Paylaş
Pankaj Mishra, Orhan Pamuk’a, Kar romanını hatırlatarak, romanda şu “mesaj”ı vermek istemiş olduğunun altını çizmişti:
“Eğer demokratikleşme (demokratizasyon) olacaksa, belirli bir ölçüde İslamizasyon da kaçınılmazdır.”
Orhan Pamuk, “İslamizasyon demeyeceğim” diye giriyor cevabına; “İslam kültürü ile uyum sağlamak diyeceğimiz, onun tüm yönlerini olumsuz bir şey olarak görmemek, özelliklerini kabul etmek gerekir...”
İslamizasyon başka, İslam kültürüyle uyumluluk başka; çok önemli bir ayırım bu.
Türkiye’de laik aydınların bir bölümünün –Batılı aydınların önemli bölümünün aksine- kaçırdıkları nokta, ihmal ettikleri ya da sırtlarını döndükleri yer tam da burası oldu. Yani, İslam kültürüne yabancılaşma hali. İslam’ın, içinden çıktıkları ve bir parçası oldukları toplumun, ana kültürel ögesi olduğu. Batılı seküler ya da laik aydınlar, genellikle Yahudi-Hristiyan kültüründen bihaber olmamışlardır. Bizdekilerin bir bölümünün bihaber olması bir yana, daha da kötüsü, İslam kültürü ve bu konuda bilgiyi reddetmeleriydi.
İttihatçı-Kemalist ideolojik arka plan ve “ulusalcılık” (ve solun bir bölümünün de benimsediği) hattının mensupları, büyük ölçüde böyledirler. “İslam-laiklik fay hattı” üzerinde yakın zamana dek geçerliliğini korumuş olan kutuplaşmada, bir nebze ironiyle “laikçiler” diye isimlendirilenler bu türe uygundurlar.
Bunlar, ülkenin Osmanlı geçmişi, Osmanlı jeopolitik alanı ve hinterlandı ile de fazla ilgilenmedikleri gibi, bunun da ötesine geçerek, “Yurtta sulh-Cihanda sulh” sloganını, Türkiye’nin Osmanlı jeopolitiğinden (en somut haliyle de Ortadoğu politikasından) uzak durmasının şiarı olarak yorumlamışlardır.
Tabii, bunun zıddı da söz konusu. “İslam kültürü” referansının yerine “İslamizasyon”u geçirme eğiliminin, (Osmanlı’yı doğru dürüst kavramadan) “Osmanlı nostaljisi”yle buluşması sonucu, “Ortadoğu’da (ve hatta tüm İslam dünyasında) liderlik” iddiasına uygun bir dış politikaya yönelmek de, yukarıda anlatmak istediğimiz “düşünce okulu”nun tam zıddını ifade ediyor.
Doğru başlayan Suriye politikasının yanlış bir eksen üzerine oturması, Mısır ve Filistin’e ilişkin yaklaşımlarda ortaya çıkan “açmazlar”, bunun, bu diğer çizginin ürünü.
Gezi olayları, Tayyip Erdoğan’ın giderek artacağı zannedilen “liderlik imajı”nı sadece Türkiye’nin içinde değil, içinde de sarstı. Tayyip Erdoğan ismine, görünürde, herhangi bir “iktidar tehdidi” bulunmamakla birlikte, Tayyip Erdoğan, Gezi öncesinde olduğu kadar “tartışılmaz” da değil. Türkiye’nin önündeki 10 yılını sadece onunla düşünenlerin sayısı, artık eskisi kadar da değil.
Gelelim Gezi’yi izleyen günlerde gelen, dış politika alanındaki ilave sıkıntıya... Ak Partililerin –yanlış bir biçimde- Mısır’da “kendilerinin aynadaki yansıması” olarak gördükleri ve “özdeşleştirdikleri”, Mursi ve Müslüman Kardeşler’in iktidardan uzaklaştırılması, içerdeki bu “zayıflama”nın üzerine tüy dikti. Bir de buna, Suriye’yi ekleyin. Suriye, Türkiye’nin “bölge gücü” olarak “tartışılmaz” biçimde “tescili” için bir “sınav” haline gelmişti ama işler, Türkiye’nin arzuladığı biçimde ve yönde gelişmedi. Hatta, son aylarda, en istemediği yönde seyretmeye başladı.
Bu gelişmelerin, Türkiye’nin “bölgesel güç” konumunu tartışmaya açması, buna paralel biçimde, “Arap Baharı” sonrası ortaya atılan “Türkiye modeli”nin artık geçerli olup olmadığının sorgulanması da, ister istemez, uluslararası düşünce alanının gündemine girdi.
Gerçi, “Türkiye modeli” bir Türk icadı ve iddiası değildi. Tersine, bundan söz eden Tunus, Mısır gibi toplumlardaki iktidar değişikliklerinden sonra, izlenecek yol olarak Türkiye’yi öneren Batı dünyasının bir “formülasyonu” idi ama Türkiye’deki siyasi iktidarın, kavramın sahibi olmamakla birlikte, bundan keyif aldığı da apaçık ortadaydı.
