Paylaş
Bu karar daha önce alınacaktı ama kimilerine göre, Angela Merkel, Tayyip Erdoğan’a “Gezi’deki hoyratlıktan ötürü ödül” vermek istemediği için ertelendi ve dün Lüksemburg’da AB Dışişleri Bakanları, Hollanda’nın da vetosunu geri çekmesi sonucunda, 5 Kasım’da karar kıldı.
Bu, tabii ki, gerçeği yansıtmıyor. The Guardian gazetesi daha tarih netleşmeden dünkü sayısına “AB Türkiye’nin üyelik görüşmelerini reformları teşvik etmek için tekrar başlatıyor” başlığını koymuştu bile. Haber-yorumun giriş cümleleri ise şöyleydi:
“Avrupa Birliği, Başbakanı Tayyip Erdoğan yönetimi altında ülkenin otoriterliğe kaymakta olduğu korkularından geçen Türkiye’de, demokratik reform ufuklarını canlandırmak amacıyla, üç yıldır dondurduğu görüşmeleri, yeniden başlatıyor.”
AB çıpası tarandığı takdirde, “Kopenhag Kriterleri” adı verilen demokrasi ölçütlerinin yerine aynı anlamda “Ankara Kriterleri” ikame edilerek, yol alınabileceğine ihtimal vermemiştik. Nitekim, bu “tahminimiz”de yanılmadık. AB Süreci’nin “demokratik mekanizmaları”ndan kendini azade hissetmesi halinde, bu hükümetin nasıl “insan hakları ihlalleri”ne ve “zorbalığa” savrulabileceğini, Gezi olayları vesilesiyle gördük. Bütün demokratik dünya ve demokratik güçler gibi.
Dolayısıyla, AB ile görüşmelerin “üç yıllık dondurucudan indirilerek çözülmesini” Türkiye’de demokrasinin selameti bakımından iyi görüyoruz.
Uzun yıllar Tayyip Erdoğan ile “vesayet rejimi”ne karşı “demokratikleşme süreci”nde aynı dalga boyunda göründük. AB ile yeniden başlayacak süreçte, demokratikleşme yönünde ilerlerse, yine aynı boyunda buluşuruz. Aksi halde, “demokratikleşme mücadelesi” onun iktidarına karşı da yürür.
Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinin, adeta içiçe girdiği ve kopamayacağı bir alan varsa, o da “Kürt sorununun çözüm mücadelesi” bir başka deyimle “barış süreci”dir. Ne yazık ki, AB ile görüşmelerin yeniden başlayacağına dair yüreklendireci sinyallerin geldiği gün, dün, o konuyla ilgili “düşündürücü” mesajlar geldi.
Önce Kandil’den. Reuters ajansına açıklamalarda bulunan Cemil Bayık, “silahlı mücadelenin yeniden başlayabileceğini” telaffuz etti ve “barış süreci”nin ilerlemesi için “üç talep”te bulundu.
Bayık, gerçi “silahlı mücadelenin yeniden başlaması”nı sürece ilişkin olarak “hükümetin adım atmaması” şartına bağladı ama bu “telaffuz” ve “vurgu” iyi değil ve hayra alamet de değil.
İktidar çevreleri ve televizyon ekranlarıyla medyada bir hayli geniş yer işgal eden sözcüleri, bir süredir sürekli olarak, Abdullah Öcalan ile Kandil ve BDP’yi birbirinden ayırıyorlar. Kandil ve BDP’ye yönelik ağır bir dil kullanıyorlar.
Daha önce bir yazımda, iktidar çevrelerinin Abdullah Öcalan’ı “sanki iktidar yanlısı bir STK mensubu imiş gibi sunmaya kalkıştığını” belirtmiş ve bunun doğru olmadığını ifade etmiştim ama iktidarın şirret sözcüleri bunu bile çarpıtıp, benim Abdullah Öcalan için “iktidar yanlısı STK mensubu” dediğimi ileri sürecek kadar yalan yolunu seçmişlerdi.
Oysa, Cemil Bayık’ın Reuters röportajından ve BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın dünkü grup konuşmasındaki sert açıklamalarından daha da önemli ve üzerinde durulması gereken sözler bizzat, iktidar çevrelerinin, Kandil ve BDP’ye göre “makul” diye ilan ettikleri Abdullah Öcalan’dan geldi.
