir bölümünü nasıl yaşadığına dair okudumlarım da var. Çileli, kişiliğine yönelik çok fazla sayıda travma yaşamış bir kadın olduğunun farkındayım. Her ne olursa olsun, Sakine Cansız’ın, toplam 12 yıl hapis yattığı ve inanılmaz, akıl almaz işkencelerle son derece kötü ün sahibi olan Diyarbakır cezaevinde korkunç işkencelerden geçmiş olmasına rağmen asla eğilmediği, yaniçok “özel” bir kişilik olduğu biliniyor. Kürt siyasi hareketinin ilk siyasi savunmasını da onun yapmış olduğu.
Dersim’de başlayan bir hayat, ince, ufak tefek sayılabilecek bir kadını nasıl olup dayanılmaz işkencelere dayanmaya, başını hep dik tutabilmeye, 12 yıl cezaevinden sonra Lübnan’da, Irak Kürdistanı’nda, Almanya’da bir hayata ve giderek Paris’te karanlık bir cinayette hayatını kaybetmeye taşıyor?
Bunları düşündüm. Sakine Cansız da nereden baksanız, bu topraklara ait, Dersimli bir Alevi Kürt kadınıydı.
Paris’teki cinayetin faili kim bilmiyorum. Bilinebilecek mi; onu da bilmiyorum. Ama gördüğüm şu: İkisi genç, biri çok genç, üç kadın, üç Kürt, üç Alevi’nin Paris’in orta yerinde başlarına üçer-dörder kurşun sıkarak öldürülmeleri Kürtlerin, yürek paralayan “kadersizliği”ni simgeliyor.
Ve de, hem Kürt, hem Alevi, hem kadın olmanın Türkiye’deki “dayanılmaz ağırlığı”nı...
Bu “süreç”in en önemli hedeflerinden biri “Kürtlerin kadersizliği”ne son vermek ve onlarla gerçekten “kardeşlik ortamı”nı sağlamak olmak zorundadır.
“Süreç” için direnmek ve ayakta tutmak, o nedenle de, boynumuzun borcudur...
Paylaş