Bütün bunlar şimdi tartışma konusu. Son bir hafta içinde, İngiltere’de –kendi tanımıyla- “dinci aşırılığa karşı” olma iddiasıyla kurulmuş bulunan Quillam Vakfı, “Turkey’s Role as a Regional Power: Its Scope, Challenges and Future” (Bir Bölgesel Güç olarak Türkiye’nin Rolü: Boyutları, Karşısındaki Meydan Okumalar ve Geleceği) başlıklı üzerinde durulması gereken bir rapor yayınladı.
Onun kadar üzerinde durulmayı gerektiren “Turkey’s Tendency Toward Generosity” (Türkiye’nin Büyüklük Eğilimi) başlıklı bir değerlendirmeyi Steven A. Cook’un “From the Potomac to the Euphrates” (Potomac’tan Fırat’a) adlı blogunda okudum. Metnin yazarı Aaron Stein, Türkiye’nin abartılı “büyüklük” iddialarının dış politikada kendisini hatalara zorladığı tezinden hareket ediyor. Ama, bunu Ak Parti’den ziyade, Türkiye’de devletin dış politikada sahibi olduğu “büyüklük eğilimi”yle açıklamayı öneriyor.
Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkasya’da “ağabey” rolünü oynamasının önüne geçen nedenlerin, şimdi Ortadoğu’da hareket halinde bulunduğunu ve Türkiye’nin “Türk dünyası” derslerini doğru biçimde almadığı ve o derslere çalışmadığı için Ortadoğu’da da yanlışa saplandığını öne sürüyor.
Orta Asya’ya ilişkin olarak şunu söylüyor: “... 1990’larda (Türki cumhuriyetlerin) ne kadar az gelişmiş olduklarını kavrayamadı. Dış yatırım ihtiyacı Türkiye’nin sağlayabileceğinden çok daha fazlaydı. Değişik etnik gruplar arasındaki iç çatışmaları ve bunların o ülkelerin politikasını nasıl etkileyebileceğini de göremedi. Ve, Rusya’nın hakim güç olarak kalma niyetini de görmedi. Her ikisi (Türkiye ve Rusya) çatıştığında, Türkiye, gerilemeye mecbur kaldı... Aynı şekilde Arap dünyasında, Türkiye, iç siyasi çatışmaların sona ermemiş olduğunu kavramamışa ve bunların yol açtığı istikrarsızlığın herhangi bileşik bir politikaya engel olduğunu anlamamışa benziyor. Orta Asya ve hatta Azerbaycan liderlerinde bile söz konusu olduğu haliyle, Ankara, Arap liderleri üzerindeki nüfuzunu fazla abarttı. Onların Türkiye’nin iyi niyeti ve önderliğine, gerçekten ihtiyaç duyduklarından daha fazla ihtiyaç duyuyor olduklarını zannetti...”
Peki, Türkiye, her şeye rağmen “Osmanlı hinterlandı” ve ötesinin en etkili ülkesi olabilir mi? “Türkiye’nin büyüklük eğilimi” karşılığını bulabilir mi? Türk dış politikasının Türkiye’yi bir “bölge gücü” olmanın ötesinde önemli bir “uluslararası aktör” yapma hedefi gerçekleşebilir mi? “Türkiye modeli” yine ve yeniden tedavüle sokulabilir mi?
Bunların hepsi mümkün. Çünkü, bütün bunların olabilmesi için belirleyici olan iki “sabite” duruyor. Onların değişken değiller: Tarih ve coğrafya.
Türkiye, Osmanlı geçmişi ve Avrasya coğrafyasındaki yeri ve koca nüfusuyla bir yere kaybolamaz. Yukarıda ifade edilen amaçların yerine getirilebilmesi için geri kalanı, izlenecek politikalarla sonucu alınacak unsurlar.
Bütün bu unsurların içinde en önemlisi, ülkenin tartışılmaz biçimde bir “demokrasi” olması geliyor. İçinde “özgür bireyler”in yaşadığı, otoriter her türe kapalı bir demokrasi.
“İslamizasyon”un “demokratizasyon”un pek bağdaşmadığının örnekleri Suriye ve Mısır’da görüldü. Mursi ve Müslüman Kardeşler, “otoriterleşme” eğilimi ortaya koyarak, “İslamizasyon”a hız verdiklerinde, en anti-demokratik gelişmelerden biri devreye girdi: Askeri darbe.
Suriye’de ise muhalefetteki “İslamizasyon”, Başşar Esad’ın diktatörlük rejiminin meşruiyet alanını geliştirdi. Aklı başında hiç kimsenin, an-Nusra, Irak-Şam İslam Devleti, Tevhid gibi kuruluşların yönetiminde Türkiye’ye komşu bir Suriye istediği düşünülemez.
Türkiye’ye gelirsek; “İslamizasyon”a sapan ve “otoriterleşme” eğilimindeki bir siyasi iktidara hayır. “İslam kültürü”nü öne çıkaran ve “demokratikleşme”yi sağlayan bir siyasi iktidara evet.
İkincisinin dış politikası da doğru olur.
Paylaş