İmralı’da önceki gün kendisiyle görüşen kardeşi Mehmet Öcalan, Abdullah Öcalan’ın değerlendirmelerini aktardı. ANF (Fırat Haber Ajansı) Öcalan’ın sözlerini şöyle açıkladı:
“Mehmet Öcalan, Abdullah Öcalan’ın ‘Bir senelik süreç benin açımdan 15 Ekim’de bitmiştir’ dediğini söyledi. Mehmet Öcalan, Öcalan’ın ‘Bir senedir bu süreç tartışılıyor herhalde. Bu süreçte ne asker ne de gerilla ölmediği için memnunum, herhalde halk da memnun. Bundan sonra süreç nasıl gidecek bu aşamada tahmin edemiyorum. Süreçte birinci aşama bitmişse ikinci aşamanın daha kapsamlı ve derinlikli olması gerekir’” dediğini söyledi.
Mehmet Öcalan, Öcalan’ın Kürt sorununun demokratik ve derinlikli bir şekilde çözülmesi gerektiğini belirterek şunları aktardı: ‘Tabi çözülmesi gereken sorunlar büyük ve ağırdır. Bu aşamada sürecin devamı için ben hazırım. Zaten gereken bazı şeyleri devlet heyetine aktardım. Devlet heyeti hâlâ bana dönüş yapmadı. Gelir mi gelmez mi bilemiyorum. Benim açımdan süreç yeni bir yapı ile yeni bir şekli ile devam etmeli. Şayet devlet heyeti gelirse onlar ile tartışırız ve sürecin nasıl ilerlemesi gerektiğini onlar ile konuşuruz. Yalnız şimdiye kadar gelen olmadı, gelmelerini bekliyorum. Eğer devlet heyeti gelmez ise zannederim onlar açısından süreç bitmiştir ve dolayısı ile bizim açımızdan da biter. Yani süreç ikinci aşamaya geçmezse süreç biter. Bunu bu şekilde görebilirsiniz. Süreç hakkında ne çok umutluyum ne de çok umutsuzum. Bunu herkes bilmelidir. Sürece gereken katkıyı yapacağım. Devlet heyeti gelirse ona göre değerlendirip, konuşuruz’ dediğini söyledi.”
Şu bölüm özellikle önemli:
“BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın İmralı’da görüşmeleri yürüten BDP heyeti içerisinde İmralı’ya gidişine izin verilmemesini de görüşmede konuştuklarını belirten Mehmet Öcalan, Öcalan’ın bu konuda, “Hükümetin BDP heyeti hakkında ‘şu kişi gelecek bu kişi gelmeyecek’ demesi doğru bir şey değildir. Buna BDP’nin kendi yönetiminin karar vermesi gerekir. Zannederim bundan sonra BDP kendisi karar verecek. Zaten BDP kendisi karar vermese onlar da gelmeyecek. Bu doğru bir kuraldır ve doğru bir şeydir. Ben de bunu destekliyorum” ifadelerini kullandığını söyledi. Mehmet Öcalan ayrıca Öcalan’ın, Kandil’den gönderilen mektupların kendisine ulaştığını ve bunları okuyup değerlendirdiğini söyledi.”
Oysa, Başbakan Tayyip Erdoğan, dün, tam da bu konuda şöyle konuşmuştu: “Birileri çıkıp da, İmralı’ya ‘kim gider kim gelir’, bunun kararını vermek tamamen hükümete aittir. İster gönderir, ister göndermez. Şu veya bu nedenle, hükümete veya Adalet Bakanlığı’na kimsenin rota çizme yetkisi yoktur. Yeri gelir gönderilir, yeri gelir gönderilmez. Herkes haddini bilecek ve haddini bilmesi halinde hukuk içerisinde bundan istifade etme fırsatı bulacak.”
Bu sert dil, “doğru”yu da yansıtmıyor. Zira, İmralı’ya kimin gideceği kağıt üzerinde Adalet Bakanlığı’nın yetkisinde; gerçekte Tayyip Erdoğan’ın iki dudağı arasında.
Hatırlarsak, İmralı’ya hangi BDP’linin gideceği Başbakan’dan “çizik” yiyip yememesine bağlı. İlk giden Ahmet Türk, bir konuşması Başbakan’ı kızdırdığı için çiziği yedi. Sonra iki kez giden ve bir ara iktidarın hoşuna giden Sırrı Süreyya Önder, “Gezi performansı” üzerine yedi. En son, bizzat Eş Başkan Selahattin Demirtaş da yedi. Diğer Eş Başkan Gültan Kışanak zaten en başından “çizikli” idi.
Bu “yöntem”le, bu tür “mekanizmalar”la, Kürtleri “böl-yönet” politikalarıyla herhangi ciddi bir “çözüm süreci” yürümez. Yürüyemez. Sorun, burada. İktidarın “keyfiliği”ni “Süreç”e de yaymasında.
İşin “güncel” önemi şurada: Kürt sorununda yol tıkanırsa, 5 Kasım’da AB ile görüşmelerin yeniden başlaması para etmez.
Bu konuya devam edeceğiz...
Paylaş